Elif Şafak:
"'Çok olmak' mümkün!"
Fadime Özkan, Zaman gazetesi ve Dergibi, 25 Mayıs 2004
Edebiyat dünyasına 1997'de Pinhan'la giren, peşpeşe yayınladığı Şehrin Aynaları, Mahrem ve Bit Palas'la dikkatleri üzerinde toplayan Elif Şafak, eski ve yeni kelimelerden örülü, şiirsel ve zengin bir dille yazdı romanlarını. Geçmişle gelecek arasında bir yerlerde, gerçeğin delişmen, değişken yanlarına bakabilen yarı masalsı hikayeler anlattı. Ama her romanında ne yaptı etti, kahramanın yolunu mutlaka İstanbul'a düşürdü. Farklı ülkelere, dinlere, dillere ve kültürlere sahip bir grup gencin Boston'da kesişen hayatları çerçevesinde çokkültürlülüğü, parçalanmışlığı, aidiyetsizliği ve yabancılığı anlattığı son romanı Araf’ta da öyle yapıyor yazar. İsimden başlayan yabancılığın gelip dayandığı 'iki arada, bir arafta olma' hali üzerine çarpıcı bir roman kuruyor; her romanında görülen sarkacı Araf'ta da, aynı salınım şiddetiyle işletiyor. Fiili göçebeliğin ruha yansımalarına ayna tutan roman, yazma ve yayımlanma süreci bakımından da, bir arafda aslında.

Romanlarınızda hep bir sarkaç var; iki şey, durum arasında gidip gelen. Ama Araf'ta bu çok daha belirgin. Yabancılık-yerlilik, yerleşiklik-göçebelik, normallik-delilik, gibi. Roman kişileri iki eşik arasında kalmış kişiler. Bu sarkaç, yazar ve roman kişileri için ne anlama geliyor?

Romanlarımda da kişiliğimde de bir sarkaç hep vardı, hep var. Ama zaten ben hayatı bu diyalektik üzerinden okuyorum daima. Beni ilgilendiren hep bütünü bozan sapma, ana yoldan çıkan tali yol. Yani mesela çok cesur bir insanın korkudan dizlerinin bağının çözüldüğü an. Ya da diyelim çok pısırık birinin celallenip cesaretlendiği an. Böyle böyle sapma anlarını yakalamayı kurgulamayı seviyorum. Edebiyat anatomi demek biraz da. Katman katman kesip açmak hayatı. Sapmaları, sarkaçları, ayrıksılıkları görmek ve göstermek sanatın sahası.

Yalnız bir çocukluk geçirdiğinizi, yalnızlığınızın nedenlerinden birinin, bir anlamda 'göçebe bir hayat' sürmeniz ve gittiğiniz ülkelerin diline, dinine, kültürüne yabancı olmanız olduğunu, daha önce yapmış olduğunuz röportajlardan biliyoruz. Araf'taki kahramanlar da dinleri, dilleri, kültürleri bakımından yalnız ve yabancılar. Birbirlerine dayanarak yeni bir yaşama alanı üretiyorlar. Kahramanlarla tanışıklığın ve temayı yaşamışlığın romanın yazımını ne gibi kolaylığı oldu?

Yazdığım temaya aşina olmam işimi kolaylaştırır gibi görünse de aslında zorlaştırıyor. Zira irdelediğiniz, deştiğiniz temaların ucu size ne kadar dokunursa o kadar sarsıcı olur yazma süreci. Yazı ile aranızdaki mesafe daha çabuk kaybolur. Bir de bakmışsınız ki kendinizi didikliyorsunuz pare pare. Ama şunu da eklemeliyim belki de. Şimdiye değin yabancılık duygusunu hep kurtulamadığım bir külfet gibi algıladım. Bu romanı yazarken yabancılıktan ve aidiyetsizlikten bir başka öz damıttım. Daha yaratıcı bir öz. Bir başka safhaya geçmemi sağladı. Ya oraya ya buraya ait olma zorunluluğuyla baş edemeyen insanlar için bir başka seçenek daha var: hem o hem bu olmak. Aynı anda çok olmak, çoğul olmak.

Ömer, Gail, Abed, Piyu, Debra Allen Thompson, Allegre.. Mekânsız, aidiyetsiz, parçalanmış kişiler... Bütün romanlarınızda olan 'öteki'ler Araf'ta, daha gerçekçi bir düzlemde sürdürüyorlar hayatlarını. Blumia ve delilik dışında dışavurum bakımından 'normal' skalasında yer alıyorlar. Normalliğin ve normal dışılığın anlamı nedir sizin için?

Normallik sadece bir kisveden ibaret. Her an yırtılabilecek bir tül perde. Siz ömür boyu kat kat özenli titizlikle kendinize bir hayat inşa edersiniz, bir an tek bir fiske yeter tepetaklak etmeye. Beni şaşırtan insanların bu ihtimal yokmuşçasına yaşamaları, yaşayabilmeleri. Hepimiz deliliğin sınırlarında dolaşıyoruz, kimimiz bir adım daha yakın kimimiz görece daha uzak, ama hepimizin yolu düşebilir o topraklara. Fakat gel gör ki çok azımız bunun farkında. İnsanların çoğu hayatı hiç değişmeyecekmiş bir rutin gibi görmekten emniyet duyuyorlar. Oysa bu tekdüze ritm bir karabasan gibi geliyor bana. Delilik, tekerrüre nizama ve konfora dayalı burjuva hayatından çok daha samimi çok daha sahici bir damar.

Romanlarınızda hem eski hem yeni kelimeleri kullanmaktaki ısrarınıza, dili olanca bütünlüğü içinde alma çabanıza rağmen Araf'ı İngilizce yazdınız, sonra Türkçeye çevrildi. Romanın yazım ve yayımlanış süreci dilsel bir arafta kalma hali olarak yorumlanabilir mi?

Tüm romanlarımda yazılarımda Türkiye’ye dayatılan dil devrimi ile hesaplaştım, tartıştım. Osmanlıca addedilen kelimelerin kaybını, milli ve yekpare bir dil yaratma adına Farsça Arapça kökenli kelimelerin ayıklanmasını, bir fikir olarak kelimelerin bir dilden ayıklanabileceği savını hiç hazmedemedim. Geçenlerde İstanbul’da büyükçe bir kitabevinin sahibi bana bir hadise anlattı. Bir gün orta yaşlı bir karı koca geliyor kitabevine. Osmanlıca Sözlük almak istediklerini söylüyorlar. Nasıl bir şey istedikleri sorulduğunda “Elif Şafak’ın romanlarını daha iyi takip etmemizi sağlayacak düzeyde olsun” diyorlar. Karı koca beraber okuyorlarmış romanlarımı, ellerinin altında bir sözlük olması gerektiğine karar vermişler. Ben çok saygı duyuyorum bu tevazuya. Bilmediğin bir kelime varsa açıp bakma gereği duyarsın, değil mi? Aynı şey benim için de geçerli. Bilmediğim kelime çıkarsa karşıma muhakkak araştırırım, neymiş nerden gelmiş, başına neler gelmiş. Sırf İstanbul’un sokak isimlerini okumak bile kelime hazinenizi genişletir. Kelimelere âşığım ben, biri yitip gitse içim sızlar. Enkaz altından çıkarıyorum Osmanlıya dair kelimeleri. Bakıyorum hala yaşıyorlar, ölmemişler, soluk alıp veriyorlar. O zaman üstlerini başlarını silkeleyip buyur ediyorum yazıma.
       Bu yüzden çok eleştiri aldım. Bazı öztürkçeci aydınlar hala hazmedemediler onların dil anlayışın topyekun reddediyor oluşumu. Bir de şöyle insanlar var. İmza günlerime, panellere gelen, mektuplar yollayan okurlar arasında bir kesim var ki hem çok seviyorlar romanlarımı ama hem de, kendi tabirleriyle “yakıştıramıyorlar” din ile, tasavvuf ile bu kadar ilgili olmamı ve Osmanlıca kelimeler kullanmamı. Öyle ya Türkiye’nin batılı yüzüyüm ben onların nezdinde. Saçımı toplayıp ülkemi temsil etmeliyim. Ne işim olabilir ki böyle geri kalmış unsurlarla… Türk aydınının çıkmazıdır bu. Uzun seneler boyunca zannettiler ki eğer bir kadın başını örtmek istiyorsa muhakkak cahil olduğu içindir. Eğer birisi din felsefesi ya da Osmanlı tarihi okumaya meraklıysa, ya da Arapça Farsça bilme gereği duyuyorsa muhakkak bağnazdır. Bu kalıpların yıkılmasının zamanı geldi.
       Dil sürekli genişleyebilen bir organizma. Yeni kelimeler eklenir, eski kelimeler dönüşüme uğrar. Ama Türkiye’de ezici çoğunluk bilmediğini öğrenme gereği duymuyor ki. Donmuş takılmış kelime hazinesi. Son derece üzücü istatistiksel bilgiler var. Lise yıllarında bir öğrenci Amerika’da 60 000 civarında kelime biliyor, aynı oran Türkiye’de sekizde birine, onda birine kadar düşebiliyor. Bu nasıl bir daralma? Kelimelerle beraber daralan hayalgücümüzdür aslında.
       İngilizce yazmam bu dilsel arayışın bana getirdiği bir safha oldu. İngilizce yazarken bu dilin getirdiği kelime hazinesinden etkilenmemek mümkün değil. Ama ben İngilizce ile Türkçe arasında bir seçim yapmadım. Türkçeden vazgeçmem sözkonusu değil. Ya o ya bu demek yerine çok dilli çok kültürlü olmak da mümkün. Hem hayatta hem edebiyatta. Türk Edebiyatı henüz bu açılımı yakalamadı.

Kitabın İngilizce yazılmış olmasını, bilinç akışı bakımından nasıl yorumluyorsunuz? Bunun bir değerlendirmesini yaptınız mı kendinizle?

Roman bana İngilizce geldiği için, rüyalarımda zihnimde İngilizce şekillendiği için İngilizce yazdım. Bu öyle akli yetilerle hesap kitapla alınmış bir karar değildi. Daha esrik bir süreç olarak gelişti. Tuhaftır yazdıkça kendini yazdırdı. İngilizce bir ritme dönüştü benim için. Bu Türkçe yazarken de böyledir. Benim konuşma dilim yazı dilimden hep daha kötüdür. Yani Türkçe daha iyi yazar daha kötü konuşurum. İngilizcede de bu aynen böyle oldu. Konuşma dilim yazı dilimin gerisinde kalır. Çünkü yazarken ben bilinçle hareket etmiyorum. Bu bir müzik meselesi, bir ritm, bir akış. İşte bilinç akışı o noktada devreye giriyor. Bir satır sonrasının nereye varacağını bilemeden, bilmeyi istemeden yazmak.

Araf, bir arafta kalma romanı mı, yoksa yazılışı-yayımlanışı bakımından kendisi bir araf mı?

İkisi de belki de. Eşiklere basılmaz bilirsiniz, cinlerin meşveret yeridir orası. Eşikler geçiciliği temsil eder, basmadan geç, sakın durma o safhada. Ben tersini yaptım bu romanda. Eşiğe bastım, orada durdum soluklandım ve gördüğümü yazdım. Anladım ki ben ve benim gibiler için araf bir geçici hal değil bir yaşam felsefesi.

Ömer'in içki ve sigara dışındaki en büyük sığınağı müzik. Ama neden hiç Türkçe sözlü müzik dinlemiyor Ömer? Genelde yabancı bir ülkeye gidenler, özellikle kendi ülkelerinin müziğini sığınak olarak görürler..

Çok doğru böyle bir savunma mekanizması var. Ama tersi de geçerli. Zaten Ömer’in en temel çelişkilerinden birisi de o. Sonuçta Amerika’ya yabancı olarak giden ama aslında kendi kültürüne çok daha yabancı olan bir Türk genci o. Nice nice Türk genci gibi. Böyle yüzlerce binlerce üniversite öğrencisi var. Son derece iyi yetişmiş, iyi eğitimli görünen ama kendi kültürlerini zerre kadar tanımayan, kültürel sürekliliklerini taşıyamayan sırtlayamayan ve bu yüzden de ayakları her daim biraz havada insanlar.

Ömer kendine sahip çıkma anlamında neredeyse sadece ismindeki noktalar için mücadele veriyor. Yabancılaşma isimden başlıyor ama aslında dinine ve kültürüne hayli yabancı. Hatta umursamaz görünmekle birlikte bastırılmış bir öfke var gibi... Yurt dışında gelecek arayan Türkler'de gözlemlediğiniz bir durum mu bu?

Yurtdışında çok farklı Türk gruplarını gözlemle imkanı oldu bunca sene boyunca. Birkaç temel eğilim var ısrarla tekrar eden. Bazıları gider gitmez bir yabancı ülkeye illa da Türklerden oluşan bir gruba kapağı atmak istiyor. Bazen soruyorum bir öğrenciye, filanca üniversitede okuyor, buradaki insanlar öteki öğrenciler nasıl diye sorduğumda, bilmem, diyor, ve yakınıyor o kadar az Türk var ki burada aylarca yalnrzlık çektim. Bu tavrı anlayamıyorum. 30 bin kişilik 50 bin kişilik kampüslerden söz ediyoruz. Türk yok ama Çinli var. Türk yok ama Arjantinli var. Nedir bu insanlarla konuşmanı engelleyen?
       Yurtdışındaki Türkler arasında milli kimlik bir hınç meselesi haline gelmiş. Ezildikçe ya da yadırgandıkça daha da sarılıyorsun bu zırha. Daha da sarıldıkça sen de daha çok yadırgıyorsun sana benzemeyeni. Bir kısırdöngü bu. İfrat ile tefrit arasında savruluyoruz. Ben inanıyorum ki şu dünyada bir şeyler öğreneceksek bir başkasından, yani yabancıdan öğrenebiliriz. Yani bize benzemeyenden. Hikayesi geçmişi ismi farklı olandan. İnanıyorum ki ötesine geçmek durumundayız içine doğdumuz kimliklerin. Bize doğuştan verilmiş olanın üstüne sen birey olarak ne koyuyorsun? Biraz dışına çıkmak alışkanlıklarının, bildik suların ötesine geçmek. Biraz da “öteki” olmayı denemek. Sadece sana benzeyenlerle arkadaşlık ahbaplık etmek narsisizmden başka bir şey değil. Nereye baksan kendi suretini görmek istiyorsun. Aynalarla çevrili yaşıyor niceleri. İstiyor ki etrafındaki herkes kendi suretini yansıtsın. Bu ne sanatı ne demokrasiyi ne kültürü besler.

Roman kahramanın yolu yine İstanbul'a çıkıyor ve bir karakter olarak işleniyor. İstanbul, sizin için ne ifade ediyor?

İstanbul benim için imkânsızı olur kılmak demek. Bir isyan ve teslimiyet devr-i daimi. Uzaktayken onsuz olamadığım, vardığımda yanından uzaklaştığım şehir, daimi dinmeyen bir aşk gibi. Yaralayan kahreden. Bit Palas’ta roman kahramanlarımdan birinin söylediği gibi, inanıyorum ki, İstanbul’a ya bir şeylerden kaçarak varılır ya da gün gelir ondan kaçılır. Bu hep böyle bir gel git hayatımda. Ama son tahlilde çok özel bir şehir. Benim için bir fon, bir dekor değil İstanbul. Başlı başına bir karakter ve illa ki dişi bir karakter. Gönülden bağlıyım bu şehre, o yüzden canımı yakar yokluğu da varlığı da.

Tasavvuf, önceki romanlarınızda hep oldu. Araf, Mesnevi'den bir alıntıyla başlıyor ama bir kurtuluş, arınma, anlam arayışına giren roman kahramanları (Gail ve onun peşinden Ömer) moda olduğu üzre uzak doğu mistisizmine yöneliyor. Bu, romanın teması bakımından ne anlam taşıyor?

Tasavvuf benim için bir roman malzemesi değil. Bu salt entelektüel ilgi ile açıklanabilecek bir şey değil. Bir yandan çok büyük keyif alıyorum bu alanda düşünmekten, yazmaktan, üniversitede ders vermekten. Ama bir yandan da alttan alta akan bir gönül bağım var ki onu anlatmak, onu açıklamak çok zor.
       Bana son derece ironik ve hüzünlü gelen hallerden biri de Türkiye'de genç kuşaklar tasavvuf bilmemesi. Sadece gençler değil, entelijensiya da bilmez. Türk solu tasavvuf konusunda son derece ilgisiz ve bilgisizdir. Sadece üstün körü birkaç kulaktan dolma bilgiyle yetinir. Cumhuriyet boyunca kendi kendimize verdiğimiz en büyük zararlardan biri merak etmeyi unutmamız oldu. Merak etmez olduk. Osmanlıyı merak etmek, din felsefesini merak etmek, kültürel tarihi merak etmek... uçtu gitti merak hayatımızdan. Artık sadece dedikoduları merak eder olduk.
       Türkiye’de iki kemikleşmiş kesim var. Bir tarafta yüzünü salt Batı’ya odaklamış, neredeyse bu ülkede doğmuş olmaktan utanan, merak duygusunu yitirmiş, din dendi mi sadece ve sadece bağnazlık anlayan bir elit kesim var. Bir de bu kesime tepki mahiyetinde yükselen daha muhafazakar bir yapı. Birinciler Osmanlı’yı önemsemez, tasavvuf bilmez. İkinciler ise onların reddettiği her şeyi sahiplenirken eleştirel bir gözle bakamaz kendine, geçmişe toz kondurmama adına eleştirel düşünceden uzaklaşır. İhtiyacımız olan bir üçüncü saha yaratmak. Bu paradigmanın dışına çıkabilmek zorunda kültürel dokumuz. Hem ilgili, meraklı, hem eleştirel olabilmek de mümkün.
       Kelimeleri düşünün. Bir tarafta “gerçek” kelimesini kullananlar, bir tarafta “hakikat” kelimesini. Kendi barikatlarından çıkmadan birbirlerine dil uzatıyorlar. Ben diyorum ki bu iki eğilim aslında çok farklı görünmekle beraber müthiş benzeşiyorlar. Her ikisi de ötekinin varlığını ve kelimesini ayıklamak istiyor hayatından. Her ikisi de ayıklamacı. İhtiyacımız olan hem gerçek hem hakikat kelimesini kullanabilecek kadar esnek ve çoğul bir kültürel doku yaratmak. Sol entelijensiya ile sağ entelijensiya arasında müthiş bir kopukluk var. Dil akmıyor bir gruptan bir gruba. Kültür desen o da zaten akamamış bir kuşaktan bir kuşağa. Köprülere ihtiyacı olan bir toplum Türk toplumu. Tarihsel, kültürel, edebi, zihinsel köprülere ihtiyacımız var.
Okuyabileceğiniz diğer Elif Şafak söyleşileri
▪ "Beşi bir romanda!"
Sema Arslan, Milliyet Sanat, Haziran 2004
▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar"
Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004
▪ "Kelimelerin de insanlar gibi ömrü vardır"
Melih Bayram Dede, Dergibi.com, 2000
▪ "Sayılarda gizlenen 'Mahrem'"
Pınar Göksan Aker, Cumhuriyet Kitap, 18 Kasım 2000
▪ "Karakterlerimin kâtipliğini yapıyorum"
Işıl Sönmez, Özlem Şimşek, Cumhuriyet Dergi, 2002
▪ "Pislik tam da içimizde"
Filiz Aygündüz, Milliyet Kültür Sanat, 21 Mart 2002
▪ "Pislik, belki de sandığımız kadar pis değildir"
Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 22 Mart 2002
▪ "Sezgilerimle yazıyorum"
Hasan Öztoprak, E Dergisi, Nisan 2002
▪ "Tasavvuf benim edebiyatçılığımın ayrılmaz / ayrışmaz bir katmanı"
Melih Bayram Dede, Dergibi, 5 Nisan 2002
▪ "Sekiz ayrı yüzüm var, sekizi de birbiriyle çelişiyor"
Nuriye Akman, Zaman, 21 Nisan 2002
▪ "Yazmamayı da her zaman bir seçenek olarak gördüğüm için yazabiliyorum"
Feridun Andaç, Varlık, Temmuz 2002
▪ "Hikâye anlatmayı bilen bir yazar"
Feridun Andaç, Cumhuriyet Dergi, 11 Temmuz 2002
▪ "Elif Şafak kendini anlatıyor"
Alper İlhan, düşLE İnternet Edebiyat Dergisi, Sayı 25, 2003
▪ "Aslolan kitaptır, kâtibi değil"
Efnan Atmaca, Akşam, 28 Aralık 2003
▪ "Cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum"
Sevengül Sönmez, Zaman Turkuaz Eki, 18 Ocak 2004
▪ "İşittim ve itaat ettim, yabancılık hissi geçmeyecek!"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Mart 2004
▪ "Türkçenin geçirdiği 'dil budaması devrimi'nden üzüntü duyuyorum."
, Dünya Gazetesi, 21 Nisan 2004
▪ "Arafta kalmak, hudutları aşmaktır"
Elif Tunca, Zaman, 10 Mayıs 2004
▪ "Hep deliliğe yakın oldum"
Nuriye Akman, Zaman, 16 Mayıs 2004
▪ "Beni anlatmak değildir edebiyat, ben olmaktan çıkmaktır."
Erdem Öztop, Cumhuriyet Kitap Eki, 15 Temmuz 2004
▪ "Med-Cezir, yazma mevsimiyle romandan kurtulma mevsimi arasındaki sarkaçtı"
İhsan Yılmaz, Hürriyet Cumartesi Keyif Eki, 3 Aralık 2005
▪ "Mozaik değil ebru modeli konuşulmalı"
Derya Sazak, Milliyet, 12 Aralık 2005
▪ "Derdimiz Nobel almak değil onaylanmak"
Fadime Özkan, Yeni Şafak, 3 Ocak 2006
▪ "Hafızamı Kaybettim, Hükümsüzdür"
Seda Arıcıoğlu, Cosmopolitan Dergi, Mart 2006
▪ "Kuşaklar arasında hafızayı kadınlar aktarıyor!"
Cem Erciyes, Milliyet Sanat Dergisi, Mart 2006
▪ "Geçmişi bir an evvel elimizden çıkarılacakbir bavul gibi görmüşüz"
İhsan Yılmaz, Hürriyet Pazar Keyif Eki, 5 Mart 2006
▪ "Ben siyasetçi ya da tarihçi değil yazarım, benim derdim insanla"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Nisan 2006
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X