Elif Şafak:
"Sezgilerimle yazıyorum"
Hasan Öztoprak, E Dergisi, Nisan 2002
Bit Palas'a gelmeden önce senin nasıl yazdığın üzerine biraz konuşalım mı?

Öncelikle aklımı ön plana çıkartarak ya da mantıkla yazmadığımı söyleyeyim. Kendime bir misyon biçerek "Ben şöyle bir kitap yazayım, kitapta şunlar olsun, bu kitapla insanlara şunları göstereyim" diye önceden bir hedef tayin ederek de yazmıyorum. Daha esrik, daha fütursuzca gelişiyor yazı bende. Daha çok sezgilerimle yazıyorum. Bence bu temel bir ayrım. Akademiden getirdiğim akıl, mantık ve bilgi, ikinci ve üçüncü planda devreye giriyor. Ama beni tetikleyen, yazdıran şeyler onlar değil.

Seni akıl ve mantığın yönlendirmediğini söylüyorsun ama, Bit Palas'ta ciddi bir araştırmanın izleri var, akademik bilgilerden de çok yararlandığını görüyoruz.

O ikinci planda kalıyor. Tabii ki vermek istediğim, söylemek istediğim şeyler var. Yapmak istediğim itirazlar var. Bunlar zaten benim hayatımın içinde olan itirazlar. Ben yaşarken de bu itirazları yapıyorum. Dolayısıyla romana da o şekilde akıyor.

En azından başlarken, varmak istediğin bir nokta olmuyor mu? Edinilmesini istediğin bir izlenim, bir mesaj? Bu romanda sadece sezgiyle hareket etmemişsin.

Salt sezgiyle demiyorum ama tetikleyen, harekete geçiren ana etki sezgi. Hemen onun arkasından, dediğimiz faktörler geliyor. Ama ikinci planda... Aklını kullanıyorsun, bir kurgu yapıyorsun, varmak istediğin bir yer var. Bilgilerin işin içine sızmaya başlıyor. İdeallerin, itirazların işin içine sızmaya başlıyor vs... Ama ana etkiyi soruyorsan eğer o, benim yazıyla kurduğum ilişki; o, taa çocukluğuma kadar giden bir şey. O, akılla ilgili değil.

Yazıyla başka tür ilişki kuranlar da mı var? Şöyle bir ayrım yapabilir miyiz: Birileri vardır, onlar önceden otururlar, çalışırlar, kurgularlar, dolayısıyla akılla yazarlar. Bazıları da sezgiyle yazarlar. Böyle bir ayrım olduğunu düşünüyor musun?

Çok az insan benim gibi, sezgiyle yazıyor. Özellikle de roman söz konusu olduğunda. Ama örneğin şiirde kapılar sezgiye daha açık. Ama roman nedense –özellikle Türkiye'de– hep aklı, kurguyu, mantığı öne çıkartarak, misyonları ön plana çıkartarak yazılıyor. Türk romancılığı aslında başından beri böyle bir gelişim çizgisine sahip. Erken dönem romancılardan itibaren baktığımızda, romancı daha üst perdeden konuşur, karakterlerini oraya belli bir misyonla atar. Ve sen okur olarak, o romanı okurken bunu anlarsın, hissedersin. Hiçbir karakter tesadüfen girmez, kendiliğinden evrilmez romanın içinde. Hepsinin bir misyonu vardır. Romancının kafasında bir kurgu vardır. Benim tarzım bu değil. O açıdan, sezgiyle roman yazanların Türkiye'de çok az olduğunu düşünüyorum.

30 yaşındasın, dört romanın, bir öykü kitabın var. Yaşına göre oldukça hızlı bir yazma serüveni içindesin. Seni böyle çılgınca yazmaya iten ne? Sen çılgınca yazdığını düşünüyor musun?

Çılgınca bir yazı peşinde değilim. Kullandığımız bütün kriterler, sıfatlar çevreye göre belirlediğimiz şeyler. Ben, çevreye bakarak kendi yazış tarzıma ilişkin bir savunma mekanizması geliştirmek, bunu açıklama çabası içine girmek istemiyorum, daha doğrusu böyle bir ihtiyaç duymuyorum. Eğer yazıyorsam, demek ki yazmak istemişim. Bu demek değildir ki ben her sene bir roman yazacağım. Belki hayatım başka bir yöne evrilecek, canım başka bir şey yapmak isteyecek. Yani yazmak bu kadar planlanmış bir şey değil. Tam tersine, planlanmış hayatlardan da hoşlanmıyorum. Bütün kitaplarımda bunun itirazı var. Metropol yaşamı, apartman yaşamı öyle bir şey ki... Bunu, ders verdiğim öğrencilerde de görüyorum. Öğrenciler üç sene sonrasını, beş sene sonrasını planlıyor ve ne yapacaklarını biliyorlar. Bu kadar odaklı, bilinçli ve hedefli yazmak ve yaşamak bana çok doğru gelmiyor. O yüzden şimdiye kadar böyle hissettim, böyle oldu. Yazıyla aramda böyle bir bağ gelişti. Bu bağ, çotukluğuma kadar giden bir bağ.

Kasım 2000'de yaptığın bir röportajda sana "yeni bir çalışma var mı?" diye soruluyor. Sen de "yeni bir çalışma hazırlığı içinde değilim," diyorsun. Diyelim ki o röportajın hemen arkasından Bit Palas'ı yazmaya başladın. Yani Aralık ayında. Şu anda, neredeyse bir yıl aradan sonra elimizde oldukça oylumlu, 370 sayfalık bir roman var. Bir yıl içinde böylesine ayrıntılı, yer yer bilgiye dayanan, araştırma yönü olan bir roman –senin bir üniversitede öğretim üyeliği yaptığını, doktora çalışması içinde olduğunu da düşünürsek– nasıl ortaya çıktı?

Bunun açıklaması yok. Toplam ne kadar zaman içinde yazdığımı bilmiyorum. Doğrusu buna hiç kafa yormadım. Parçaları yavaş yavaş toplamaya başladım, yazdıkça gelişti. Şimdi, sen sorunca fark ettim ben de. Evet, ben bu romanı bir yıl içinde yazdım. Üstelik bir yığın işin arasında yazıldı. Bit Palas'ın böyle bir özelliği var zaten: Sürekli başka bir yığın meşgale içindeyken yazıldı bu roman. Bunun bir nedeni, ben böyle olduğum için, bir nedeni de hayat bana bunları dayattığı için. Bit Palas, fazlasıyla hayatın içinde yazıldı. Yaşamdan soyutlanarak, bir yere kapanarak yazılmadı. Eğer birkaç güçlü noktası varsa, bunlardan biri budur.

Buradan "Fortuna" sözcüğüne gelelim mi? Kitabın yazılışına ilişkin anlattıklarınla, kitabın anahtar sözcüğü olan "Fortuna" arasında bir ilişki var sanki. Bu ilişkiyi bize açıklayabilir misin?

"Fortuna" daha kaotik bir şey. Bana bu tür paralellikler ilginç geliyor. Zaten kültürel tarihle, dinler tarihiyle ilgileniyorum. Bu alanlarda okumayı seviyorum. Siyaset felsefesiyle uğraşmayı seviyorum. Batı'ya baktığımız zaman, Batı'daki düşünce tarihinin gelişiminde, aydınlanma öncesinde "Fortuna"nın müthiş bir izi olduğunu görüyoruz. Kilise, onları çok meşgul etmiş. Yaşadığın hayattaki düzeni, sevdiğin yanları Tanrı'ya atfedersin, bunun için Tanrı'ya şükredersin. Bunların yanında birçok acı da yaşıyorsun; o zaman bunu neye atfedeceksin? Bunu daha dünyevi bir şeye, yani hakkaniyet sahibi, erkek Tanrı figürü yerine, gayet dünyevi, dişi, ne yapacağı belli olmayan, dolayısıyla aydın olması da beklenebilecek bir figür var kafamda. İlerleme fikri de buna dayanıyor, aydınlanma fikri de buna dayanıyor. Çok benzer bir din dünyası bizim kültürümüzde de var. Bizde de bir kader olgusu var. O da dişi, onun da ne yapacağı belli değil. Ayrıca bir felek var. Felek niye kahpe, çünkü o da dişi, onun da ne yapacağı belli değil. Yani bu tür geçişleri, bu tür oyunları seviyorum. Hayatın da böyle olduğunu düşünüyorum. Daha önce de söylediğim gibi, önceden tasarlanmış, çerçevesi çizilmiş, ne zaman ne olacağı belli olan bir kurgu uyarınca yaşamıyorum. Öyle de olmasın zaten hayat, eğer yaşanılası olacaksa. Hayatı "Fortuna"ya hem daha yakın algılıyorum hem de öyle yazıyorum.

Bit Palas'da dişi bir roman, diğer romanlarının olduğu gibi. Dili de dişi. Ama bir yerde, kitabın üçte birlik bölümünü okuduktan sonra anlıyoruz ki anlatıcı erkekmiş. Ben romanı okurken, buna alışamadım. Yani dişi sesiyle okuduğum bir romanın anlatıcısının bir yerde erkek olmasına adapte olamadım. Ve o sesi bir türlü erkek sesine dönüştüremedim. O sesi erkek sesine dönüştürme uğraşı sonucunda baktım ki o ses, aslında cinsiyetsiz bir ses oldu kendi okumam içinde. Bu durum beni çok rahatsız etti. Bunun, bahsettiğin, hayatın dişi yanıyla bir alakası olmalı diye düşünüyorum.

Edebiyat dünyasındaki tartışmalar, "Kadın yazarlar erkek özneyi anlatabilir mi?" ya da "Erkek yazarlar kadını anlatır mı?" gibi birtakım temel sorular etrafında çok dönüyor. Ben bu tartışmaları biraz yapay buluyorum. Böyle yekpare, tekil bir erkek sesi, aynı şekilde yekpare, tekil bir kadın sesi olduğunu düşünmüyorum. O anlamda, eğer dişil bir ses varsa, onun içindeki erkek yankıyı bulmak; erkek sesi varsa onun içindeki dişil yankıyı bulmak benim daha çok hoşuma giden, bana daha yakın gelen uğraşılar. Ben, Bit Palas'ın tek bir sese sahip olduğunu düşünmüyorum. Birkaç farklı perdeden konuşan bir ses var orada. Erkek sesler, onların dişil yankıları veya tam tersi de var bu romanda. Bilemiyorum sorunun tam yanıtı oldu mu?

Önceki romanlarına baktığımızda da görüyoruz ki, bu dil konusu senin temel problematiğin. Bu romanında da hem karakteristik kimlik belirleme açısından, hem de dilin kendi içindeki karakterler açısından çok dilli bir yapı kurmuşsun. Anlatımcı bir dilden, ironik bir dile, metoforik anlatımdan, gerçeküstüne varan bir dilsel yapı. Niceliksel olarak da Osmanlıca deyimler, eski Türkçe sözcükler, yer yer argo bile var. Ama Bit Palas'ta, diğerlerinden daha farklı olarak, günümüz dili ağır basıyor. Dille yaptığın bu boğuşmanın nedenini biraz açıklar mısın?

Ben bu meseleyi çok önemsiyorum. Bir tür olarak romanda, sadece neyi anlattığın değil, nasıl anlattığın da önemli. Yani üslubun, nasıl bir dille anlattığın... Genelde dil, şiirde, öyküde çok önemsenir ama; roman söz konusu olunca, sanki dilin ikinci planda kalması gerektiği düşünülür. Ben böyle algılamıyorum. Dilin yazarken evrilişi, biçimlenişi, romanın gidişatını da etkiliyor. Öyle bir şey ki, üslup içeriği, içerik üslubu etkiliyor. Daha somut konuşmak gerekirse; Pinhan'a daha tasavvuf ağırlıklı bir tema etrafında dönüyordu. Dili de ona göre değişti. Mahrem'de daha çarpıcı bir durum var. Çünkü 1880'lerin Pera'sını anlatırken kullandığım dille, 1990'ların İstanbul'unu anlatırken kullandığım dil aynı olmadı. Ama bu, benim tasarladığım bir şey değildi. Ben zaten hikâyenin içine girdiğimde dil değişiyor, dil kendiliğinden evriliyor. Ben sadece akışa izin veriyorum. Çok daha akışkan ve sezgisel yazıyorum dememin sebebi de bu zaten. Tasarlanmış bir şey değiller. Dili çok önemsiyorum. Türkiye'de bu konuda yapılan tartışmaları son derece kısır buluyorum. Kitabın başında da var; Bonbon Palas Art nouveau tarzında yapılıyor. Art nouveau tarzında yapılan bir apartmana baktığın zaman, dış cephede her kat birbirinden farklı görünür. Bu, benim için hoş bir metod oldu. Aynı yere ait gibisin, bir apartmanı paylaşıyorsun ama bir yığın farklı şey var. Apartmanın içine girdiğinde bir sürü farklı dünya, her dairede pek çok farklı insan görüyorsun. Dil de öyle benim için: Aynı yapıya ait bir sürü farklı ses konuşuyor. O geçişlere, akışkanlıklara izin veriyorum. Osmanlıca-öz Türkçe tartışmalarından da hiç hoşlanmıyorum. Bu tartışmalarda, çok kısır kamplaşmalar var. Eleme üzerine kurulu bir dil anlayışımız var. Bir kamp "gerçek" kelimesini eliyor "hakikat"i kullanırken, öbürü de tam tersini yapıyor. Ben, mümkün olduğunca o çoğulluğu korumaktan yanayım.

Diğer romanlarında da gözlemlediğim ama burada ifrata varmış bir ayrıntılandırma, aşırı insan ve mekan betimlemeleri, hatta kavram ve fenomen betimlemeleri bile var. Ayrıntı, aslında klasik romanın bir öğesidir. Hatta kuramcılar, romanı tarif ederken, "Romanın, aslında bir ayrıntı sanatı olduğunu" söylerler. Ama günümüzde pek böyle değil. Sen de biliyorsun, günümüzde romancılar artık, o kadar ayrıntıya, betimlemeye gerek görmüyor. Belki, görsel estetiğin bu kadar yaygın olmasından dolayı, bu böyle. Ama sen bunu hâlâ ve giderek de inatla kullanıyorsun.

Çünkü ben hayatı böyle algılıyorum. Demek ki ayrıntılara dikkat ediyorum. Bir şeye baktığımda, onun ayrıntılarıyla bağlantı kuruyorum. Yaşamı nasıl algıladığınla, nasıl yazdığın arasında bağlar olduğunu düşünüyorum. Bunun yanı sıra özellikle bir palasta görünmeyeni göstermek, ilk bakışta göze çarpmayana dikkat çekmek istiyorum. Benim için temel ayrımlardan bir tanesi bu sanıyorum. Şöyle durup, yazdıklarıma baktığımda da mesela, zahiri ile batıni –görünen ile görünmeyen– arasındaki, insanın ilk bakışta gördüğü cephe ile onun altındaki şeyin ayrımı, benim için kilit ayrımlardan biri. Yaşamla kurduğum ilişkide de böyle, edebiyatta da böyle. O anlamda, hep, ilk bakışta görünmeyeni görünür kılmak, bununla okuru ve kendini geliştirmek, göz göze getirmek benim için önemli. Kitapta da o vardı. Ve bu, ayrıntılardan geçiyor.

Bit Palas'ta romanın kurgusu içinde birbiriyle kesişen, ama hayatları pek de birbiriyle kesişmeyen birden çok insanın öyküsünü anlatıyorsun. Sözgelimi, daha romanın girişindeki Haksızlık'ın doğumuna kadar olan süreç, sonra Türkiye'ye göçmüş bir Beyaz Rus ailesi, onların serüveni –yarım kalan hikâyeler bunlar– ve sonra Bonbon Palas'ın her dairesinin kendi içinde yaşadığı hikâyeler. Aynı zamanda her biri, bir başka romanın konusu, temeli olabilecek hikâyeler... Bu öykü bolluğunu, bir romanın içinde harcadığın hissine kapıldın mı hiç? Sözgelimi ben olsaydım, Beyaz Rus'un hikâyesini apayrı ele alıp, oradan bambaşka bir roman çıkartmak isterdim.

İşte bu dediğinde, daha kurgusal bir şey devreye giriyor. "Ben bir tema buldum. Onu şimdi harcamayayım, bir sonraki romanımda yazayım... diye düşündüğünde; akılla, planlayarak, beş sene sonra nerede olacağını düşünerek hareket ediyorsun. Ben öyle yazmıyorum. Yazıyla kurduğum ilişkide, hiç bu tür kaygılarım yok. Olsa da ancak ikinci, üçüncü planda oluyor.

"Belki de bu roman benim son romanım olacak" mı demek istiyorsun?

Bende, iki ucun çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Birincisi, yazmaya yönelik müthiş bir tutku var. Ama öbür tarafta yoğun bir hiçlik duygusu var. Benim kişiliğimin sarkacı, bu ikisi arasında çok gidip geliyor. Belki benim edebiyatımı güçlendiren de bu. Geçiciliğin, ölümün çok farkındayım. Bir yandan bunun tam tersi de var. Bir şeyi başarmak, o başarıya demir atmak, onun üzerine bir şeyler daha inşa etmek, bir kat daha çıkmak, bir kat daha çıkmak... Bizim kültürümüzde de var o. Apartman çok güzeldir. Onun üstüne bir kat daha, bir kat daha... Daha göçebe olmayı seviyorum ben. Bir roman yazdığımda ondan hızla uzaklaşıyorum. Onun başarısına demir atıp orada takılıp kalmak istemiyorum. Tekrar birinci soruya döneceğim; yazmayla ilişkimi bu kadar ayakta tutan şeylerden bir tanesi bu. Çünkü yazmamayı göze alarak yazıyorum ben.

Bonbon Palas'ı neden bir Beyaz Rus'a yaptırdın? O hikâyenin anlamı neydi? Hikâye bir yere kadar gelip kesiliyor. Romanı okurken, bende sanki oraya dönecekmişiz gibi bir his oluştu. Önce neden Beyaz Rus?

Öncelikle romanda bir ana karakter bulmak istiyorsak, romanın ana kişisi bir apartman. Bu apartmanın bir mazisi, bir öncesi var. O tür bağlantıları her zaman seviyorum ben. Hayatı da böyle algılıyorum. Bir yere girdiğimde, bir binayı gördüğümde, onun geçmişini; bir insanla tanıştığımda, onun hikâyelerini merak ediyorum. Hepimiz, hikâyelerin ürünüyüz. Şu anda gördüğümüz kadar değil, geçmişlerimiz var. Geçmiş çok ağır bir yüktür. Toplum olarak bizim, geçmişine pek tahammül edemeyen bir yapımız var. Bu kadar hızlı unutmamız, hafızamızla ilgili sorunlarımız da biraz bundan kaynaklanıyor. Ama geçmişinle hesaplaşmak zorundasın. Geçmişindeki acılarla, yaptığın haksızlıklarla da hesaplaşmak gerekir. Bu insanı başka bir yere getirir. Bu toplumsal olarak da, kültürel olarak da, bireysel olarak da başka bir yere getirir. Bu tür akıl muhasebelerini, vicdan muhasebelerini seviyorum sanırım. O anlamda iz sürmeye, inanıyorum. Roman yazarken de böyle bu, yaşarken de... Sadece Beyaz Ruslarla ilgili değil, benim bütün romanlarımda bu böyle... Karakterlere baktığında izleri silinmiş kenara itilmiş, merkeze konmamış, o anlamda ötekileştirilmiş, ayak izleri silinmiş karakterlerle karşılaşırsın. Yaptığım şey, enkazımızın üzerinde yürümek, ses geliyor mu diye dinlemek. Beyaz Ruslarla kurduğum ilişki de buydu. Baktığımda hiç yoklar, sanki hiç olmamışlar gibi bu şehirden silinmişler. Ama küçük küçük izler var. o izlere vurduğun zaman aşağıdan ses geliyor. Hâlâ yaşanan bir şey var. Ben hayatımda hep ruhdaş olarak gördüğüm, kendime yakın gördüğüm insanların hikâyelerini anlatıyorum. Yani hissetmediğim şeyi anlatmıyorum. o anlamda da bir gönül bağım var.

Romanın temel karakterleri –Mahrem'de de aynıydı– birer anti-kahraman. Bonbon Palas'ın kahramanları da birer anti-kahraman diyebiliriz. Neredeyse hepsi de sevgisiz. Birbirlerini, hayatı sevmeyen insanlar bunların hepsi. Sendeki karamsarlığın bir sonucu mu bu? Senin karamsarlığının, yapıtlarına yansıması mı? Neden kahramanlarını hep olumsuz insanlardan seçiyorsun?

Bir açıdan çok cenabet bir çağda yaşıyoruz. Bir yığın olumsuzlukla dolu bir memleketle yaşıyoruz. Demek ki hayatı pek pürüzsüz algılamıyorum.

Bu kitaba, "sevgisizliğin romanı" diyebilir miyiz?

"Sevgisizliğin romanı" demeyelim. Mutlak bir iktidar fikrine her zaman karşı olmak gerektiğine inanıyorum. Bir şeyi kahramanlaştırmak, aslında mutlak iktidardır. Mutlak iktidarı yıkacak olan da, mutlak bir muhalefet değildir. Tırtıl kemirmeleri gibi yüzlerce yerden muhalefettir bence, o kendini mutlaklaştırmaya çalışan iktidar mekanizmasını yıkacak olan. O çoğulluğu, o esnekliği önemsiyorum. Bireyi nasıl algılıyorsam, toplumu da öyle algılarım. Mikrokozmos-makrokozmos bağlantısını sürekli kuruyorum. Niye kahramanlar yok, çünkü hayatta da kahramanlar yok. Benim yaşamı algılamamda da kahramanlara geçit yok. Ayrıca kahramanlara ihtiyacı olan bir toplumun, sağlıklı bir toplum olduğunu düşünmüyorum.

Sevgiye dönelim. Sen şunu mu söylemek istiyorsun? "Verili olan sevgisizliktir." Çünkü şöyle bir cümle kuruyorsun: "Sevgi, hazırlop gelmez, zamanla yeşerir." Ortega Y Gasset tersini savunur: "Temel olan sevgidir."

Sevgiyle aşk arasında bir ayırım yapmak lazım. Aşk, zamanla yeşermez. Aşk, daha kaotik bir şey. "Sevgisizliğin romanı" tanımlamanı tam anlayamadım. Neden "sevgisizliğin romanı" demek istiyorsun?

Benim, romanı okuduğumda edindiğim his bu. Roman kişilerinden bende kalan his. Kişilerin samimi belki ama sevgisiz. Birbirleriyle olan ilişkilerinden hep bir olumsuzluk çıkıyor.

Ama olumsuzluk, resmin bütününe damgasını vuran bir şey değil. Benim yaptığım; bir adama bakarken, onun kafasındaki biti de göstermek. İnsanlar onu saklıyorlar, geriye çekiyorlar. Okurla bunu göz göze getirmek istedim. O anlamda iç ve dış ayrımı da benim için romanda önemli bir ayrımdır. Genelde biz her türlü pisliği, her türlü olumsuzluğu dışarıya atıyoruz. Evlerde kurduğumuz hayatlar daha steril, orda bite yer yok. Neden dışarıdan bu kadar rahatsız oluyoruz? Çünkü dışarısı yabancının alanı, tekin olmayan, belirsiz yer. Oradan ne geleceğini bilmiyoruz. Bu anlamda, her birimizin küçük birer hapishanede yaşadığını düşünüyorum. Sadece türdeşlerimizle yaşıyoruz. Mümkün mertebe bize benzemeyen insanlarla yüz yüze gelmek istemiyoruz. Bunun, çok daraltıcı bir hayat olduğunu düşünüyorum. Bir şey öğreneceksek, ancak bize benzemeyen insanlardan öğrenebiliriz. O anlamda, iyi gibi görünenin içindeki kötüyü göstermeye çalışıyorum. Bonbon Palas sakinleri de sürekli bir çöp kokusu alıyorlar ama, kokunun dışarıdan geldiğini zannediyorlar, pisliğin dışarıda olduğunu düşünüyorlar. Ben, içerideki pisliği göstermeye çalıştım. Bence böyle özetlemek daha doğru.

Mahrem'de, kahramanların bir seyirciydi. Bu kitapta ise, kahramanlarını bir arenada toplayarak oynatıyorsun. Kahramanların birer oyuncuya döndüler. Bu, nasıl bir geçiş? Bu durum, sezgilerinle mi oluştu yoksa bunu düşündün mü?

Bu apartman, daha kalabalık bir apartman olacaktı. Çok farklı komşular olacaktı. Yazarken bazı karakterler yaşamadı. Yaşamadıkları için de ölüp gittiler. Bazı karakterler de isimleriyle anlaşamadıkları için tutunamadılar romanda. Demek ki daha akışkan bir şey var. Bazen de öyle bölümler oluyor ki, sen sadece katiplik yapıyorsun karakterlere. Her bir karakter önce kişiliğini, ismini buluyor. Kişi, bir perspektife, mizaca oturuyor. Mesela Kandinsky'le ilgili bölümlere gelindiğinde ben sadece katiplik yapıyordum açıkçası. Karakter kendi kendiyle konuşuyor. Bilinçli bir şey değil bu. Çok bilinçli de yazabilirsin ama; yukarıdan atarsın, memur tayin eder gibi tayin edersin karakterleri. Ben öyle yapmadığım için belki de, roman bu kadar canlı.

En olumlu karakterlerinden bir tanesi bir yerde ortaya çıkıyor ve ölüyor. Tarikat ehli olup, anti-tarikatçı olan Mevlevi bir görünüyor ve onu hemen öldürüyorsun. Aslında senin de belirttiğin gibi romanın asıl karakteri Bonbon Palas. Ve sonuçta sen onu kurtarıyorsun. Çöpten, böceklerden, kötü kokudan kurtarıyorsun. Ve o arınıyor. Bonbon Palas'ı var eden insanlarsa, tam tersine yok oluyorlar, kötü durumlara düşüyorlar. Hepsi olmasa da bir kısmı öyle... Sözgelimi romanın temel kahramanlarından biri, yani yazar, sonunda hapse düşüyor. Burada ne yapmak istediğini çözmeye çalışıyorum. "Bunu sadece sezgilerimle yaptım" demen yetersiz kalıyor.

Şunu vurgulama gereği duyuyorum: Sadece sezgiyle olacak bir şey değil bu. Sezgi, senin ana damarın oluyor. Bu ana damarı destekleyen bir yığın bilgilerin, itirazların, sahip olduğun fikirler, ideolojik duruşun... bütün bunlar ona akar. O anlamda sezgiyi bir ana mecra olarak görüyorum ama salt bununla olacak bir şey değil bu.

Bunu, senin hayatla kurduğun ilişki, kendi içindeki problematiği çözme girişimin olarak da görüyorum ben. Sanki İstanbul'un kaosunu alıp bir apartmana hapsetmişsin. Sanki İstanbul'u kirlilikten -ama, belki de hayatı kirlilikten arındırma gayreti olarak görüyorum.

Kendi pisliğimizle yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yani kaostan kozmosa doğru geçmemek gerektiğini... Bonbon Palas sakinleri nasıl ki her türlü kaosu kendi dışlarına itmeye çalışıyorlarsa, İstanbul'da yaşayan, Türkiye'de yaşayan bizler de aynı şeyi yapıyoruz. Çok ciddi bir zemafobi olduğunu düşünüyorum Türkiye'de. Ciddi bir yabancı düşmanlığı, yabancı tedirginliği. Ama o yabancının tanımı, durumdan duruma değişiyor. Yabancıya kapılarımızı açmadan yaşıyoruz. Her türlü pisliğin dışarıdan geleceğini zannediyoruz. Benim yaptığım şey, pisliğin içerde olduğunu ama pislik zannedilen şeyin de göründüğü kadar pis olmadığını göstermek. Yani önyargıları bir anlamda alaşağı etmeye çalışıyorum. Böylesine bir tersyüz etmenin de daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. O anlamda yıkma eylemi çok yaratıcı bir şey. Eğer yeni bir şey yaratacaksak, önce var olanı yıkmamız, parçalamamız lazım.

Dildeki parçalı anlatıma değinmiştik. Bir tür şizofreni. Bu durum, yazma sürecinde seni nasıl etkiliyor?

Yazım sürecinde, yıpratıcı bir etkisi oluyor. Çünkü, çok diri bir ilişki kuruyorum o karakterlerle. Örneğin romanın kahramanlarından biri olan Mavi Metres'i yazdığımda hayatı onun gibi algılıyorum. Ya da hayatı öyle algıladığım için Mavi Metres ortaya çıkıyor, bilmiyorum. Belki benim de çok parçalı bir kişiliğim var.

Bit Palas'ın bir de gizli kahramanları var. Her türden böcek; bitler, karıncalar, hamamböcekleri başta olmak üzere, turuncu renkli bir böceğimiz bile var.

Aslında onlar gizli kahramanlar değil. Çok önemli kahramanlar onlar. Başta da öyle bir pasaj var; eğer apartmanlardaki asansörler sadece katların arasında gidip gelmeseydi, daha aşağılara da inebilselerdi, o zaman en başta şu da fark edilecekti: Mezarlıklar üzerinde yaşıyoruz. Ölümü tanımayan bir yaşam algılayışı, hiç ölmeyecek gibi yaşamak, hayatı mutlaklaştırmak, ölüleri, çöpleri, böcekleri sürekli kapı dışına atmaya çalışmak, çok daraltıcı. Esas hapishane o işte. Böylesi bir hapishanede, içeridekileri dışardan gelebilecek tehlikelerden korumaya çalışıyoruz. Dışarıya açılmadıkça, içeriden hiçbir hayır gelmeyecek bize. Çünkü, çok sığ bir şey çıkıyor ortaya. Oradan ne yaşam çıkar, ne sanat çıkar. Ben yaşamı nasıl algılıyorum; apartmana baktığımda algıladığım şey, yaşamın içinde böcekler de var, pislikler de var; tıpkı, yaşamın içinde ölümün de olması gibi. Şunu da belirtmem lazım: Benim islam etimolojisine duyduğum ilgi, zamanın daha döngüsel anlaşılması, yaşamla ölüm arasındaki geçişlikler, o anlamda hiçbir zaman mutlak bir sona inanmamam... Bütün bunlarla çok ilgili romandaki tarz.

Zamanın döngüselliğiyle, başta kurduğun o denklemdeki "saçma dairesi"nin arasındaki ilişki önemli herhalde burada.

Tabii. Yine seni çember başa getirir ama, sen artık aynı yerde değilsin. Ama mantıkla yaşarsan, kendine hedefler tayin ederek; o zaman düz bir çizgi üzerinde yaşıyorsun ve başka bir şey oluyorsun. Yatayda daha geçici bir evren var. Belki göçebelerin hayatı öyle, yatay. Onu sürdürebilecek durumda değiliz ama çemberin güzelliği, hepsini birbirine lehimleyebilmesi. Tasavvufta, çok güçlü bir damar olduğunu düşünüyorum. Bu, sadece akademik bir ilgi de değil. Hayatı da benzer bir şekilde algılıyorum. Ama, tasavvuf ehli miyim? Böyle bir şey diyemem.

Peki koku? İstanbul'a has bir kokudan bahsediyorsun, başlarda. Sonra Bonbon Palas'ın kokusu. Ben, İstanbul'da doğmuş, yaşamış biri olarak böyle baskın, İstanbul'a has bir koku algılayamıyorum. Gerçekten İstanbul'a has bir koku var mı? Bunu, İstanbul'a yeni gelen insanlara sordum. Geldiklerinde, İstanbul'a özgü bir koku hissettiklerini, böyle bir kokunun olduğunu söylediler. Koku da bu romanın kahramanlarından biri herhalde, değil mi?

Çocukluğumun çok farklı şehirlerde geçmesi, İstanbul'a dışarıdan gelmem... Bazen, bazı şeyleri görebilmek için biraz yabancılaşmak gerekiyor. Tam anlamıyla kopmak değil ama, biraz uzaklaşmak, sonra tekrar gelmek... Bir şehirle, bir nesneyle, bir yerle böyle bir bağ kurduğumuzda, daha iyi görebilmeye başlıyoruz. Başka şeyleri fark etmeye başlıyoruz. Ben İstanbul'a dışarıdan geldiğimin çok bilincindeyim. Bir yere dışarıdan geldiğim zaman, o yerin kokusu daha önce dikkatimi çekiyor. Bence, İstanbul'a has bir koku var. Başka şehirlerde duymuyorsun bunu. Yurt dışında da, Ege'nin başka şehirlerinde de almadığım, çok kendine has bir kokusu olduğunu düşünüyorum İstanbul'un.

Bu romandaki karakterlerden "Ben" dediğin yazarın, sen olmadığını düşünüyorum. Sen aslında, daha çok hangisisin? Sözgelimi ben kendimi Sidar'a çok yakın buldum. Sen kendini kahramanlardan kime daha yakın görüyorsun?

Kahramanların hepsinin benim kişiliğimde karşılığı var. Ama elbette ki hepsi de eşit oranlarda değil. Bir karakter olmasa, başka bir karakter de ortaya çıkmayacaktı. Keza, benim kişiliğimdeki bir yan olmasa, diğer yanım da olmayacaktı. Benim tek yaptığım şey, o çoğulluğa, çok başlılığa, çoksesliliğe kulak vermek. Yazıyı da bu yüzden çok hissediyorum. Çünkü yazıda ben, bütün çoğulluğumla, çok kişililiğimle, çok başlılığımla varolabiliyorum. Gündelik yaşamda öyle değiliz. Hep bir üst kimlik kuruyoruz ve o üst kimlikle çelişecek bütün sesleri, bütün yüzleri geri plana çekmeye çalışıyoruz. Ama ben yazıda, geri plana çektiğim her şeyi öne çıkarıyorum. O yüzden o karakterlerin hepsinde ben varım aslında.

Bu roman bence bir karakter romanı. Bu yüzden "Memleketimden orta sınıf insan manzaraları" diyorum ben.

Evet. Orta sınıf, en tehlikeli sınıf. Kaybetme riskini sürekli taşıyan, kaybetme riski en fazla olan sınıf. Tam, arafta olan bir sınıf.

Aynı zamanda kozmopolit kahramanlar da...

Ama bence, yerel damar da çok güçlü. Karakterler Türkiye'de yaşamıyormuş gibi değiller. Hepsi de İstanbul'a özgü. Klasik liberal öğretide de böyle bir önkabul vardır: Kamusal alanda ne yaparsak yapalım eve çekildiğimiz zaman, ev başka bir şeydir. Sanki, birbirimizin hayatına sızmadan yaşayabileceğimizi zannediyoruz. Birimizin özgürlüğünün başladığı yerde diğerinin özgürlüğü bitiyor. Oğuz Atay'ın günlüklerinde, buna çok eleştirel yaklaşan, çok güçlü bölümler var. O, Türkiye'deki kültürel ortamı nitelendirirken, "kapalı sistem yaratıklarının dış dünya korkusu" diye bir cümle kullanıyor. Bence bu, çok doğru, çok güçlü bir ifade. O anlamda, kapalı sistem yaratıklarıyız. Dış dünyadan korkuyoruz; bunu değiştirmek gerektiğini düşünüyorum. Kitapta hep bunu göstermeye çalıştım. Birbirimizin hayatlarından yalıtılmış hayatlar sürdürmüyoruz. Birinin evinden çıkan böcek, öbürünün evine sızıyor, birinin hikâyesi öbürünün hikâyesine sızıyor. Sonuçlarını hiç düşünmeden yaptığımız herhangi bir şey, çok basit görünen bir şey, başkasının hayatına inanılmaz önemli bir etkide bulunuyor. Birlikte yaşadığımızın, o çoğulluğun farkına varmak durumundayız. Yalıtılmış, birbirinden ayrılmış duvarlar içinde yaşamamak gerektiğini göstermeye çalıştım.
Okuyabileceğiniz diğer Elif Şafak söyleşileri
▪ "Beşi bir romanda!"
Sema Arslan, Milliyet Sanat, Haziran 2004
▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar"
Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004
▪ "Kelimelerin de insanlar gibi ömrü vardır"
Melih Bayram Dede, Dergibi.com, 2000
▪ "Sayılarda gizlenen 'Mahrem'"
Pınar Göksan Aker, Cumhuriyet Kitap, 18 Kasım 2000
▪ "Karakterlerimin kâtipliğini yapıyorum"
Işıl Sönmez, Özlem Şimşek, Cumhuriyet Dergi, 2002
▪ "Pislik tam da içimizde"
Filiz Aygündüz, Milliyet Kültür Sanat, 21 Mart 2002
▪ "Pislik, belki de sandığımız kadar pis değildir"
Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 22 Mart 2002
▪ "Tasavvuf benim edebiyatçılığımın ayrılmaz / ayrışmaz bir katmanı"
Melih Bayram Dede, Dergibi, 5 Nisan 2002
▪ "Sekiz ayrı yüzüm var, sekizi de birbiriyle çelişiyor"
Nuriye Akman, Zaman, 21 Nisan 2002
▪ "Yazmamayı da her zaman bir seçenek olarak gördüğüm için yazabiliyorum"
Feridun Andaç, Varlık, Temmuz 2002
▪ "Hikâye anlatmayı bilen bir yazar"
Feridun Andaç, Cumhuriyet Dergi, 11 Temmuz 2002
▪ "Elif Şafak kendini anlatıyor"
Alper İlhan, düşLE İnternet Edebiyat Dergisi, Sayı 25, 2003
▪ "Aslolan kitaptır, kâtibi değil"
Efnan Atmaca, Akşam, 28 Aralık 2003
▪ "Cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum"
Sevengül Sönmez, Zaman Turkuaz Eki, 18 Ocak 2004
▪ "İşittim ve itaat ettim, yabancılık hissi geçmeyecek!"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Mart 2004
▪ "Türkçenin geçirdiği 'dil budaması devrimi'nden üzüntü duyuyorum."
, Dünya Gazetesi, 21 Nisan 2004
▪ "Arafta kalmak, hudutları aşmaktır"
Elif Tunca, Zaman, 10 Mayıs 2004
▪ "Hep deliliğe yakın oldum"
Nuriye Akman, Zaman, 16 Mayıs 2004
▪ "'Çok olmak' mümkün!"
Fadime Özkan, Zaman gazetesi ve Dergibi, 25 Mayıs 2004
▪ "Beni anlatmak değildir edebiyat, ben olmaktan çıkmaktır."
Erdem Öztop, Cumhuriyet Kitap Eki, 15 Temmuz 2004
▪ "Med-Cezir, yazma mevsimiyle romandan kurtulma mevsimi arasındaki sarkaçtı"
İhsan Yılmaz, Hürriyet Cumartesi Keyif Eki, 3 Aralık 2005
▪ "Mozaik değil ebru modeli konuşulmalı"
Derya Sazak, Milliyet, 12 Aralık 2005
▪ "Derdimiz Nobel almak değil onaylanmak"
Fadime Özkan, Yeni Şafak, 3 Ocak 2006
▪ "Hafızamı Kaybettim, Hükümsüzdür"
Seda Arıcıoğlu, Cosmopolitan Dergi, Mart 2006
▪ "Kuşaklar arasında hafızayı kadınlar aktarıyor!"
Cem Erciyes, Milliyet Sanat Dergisi, Mart 2006
▪ "Geçmişi bir an evvel elimizden çıkarılacakbir bavul gibi görmüşüz"
İhsan Yılmaz, Hürriyet Pazar Keyif Eki, 5 Mart 2006
▪ "Ben siyasetçi ya da tarihçi değil yazarım, benim derdim insanla"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Nisan 2006
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X