Elif Şafak:
"İşittim ve itaat ettim, yabancılık hissi geçmeyecek!"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Mart 2004
Kitabın İngilizce orijinal adı ''The Saint of Incipient Insanities''. Henüz başlamamış deliliklerin azizi gibi... Niye delilik?

‘Delilik’ son derece hâkim bir tema bu kitapta. Ama işte delilikten ziyade, ‘normallik’ ile ‘delilik’ arasında gidip gelen sarkaç beni bilhassa ilgilendiren. Sarkaç-ruhlar diyorum ben onlara. Her iki tarafla da temas halinde, görünüşte ‘normal’ görünen ama içten içe kaymakta olan, kaymaya yatkın....

Seni bilhassa ilgilendiren sarkaç ruhun, karakteri ‘düzlük’ten kurtarıyor oluşu mu? Yoksa hayatla oryantasyonumuz için zaman zaman normal görünürken anormale doğru kayışlarımızın kaçınılmazlığı, insanca hüznü mü?

Beni bilhassa ilgilendiren sarkaçın salınımları, o esriklik, tekinsizlik, o med-cezir, sabitlenememek. Bu müthiş bir potansiyel içeriyor aslında ama bir o kadar tehlikeli. Beni şaşırtan nasıl olup da normal kalınabildiği. Romanda da dendigi gibi delilik bir virüs ve bulaşıcı. Ama sadece o virüsü zaten taşıyanlara bulaşabilir. New York metrosunda bir gün pislik icinde bir ‘deli’ oturdu karşıma. Herkes kaçıştı yanından çünkü çok kötü kokuyordu. O adamla aramda sadece bir adım, bir soluk, incecik bir cam vardı. Buradan oraya geçmem ne kadar kolaydı ve bunu kimse bilmiyordu. Romandaki evsiz kadın ile ilgili pasaj ondan sonra yazıldı mesela.

Gail, Ömer, Abed, Alegre, Piyu, Debra Allen Thompson... Birazı Türkiye’den ABD’ye götürdüklerin birazı da orada buldukların mıydı?

Boston’a geldigimde çok farklı kültürlerden, kökenlerden insanlarla tanışma ve beraber çalışma fırsatım oldu. Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinden gelen doktora öğrencileri, kimi kızgın kimi bıkkın feministler, memleketlerindeki darbe ve işkence dönemlerini bana acıyla anlatırken, toplum olarak ne kadar çok ortak noktamız olduğunu bilmeyen Arjantinli pastacılar... Tüm bu insanlar değişip ete kemiğe bürünerek usul usul sızdı romana. Ama aslında her karakterde İstanbul’dan, İstanbullulardan ve benden izler var.

Roman, karakterler üzerinden mi kuruldu, karakterler mi romanı oluşturdu?

Ben bunun diyalektik bir ilişki olduğunu gözlemliyorum her romanda. Karakterler kurguyu geliştirirken, kurgu da karakterleri belli bir akıntı doğrultusunda yönlendiriyor. Ben, tam da ne yazdığımı bilmeden, ne yöne gideceğimi kestiremeden, esrik, esnek, akışkan yazmayı seviyorum. Bence her romancıyı bekleyen bir ikilem var, ‘efendilik’ ile ‘katiplik’ arasında. Kimi romancı karakterlerinin efendisi olarak, olaylar üzerinde hâkimiyet kurma arzusuyla yazıyor. Yazı bir iktidar aracına dönüşüyor o zaman. Kimisi de bir nevi katiplik yaparak yazıyor. Karakterlerinin katipliğini yaparak, kurgunun akmasına, seni de şaşırtmasına izin vererek, su gibi yazmak. Hep bu ikinci yoldan yana oldu gönlüm.

İçlerinde bir manik-depresif, bir de blumialı var. Ama hepsinin kendi çatışmaları söz konusu. Aslında hepsi ‘öteki’ler, yabancı bir ülkedeler, yabancılaşmanın eşiğinde ya da içindeler ve nevrotikler! Bu ortak paydayı kurgularken ne düşündün?

Yabancılık hallerinden yola çıktım. Yabancı’nın yabancılaşma karşısındaki tedirginliği ve bunu silebilmek için, avunabilmek için sonradan ‘aileler’ yaratma çabası. Ev arkadaşlarından, tutunabildiklerinden kümeler oluşturup sürüler içinde kalmaya çalışıyorsun. Yani temel dinamiklerim yalnızlık, yabancılık ve yabancılaşma, bu nevrozları anlatırken.

''Uygarlığın karşılığı nevrozla ödenir'' diyen Freud ve ''Uygarlaşmamış olmanın karşılığı nevrozla ödenir'' diyen Adler. Senin karakterlerin de ‘uygar’ ABD’de yaşıyorlar.

Uygarlığın karşılığının nevroz ile ödendiğini söyleyen Freudyen yaklaşım elbette daha yakın benim meşrebime.

Ağır ruh halleri var kitapta. Yazdıklarının etkisine açık mısındır hep yoksa onlara güvenli bir mesafeden bakma formülün var mı, kendini korumak adına?

Demek ki benim de ‘ağır’ bir dönemime denk gelmiş yazılışı. İşin doğrusu bu. Bütün o ‘hastalıklar’ı, ‘sancılar’ı yazarken iki temel kaynağım var. Birincisi başkaları, yani insanlar ve onları gözlemlemek. İkincisi ise kendim ve kendimi bilmek. Anlattıklarıma aşinayım, yoksa yazmam, yazamam. Her ne delilik varsa bu romanda, bende de mevcut ziyadesiyle.

Kahramanlar deli, katip de... Ne iyi. Ama yazık ki Türkiye ‘akıllı’ insanların bolca olduğu bir ülke; sarkaçların çoğu paslı yani.

Bence Türkiye bu anlamda ‘akıllı’lardan ziyade ‘akıllı rolü yapan’ insanların çok olduğu bir ülke. Sadece bir kabuk kaldırma meselesi bence alttaki ‘deli’nin ortaya çıkması, sadece bir an meselesi.

''Roman içselliğin serüvenini anlatır,'' der George Lucas Roman Kuramı’nda: ''Romanın içeriği kendini bulmak için yola çıkan, serüvenlerle kendini sınayıp kanıtlamak ve kendini kanıtlayarak özünü bulmak için serüvenlere atılan ruhun öyküsüdür.'' Bu ruhun öyküsünü de yazan, yazarın kendisi. Ama kitap bitip de ona dışarıdan baktığında bu serüvenden sana kalan ne oldu?

Artık şunu öğrendim. Her roman bedelleriyle beraber yazılıyor. Ve kendini yazıya adamanın bilhassa kadın yazarlar için bedellerinin çok çok daha derin oldugunu görüyorum. Unutmamalı ki bizde en zihnen açık, mangalda kül bırakmayan, şöyle solcu böyle entelektüel erkekler dahi yaratıcı bir kadın karşısında bocalıyor, komplekslere kapılıyor. Bu memleketin erkekleri, istedikleri kadar aydın maydın görünsünler birtakım şık kisveler içinde, işin doğrusu üreten, yazan, çizen, düşünen, sorgulayan kadını kaldırabilecek düzeye ve ruh-zihin uyumuna erişmiş değiller. Ne vakit benden yazı ile aşk arasında bir seçim yapmam istense, yazıyı seçtim, yazıyı seçerim. Bu bedeller birikiyor, üst üste. Peki ne geçiyor elime romandan başka? Bilmem, tek bildigim yazmadan duramam; bana ‘yazma’ demek ‘yaşama’ demek, bana yazma diyen insanı sevemem. Onu bırakır, yazıyı seçerim.

Romanın en önemli meseleleri arasında zaman ve dil geliyor ki bunlar daha önceki kitaplarında da vardı. Bu kez Türkiye, İspanya, Meksika, ABD gibi elbiselerle karşımızda. Ama daha yoğun. İki yıldır ABD’de oluşunla ilgili olmalı...

ABD’de oluşumla ilgisi var elbette. Ama burada oluşumun neyle ilgisi var belki biraz ona bakmak lazım. Artık anlıyorum ki ben ruhen bir göçebeyim. Çocukluğumdan beri bir yere yerleşmeden, kök salmadan, bir ülkeden bir ülkeye yolculuk edip durdum. Yerleşik hayata ve yerleşiklere yarı gıpta yarı hayret ile bakan bir göçebeyim. Benim için yaşam bir yere yerleşmekten ziyade, sürekli bir yol hali. Daimi yolculuk. Kimi aşamalarda kendi kendimi yetiştirmek durumunda kaldığım için belki de gözlemlemeyi öğrendim.

Kendi kendini yetiştirmek durumunda kalmak?

Hayatta kalma stratejisi. Bakalım insanlar nasıl yapıyor? Çünkü yalnızsın çocukluğun boyunca. Şartlar öyle. Babamı toplam kaç kere görmüşümdür, belki 3 belki 4 kere, yarımşar, birer saatten topla. Bir kere bir kart atmıştı bana, bir de vicdan azabı mektubu yazdı yakınlarda. Epi topu bu kadar. Boşluk Baba. Kardeşlerimle daha yeni, bir iki sene evvel tanıştım. Biriyle tamamen tesadüfen. Yani böyle kopukluklarla dolu bir geçmişten geliyorum.

Her babasından alacaklı kız çocuğu birbirini hemen tanır, sanırım birçoğumuz da ''Babam beni görsün!'' çığlığıyla yaşamını tüketen Anais Nin’i: ''Babam bizi terk ederek bir savaşıma zorladı beni: Onu yeniden elde etmek. Ve tek bir silahım var. Yazıyorum. Sözcükler olmadan bir hiçim ben. Aptal bir genç kız!'' Baban ve yazmak meselesini bu anlamda düşündün mü?

Düşündüm evet. Fakat sanıyorum benim durumumda yazı babama ulaşmanın değil tam tersine ondan tamamen, ilelebed, nihayet, ruhen ve zihnen kopabilmenin aracı oldu. Yazılarımı yayımlamaya başlamadan evvel ilk iş bir soyadı seçtim kendime. Şafak babamdan gelen soyadı değil. Teoride babam görünen, pratikte iskele babalığını dahi görmediğim bir yabancının soyadını taşımak istemedim yazdığım romanlarda. ‘Gerçek hayat’ birtakım kurallara mecbur ediyor seni ama edebiyat öyle değil, edebiyat özgürlük, edebiyat babamın kızı olmama özgürlüğü. Edebiyatta sen bir başkası olabilirsin pekâlâ. Kendin olmamayı başarabilirsin. Yazdıkça, yazarlıkla, kopmayı başardım ben Boşluk Baba’nın ‘anlamlandırılmaya muhtaç yokluk’undan. Bu demek değil ki artık geçti bu yara, geçmedi elbette, belki hiçbir zaman geçmez de ama hiç olmazsa eskisi kadar canım yanmıyor.

Çünkü yazı hep yanında...

Şimdi şimdi anlıyorum ki bir yerden bir yere giderken benimle beraber gelen tek süreklilik duygusu ‘yazı’ olmuş. Yazı benim bavulum. Bu sene bunu kaybetmekten korktum çünkü Türkçe dışında bir dilde yazmak, kelimelerini geride bırakmak gibiydi. Ama yazı gene geldi benimle beraber. Dolayısıyla çok düşündüm düşünüyorum, dil, aidiyet ve göçebelik meseleleri üzerine.

Uluslararası ilişkiler okudun. Master’ı ODTÜ’de Kadın Çalışmaları’nda tamamladın. Siyaset Bilimi’nde doktoraya devam ettin, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde kültürel tarih, kadın ve edebiyat dersleri verdin. Şimdi de Michigan Üniversitesi’nde ‘Ortadoğu’da marjinal kimlikler’ ve ‘kadın ve edebiyat’ dersleri veriyorsun. Bütün bunlar kitaplarına nasıl yansıyor?

Akademik çalışmalarımdan her zaman beslendim. Bizde tuhaf bir sabitleme var, yazar isen evinde otur, başka bir şey ile ilgilenme, sadece yaz. İstiyorlar ki ‘karantina yazar’ ol. Çünkü birçokları için yaşam bir karantina aslında. Yazarsan otur yaz, yok eğer akademisyen isen sadece kendi alanın üzerine yoğunlaş. Bariyerler o kadar yüksek ve öylesine içselleştirilmiş. Oysa bilgi, algı, kültür bir çember. Bir alanda öğrendiklerinizi hayatın başka alanlarına aktarıyorsunuz. Körü körüne uzmanlaşmanın körleşme ile elele gittiğinin farkında değil pek çok insan. Ama yazı dışında işler yaparsanız, egonuzu örseliyorsunuz sürekli. Ne de olsa romancılık ego inşaatçılığı demek; tehlikeli yani. Kendinizi yaratıcı değil, YARADAN zannedebilirsiniz kolaylıkla; egonuz şişer. Tevazuyla ilerleyeceğiniz bir başka saha olsun, olsun ki egonuz törpülensin.

Dilindeki Osmanlıca kelimeler yüzünden çok eleştirildin. Bu kitapta neredeyse yok denecek kadar azlar ama gene varlar!

Benim eski kelimeler ile yeni kelimeleri harmanlamam pek çok insanı şaşırttı Türkiye’de. Osmanlıca kelimelerden vazgeçmediğim için beni ‘modernite projesi’ne ihanet etmekle suçlayanlar oldu. Ben de onlara hayret ediyorum. Türkiye’de cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum. Bilmediği kelimeleri zahmet edip öğreneceği yerde, cehaletlerini kutsayıp Türkçeyi 200 kelimeden ibaret bir dile çevirmeye kalkışıyorlar. İki kelimeyi ayırd etmek lazım. ‘Geçmiş’ ile ‘geçip gitmiş’ aynı şeyler değildir. Sanatçının, entelektüelin uğraşını, Walter Benjamin’in dediği gibi yıkıntı ve enkaz sahasında dolaşıp hâlâ ölmemiş olanları bularak, çekip toprak üstüne çıkarmak olarak görüyorum ben.

Kitabı neden İngilizce yazdın?

Birkaç sebebi var. Öncelikle hikâye zihnimde, kimyamda İngilizce şekillendi. Eğer dilin içinde yaşıyorsanız ve dil de sizin içinizde yaşıyorsa, ancak o zaman o dilde edebiyat yapabilirsiniz. Yoksa ''Hadi şimdi de İngilizce yazayım,'' diye yazamazsınız.

Çeviriyi niye sen yapmadın?

Ben çevirinin başlı başına bir yaratım olduğuna inanıyorum. Ben çevirmedim çünkü çok fazla karışırdım metne. Ben çeviremem, oturup yeni bir roman yazarım, bozarım. Zira çeviri çok hassas bir denge gerektiriyor, hem metnin içinde olmayı ama hem de dışında kalabilmeyi. Yazarın o dengeyi koruyabileceğine inanmıyorum.

Kitaptaki bir bölümde, çeviri sırasında kelimelerin yolda yağmalanacağını söylüyorsun. Kelimelerin yolda biraz yağmalanmış gibi geldi mi?

Elbette kelimelerim yağmalanmış yolda gelirken. Ama bu çevirinin, çeviri sanatının özünde var zaten. Öte yandan bence Aslı Biçen muazzam bir iş çıkardı, hakikaten çok çetrefil bir iş olduğuna inanıyorum edebiyat çevirisinin, bilhassa hayatta olan yazarların yapıtlarını çevirmenin. Ben kendisiyle birlikte çalışmış olmaktan çok mutlu oldum.

Çeviri sanatının bu özelliğini göze alınca, ‘ölmemiş kelimeler’in enkaz altında kalmaya devam etmesi, üstelik senin imzanla; bu da işin bedeli mi?

Elbette yazar ile çevirmen tıpatıp aynı hareket etmeyebilir ama ben bu noktada yazarın kendisini bir parça geri çekmesi gerektiğine inanıyorum. İki sebepten ötürü. Bir, çeviri başka bir sanat ve ben o sahanın özerkliğini kabul etmek durumundayım. İki, çevirmenin de yazarın da dışında ve her ikisinden de kudretli bir kuvvet olarak DİL beliriyor. Dilin gereklilikleri, çevirinin istekleri var, onu görmek durumundayım bence.

Amerika’da hangi yayınevi basacak kitabını?

Amerika’da hemen sonbahar başında Farrar, Straus & Giroux tarafından basılacak ''The Saint of Incipient Insanities''. FS&G son derece önemli bir yayınevi. Doğrusu dışardan gelen bir yazarın kitabını basmaları hayli sıradışı bir durum. Amerika’da edebiyat çevresi son derece muhafazakar bir dokuya sahip, sanılanın aksine. Sadece belli kültürlerin, buradaki azınlıkların edebiyatına ilgi var, onun dışında her şey inanılmaz ‘yerel’. Çeviri kitapların oranı ise yüzde iki’yi geçmiyor. Bu şartlar altında yayınevinin romanı basmaya karar vermiş olmasının tek bir sebebi var: Romanı çok beğenmiş olmaları.

Kitabın, hedefini bulacağına inandığın kitle kim?

Kitabın hemen başında Mesnevi’den bir alıntı var, ne o sürüye ne de bu sürüye ait olabilen ve sonunda beraber uçmayı yeğleyen topal kuşlar üzerine. Bu romanın esas hedef kitlesi ister Amerika’da ister Turkiye’de yaşıyor olsun, hangi milletten gelirse gelsin millet-sürüleri içindeki kırık, kırgın, topal kuşlar.

Gene eleştiriler olacak, çeviriye takılanlar, İngilizce yazmana takanlar vs. vs.

Bizde bir grup insan var, bay bayan Şartlı-Refleks-Eleştirmenleri. Şartlanmışlar, illa ki beğenmeyecekler. Ellerinde çamur topları, bir de senebesene birikmiş içlerinde kalmış ukteleri, önceden hazır bekliyorlar, üreten herkesi taşa, lafa, çamura tutma gayretiyle. Açıkçası onların ne dediğini umursarsanız hiçbir şey üretemezsiniz Türkiye’de. Dibe çekiverirler insanı. Onlar umrumda değil ama bu grubun dışında kalan tüm okurların, eleştirmenlerin görüşlerini hep dikkate aldım, önemsedim.

Yabancı bir ülkede doğdun, yabancı ülkelerde yaşadın, uzun süre Türkiye’deydin ve gene yabancı bir ülkedesin. Senin yaşadığın yabancılık?

Tamamen yalnız ve göçlerle büyüdüm, benim için ‘zaman’ hep ‘an’ demek. ''Dem bu demdir'' dediği gibi mutasavıfın. Yaşam hep ‘şimdilik’ demek. Mutluysan bile ‘şimdilik’, ‘şu anda’. Yani İstanbul’a da keza ‘dışarıdan’ geldim ve anladım ki o ‘dışarlıklı’ olma hali, o yabancılık hissi hiç kapanmayacak. Velhasıl benim yaşadığım yabancılık anladım ki geçici bir durum değil, hani 1001 Gece Masalları’nda bir kalıp vardır kullanılan, hakikate erdiğinizde ''İşittim ve itaat ettim'' dersiniz. Ben de işittim ve itaat ettim artık, bu yabancılık hissi hiç geçmeyecek. Ben nereye o da oraya peşim sıra.

Bu his içindeyken, kendine yabancılaşma tehlikesini nasıl aşıyorsun? İç’in ülkesi, insanları, kültürleri nasıl koruyor kendini?

Bak sana bir sır, biz 8 kişiyiz bir bedende, ben hep 8 kişiliğim olduğuna inanmışımdır, isim isim, cisim cisim biliyorum her birini. Bu kadar çok olunca kim kime nasıl yabancılaşır, umutsuz vaka, ayaklı kaos halindesin zaten sürekli.
Okuyabileceğiniz diğer Elif Şafak söyleşileri
▪ "Beşi bir romanda!"
Sema Arslan, Milliyet Sanat, Haziran 2004
▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar"
Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004
▪ "Kelimelerin de insanlar gibi ömrü vardır"
Melih Bayram Dede, Dergibi.com, 2000
▪ "Sayılarda gizlenen 'Mahrem'"
Pınar Göksan Aker, Cumhuriyet Kitap, 18 Kasım 2000
▪ "Karakterlerimin kâtipliğini yapıyorum"
Işıl Sönmez, Özlem Şimşek, Cumhuriyet Dergi, 2002
▪ "Pislik tam da içimizde"
Filiz Aygündüz, Milliyet Kültür Sanat, 21 Mart 2002
▪ "Pislik, belki de sandığımız kadar pis değildir"
Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 22 Mart 2002
▪ "Sezgilerimle yazıyorum"
Hasan Öztoprak, E Dergisi, Nisan 2002
▪ "Tasavvuf benim edebiyatçılığımın ayrılmaz / ayrışmaz bir katmanı"
Melih Bayram Dede, Dergibi, 5 Nisan 2002
▪ "Sekiz ayrı yüzüm var, sekizi de birbiriyle çelişiyor"
Nuriye Akman, Zaman, 21 Nisan 2002
▪ "Yazmamayı da her zaman bir seçenek olarak gördüğüm için yazabiliyorum"
Feridun Andaç, Varlık, Temmuz 2002
▪ "Hikâye anlatmayı bilen bir yazar"
Feridun Andaç, Cumhuriyet Dergi, 11 Temmuz 2002
▪ "Elif Şafak kendini anlatıyor"
Alper İlhan, düşLE İnternet Edebiyat Dergisi, Sayı 25, 2003
▪ "Aslolan kitaptır, kâtibi değil"
Efnan Atmaca, Akşam, 28 Aralık 2003
▪ "Cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum"
Sevengül Sönmez, Zaman Turkuaz Eki, 18 Ocak 2004
▪ "Türkçenin geçirdiği 'dil budaması devrimi'nden üzüntü duyuyorum."
, Dünya Gazetesi, 21 Nisan 2004
▪ "Arafta kalmak, hudutları aşmaktır"
Elif Tunca, Zaman, 10 Mayıs 2004
▪ "Hep deliliğe yakın oldum"
Nuriye Akman, Zaman, 16 Mayıs 2004
▪ "'Çok olmak' mümkün!"
Fadime Özkan, Zaman gazetesi ve Dergibi, 25 Mayıs 2004
▪ "Beni anlatmak değildir edebiyat, ben olmaktan çıkmaktır."
Erdem Öztop, Cumhuriyet Kitap Eki, 15 Temmuz 2004
▪ "Med-Cezir, yazma mevsimiyle romandan kurtulma mevsimi arasındaki sarkaçtı"
İhsan Yılmaz, Hürriyet Cumartesi Keyif Eki, 3 Aralık 2005
▪ "Mozaik değil ebru modeli konuşulmalı"
Derya Sazak, Milliyet, 12 Aralık 2005
▪ "Derdimiz Nobel almak değil onaylanmak"
Fadime Özkan, Yeni Şafak, 3 Ocak 2006
▪ "Hafızamı Kaybettim, Hükümsüzdür"
Seda Arıcıoğlu, Cosmopolitan Dergi, Mart 2006
▪ "Kuşaklar arasında hafızayı kadınlar aktarıyor!"
Cem Erciyes, Milliyet Sanat Dergisi, Mart 2006
▪ "Geçmişi bir an evvel elimizden çıkarılacakbir bavul gibi görmüşüz"
İhsan Yılmaz, Hürriyet Pazar Keyif Eki, 5 Mart 2006
▪ "Ben siyasetçi ya da tarihçi değil yazarım, benim derdim insanla"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Nisan 2006
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X