Bülent Somay:
"Türk solu Kemalizm imtihanından kaldı"
Said Aydın, Kitap Zamanı, 4 Ağustos 2008
Bülent Somay, beşinci kitabı Çokbilmiş Özne ile okuyucunun karşısına çıktı. Somay, yazarlığının yanı sıra akademisyenlik, çevirmenlik, müzisyenlik, editörlük gibi başka faaliyetlerle de önemli bir entelektüel özne. Yazarla yayıncılık, entelektüel kimlik ve son kitabı üzerine konuştuk.

Çokbilmiş Özne’nin önceki kitaplarla, dahası bir önceki kitabınız Bir Şeyler Eksik’le, bağlantısı ya da farkları nedir? Düşünsel anlamda bir kanonik yapı seziyorum çünkü ben kitaplarınızda...

Bu sorunun yanıtını bir önceki kitabımda, Tarihin Bilinçdışı’nda bulmak mümkün aslında. Orada toplumun/doğanın tarihi/öyküsü ile bu tarihi/öyküyü yazan öznenin tarihini/öyküsünü birbirinden ayıramayacağımızı, bu ikisinin birbirinin içine geçmiş olduğunu söylüyordum. Bir Şeyler Eksik o öznenin “iç dünyasının” kuruluşu ve sorunları üzerine bir kitap. Cinsel/duygusal ilişkilerimizin gündelik, sıradan sorunlarından yola çıkıp kutsal ile, kainat ile ilişkimizin sorunlarına doğru ilerliyor. Çokbilmiş Özne ise bu şekilde kurulmuş olan öznenin dışındaki dünya ile, toplumsal ve politik olan ile ilişkisini kurcalamaya çalışıyor. Hem yöntem açısından, hem de somut bir ülkenin, Türkiye’nin yakın tarihi ile bağlantısı içinde. Yani, örneğin “Garp Mukallidi Züppe” figürü aynı zamanda “Kıskanırım Seni Ben” diyen öznedir de. “Muhayyel Kemalist Özne” aynı zamanda, özel hayatında da “Beyaz Atlı Şövalye” olmaya soyunabilir. “Gerçek Orada Bir Yerde” diye yola çıkan bir “Hamlet Kuşağı”ndan söz etmek mümkün değil mi?

Kitapta dokuz yıllık dönemde yazılmış makaleler var. Kitap baştan sona okunduğunda sanki baştan sona “tasarlanarak” yazılmış gibi. Yukarıdaki soruyla da ilişkili olarak denebilir ki, kitabı oluşturan makaleler arasında da bir tasarlanmış (belki bilinçdışı olarak) durum var sanki?

Bu izlenim biraz da ilk ve son makalelerin, “Radikal İkirciklilik Üzerine” ile “Madunların Küstahlığı”nın böyle bir tasarım çerçevesinde yazılmış olmalarından kaynaklanıyor olabilir. En nihayet o iki makaleyi yazarken diğerleri önümde hazır duruyordu. Kendi bilinçdışımı “bilmek” iddiasında olsam, söylediğim birçok şeyi geri almak zorunda kalırdım, ama yarı-bilinçli bir tasarım var tabii ki. Ancak mutlak bir tutarlılık olduğuna inanmıyorum. Çok tutarlı bir yazar olduğum söylenemez, tersine değişmeye açık olmak isterim. Tabii bundan kastım, duruma göre “şöyle iken böyle olmak” değil (ona oportünizm diyoruz). Ama bir örnek vereyim, “şenlik” kavramının ilk kitabım Geriye Kalan Devrimdir’de yer alan, ta 1985’te yazdığım “Muhalif Söylemin Şenlikleşmesi” denemesinde ele alınışı ile son kitabımdaki “Madunların Küstahlığı” makalesinde ele alınışı arasında, en azından bu kavrama karşı duygusal konumlanışımda çok belirgin bir fark var. O zamanlar (23 yıl önce) çok daha iyimser bir yaklaşımım varken, şenlikten çok şey beklerken, bugün şenliğin kendisinin de çok önemli tehlikeler içerebileceğini söylüyorum. Kuşkusuz, bu asık yüzlülüğü, kibirli bir ciddiyeti savunduğum anlamına gelmiyor. Tersine, anlamlı bir muhalefet gene de şenlikten geçecektir. Ancak kendi keyfimizde boğulma tehlikesini de asla göz ardı etmemeliyiz diye eklemeden edemiyorum bugün.

Yayıncılık alanına da yakın birisiniz. Son dönemde (özellikle Notos’un son sayısında) bu alanın (istatistikler kanıt gösterilerek) büyük bir çıkmazda olduğu söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Sığ bir Baudrillard’cılık bize (biraz da hevesle) kâğıt üzerinde yayıncılık alanının sanal karşısında yenik düştüğünü söyleyip işi orada bırakacaktır. Ben ise biraz daha derine bakıp, 21. yüzyılın bilme/öğrenme pratikleriyle olan ilişkimizi ciddi bir krize soktuğunu söylemeyi tercih ederim. Bunun nedenlerinin başlıcası da Ernst Bloch’un “Umut İlkesi” dediği şeyin (bu arada Umut İlkesi kitabının ilk cildi Tanıl Bora’nın harika çevirisiyle yayımlandı, herkese öneririm), kapitalizmin giderek akıl dışına düşmeye başlayan, panik halindeki kendini koruma refleksleri tarafından geçersizleştirilmeye başlamış olmasıdır. Umut etmeye korkan insanın okuyacak bir şeyi de olmaz, niye olsun ki? “Bir kitap okudum, hayatım değişti” (Orhan Pamuk Yeni Hayat’ta söylemişti bunu, değil mi?) diyen insana acıyarak bakılan bir çağda yaşıyoruz. Hayatla kitap arasında ne bağlantı var, değil mi? Oysa ben de okuduklarıyla hayatı değişen insanlardan biriyim ve bu yüzden de hiçbir çokbilmiş postmodern yeniyetmeden özür dilemeye niyetim yok. Cyrano de Bergerac’dan yalakalığın en affedilmez günah olduğunu, Alman İdeolojisi’nden dünyayı bal gibi de değiştirebileceğimi(zi), Marat/Sade’dan devrimin her zaman sandığımız devrim olmadığını, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nden tekeşliliğin, mülkiyetçiliğin ve despotluğun alnımızda yazılı olmadığını öğrenerek büyüdüm. Bunları öğrenme ihtiyacının geçmişte kaldığını da düşünmüyorum. Sadece bize daha uzak yerlerde duruyorlar şimdi, onlara ulaşmak için daha fazla çaba gerekiyor. Bu koşullarda hâlâ yayıncılık yapmak gibi Don Kişotvari bir işle uğraşanlara saygım daha da çok artıyor. Ya toptan Wikipedia’ya mahkum kalsaydık!!!

“Geriye kalan devrim” midir?

Her zaman. Ama “devrim” derken neyi kastettiğimizi de çok iyi tanımlamamız lazım. 27 Mayıs’ı devrim sandığımız sürece, Ergenekon tayfasının kendilerini bir tür devrimci olarak öne sürmeleriyle başa çıkmamız da mümkün olmaz. 7-8 yıl kadar önce Beyoğlu’nda yürürken İşçi Partili gençler (şimdi asla hatırlamadığım bir konuda) imza almak istediler benden. Ben de onlara imzayı kimin topladığının çok önemli olduğunu, Doğu Perinçek benden “Gözünün üstünde kaşın var” cümlesine imza istese vermeyeceğimi söyledim. Benimle konuşan genç kız, “Siz Doğu Perinçek’e karşısınız, öyleyse devrime de karşısınız” dedi. “Evet,” dedim, “Eğer devrim onun yapacağı bir şey ise, kesinlikle karşıyım.” Kehanet diye buna denir, değil mi? Doğu Perinçek’in kafasındaki “devrim”in ne olduğunu adım adım görüyoruz işte. Ancak “tohumun ağaca inkılabı” anlamındaki, “iki ölü yıldızın çarpışıp yeni bir yıldız yaratması” anlamındaki “devrim” kavramını kirletmeye ne onun gücü yeter, ne de 250 yıllık tarihleriyle tüm Jakobenlerin.

Edebiyat camiasında da, akademide de artık neredeyse bir “nostalji”ye dönüşmüş olan Defter dergisi hakkında neler söylersiniz? Çünkü sizin de yoğun bir emek harcadığınız bir dergiydi Defter. Değil mi?

Defter çok önemli bir dergiydi. Benim Defter’e katılmam, orada emek harcamam 1990’ların sonlarına rastlar. O zaman Defter neredeyse on yıldır yayımlanıyordu zaten. Başlangıçta biraz da aşırı keskinlik ederek, Defter’den daha politik bir dergiye ihtiyacımız olduğunu söyleyip kenarda durmayı seçmiştim. Seçtim de ne oldu? Daha “politik” bir şey mi yaptım? Hayır, demek ki gerekçem aslında “gerçek” değilmiş. Bugünden geriye baktığımda o zamanlar yaptığım kaçaklığın, kendime biraz daha yoğun bir biçimde müzikle uğraşmak için alan, boş vakit yaratmak amacını taşıdığını görüyorum. Nitekim 1985-95 aralığı benim müzikle en çok uğraştığım yıllar oldu. Ama insan kendine bunu itiraf etmek yerine keskin, radikal görünen gerekçeleri tercih ediyor. Bugünkü halim, o günkü halimi görse, dalga geçmekle şefkatle başını okşamak arasında tereddütte kalırdı herhalde. Defter bence (yani bugünden baktığımda) politik olmayan bir dergi değildi, tam tersine politikanın dilini ve üslubunu değiştirmeye çalışan, ama bunu tam da ne istediğini bilerek yapmadığı için, aslında radikalizmle (ya da onun keskin ve vicdansız suretleriyle) sorunları olduğu için, yer yer bocalayan bir dergiydi. Ancak o bocalamalar bile kendini sorgulamayan bir keskinliğe, küstah bir kendinden eminliğe kıyasla büyük bir aşama sayılmalı. Bu on beş yıllık çaba geriye önemli bir miras bıraktı diye düşünüyorum. Bugün, yani politik tartışmaların yeniden kızıştığı bu dönemde, 1960’lı, 70’li yılların dil ve üslubuna dönmeye hevesli birazcık daha az insan varsa, bunda Defter’in payı büyüktür.

Kitap bir Leonard Cohen epigrafıyla açılıyor. Bu da size “müzik”le ilgili sorulacak soru için zemin (hatta verim) oluyor: “Mozaik Müzik Topluluğu”nun ardından sanırım en son “Bülent Somay Band” isimli bir grubunuz vardı. O yöndeki çalışmalar (yazınsal anlamda da) ne durumda hayatınızda?

Müzik bir anlamda benim piç (verili, meşru ilişkiler dışında peydahladığım) çocuğum. O yüzden de aramızda hep sorunlu bir ilişki olageldi. Bir türlü kendimi “müzisyen” olarak tanımlamayı başaramadım, ama müziksiz de kalamadım hiçbir zaman. Kendimi en iyi hissettiğim anlar beste yaptığım anlardır (sözü ve müziğiyle bir arada). Şimdilik müziğe “ara” verdim, hem üniversitedeki işlerim zaman bırakmadığı için, hem de gene dönemsel uzaklaşma ya da “soğumalarımdan” birini yaşadığım için. Ama biliyorum (pek sevdiğim bir müzisyen olan, The Weavers’ın kurucusu, Pete Seeger’ın yoldaşı Lee Hayes’in tabiriyle), “Bu da geçer”.

Kitabın ismi ilk okuyuşta bana iddialı gelmişti. Bunda neyi kastettiğinizi ilk elden anlamamamın etkisi de var elbet. Ama “Gerçek” karşısında fanteziler geliştirmektense ikircikli kalmayı seçenlerin radikalleşmesi, kendilerini “çok bilmiş öznelerden” korumayı öğrenmesidir.” cümlesi sanırım oldukça açıklayıcı oluyor...

Umarım öyledir, çünkü bu bir eylem ve örgütlenme çağrısı aslında. Bir araya gelmeden kendimizi ne İslamcı/Neo-liberal/AB’ci kadroların soğuk, nobran, işbilir/işbitirir çokbilmişliğinden, ne de Asya eksenli bir despot kapitalizmin öncüsü olmaya soyunan neo-faşistlerin şiddetinden koruyabiliriz. İşçi sınıfının bu iki yapılanmaya karşı başkaldıracağı günü beklemek yetmez, ama öte yandan o günü “örgütleyemeyiz” de. Yalnızca bugünden hazır olmaya, kendi çokbilmişliklerimizden, kendi despotluklarımızdan arınmaya çalışabiliriz, bu arınmayı sağlayacak dili, örgütlenme ve eylemlilik biçimlerini araştırabiliriz. Deneyebilir ve yanılabiliriz. En kötü yanlışımız bile, varolan ikili yapının bir tarafına yamanarak ahlaktan arınmış bir sözde huzura ermekten daha kötü olmayacaktır.

Sahi, Türkiye’de “Garp Mukallidi Züppe”ler ne yer, ne içerler? Kimdir bunlar Sayın Somay? Nasıl durmalıyız bu “topluluğun” karşısında yahut yanında?

Onlar için üzgünüm, çünkü giderek soyları tükeniyor. Yerlerini Liberal ve İslamcı çeşitleriyle açık AB şakşakçıları alıyor. Karşılarındaki “Muhayyel Kemalist Özne” de giderek cisimleşiyor, gerçeklik kazanıyor. Küresel kapitalizmin Avrupa cenahına yamanma heveslileriyle Asya tipi despot bir kapitalizmin “önde gelenlerinden” bir ülke olma heveslileri, üçüncü seçenekleri hızla ortadan kaldırarak hepimizi köşeye kıstırıyorlar. “Garp Mukallidi Züppe”, kararsızlığı, efemineliği, histerikliği ve travestiliğiyle de olsa, bu iki özneden çok daha insancaydı. Bir yana Tayyip Erdoğan’ı öte yana da Doğu Perinçek ya da Veli Küçük’ü koyarsanız, ben bu ikilikten sıyrılıp gene de Araba Sevdası’nın Bihruz Bey’ini seçerdim. Ne yazık ki, artık o kahraman olamayan kahramana sadece ağıt yakabiliriz.

Türkiye solunun Kemalizmle imtihanının son vecheleri üzerine ne dersiniz?

Çoğunluk için: Otur! Sıfır! Kafası karışık azınlık için: Evladım git biraz daha çalış da gel! (Bir aklıevvel Ferda Keskin’le yaptığımız Foucault söyleşisinde ikimizin de birer “pseudo-başöğretmen” edasında olduğumuzu yazmıştı. Bir deneyeyim bakayım dedim, nasıl oluyormuş!)

Son olarak, oldukça öznel bir “yorum” olarak, Slavoj Zizek’e yazdığınız açık mektupları daha sık okusak ne güzel olur diyorum...

Keşke dünyada Slavoj gibi insanlar daha çok olsa derim ben de. Zizek ile yıllardır kısa kısa yazışırız; şahsen tanışmak geçtiğimiz kasım ayında kısmet oldu. Yazılarından tanıyıp da tanıştığımda hayal kırıklığına uğramadığım çok az sayıda insandan biridir. O mektubu yazalı bir buçuk sene filan oldu. Slavoj’un son kitabında (In Defense of Lost Causes: Kayıp Davaları Savunmak) o mektuptan yapılmış uzunca bir alıntı vardır; sanıyorum işçi sınıfı ve halk kavramları arasındaki yapısal fark konusunda getirdiğim tartışmaya kısmen ikna olduğu için yaptı. Anlamlı ve karşılıklı konuşabilmenin giderek zorlaştığı bu çağda, söylediğiniz bir sözün (olumlu ya da olumsuz, kabullenen ya da eleştiren) bir karşılık bulması çok önemli, insana düşünme ve yazma şevki veriyor. Kısacası, o tür mektupları daha sık okumak için, yazdıklarımı ya da yaptıklarımı alkışlamak ya da yerin dibine batırmak yerine tartışmaya katılmanız gerekecek. O zaman hepimiz daha çok söyleyecek söz buluruz, bir arada yapacak daha çok şeyimiz olur.
Okuyabileceğiniz diğer Bülent Somay söyleşileri
▪ "İnsan ötekiyle doğar ve Devrimde akıl durur..."
Hamza Aktan, Birgün Pazar Eki, 21 Kasım 2004
▪ "Bir kitaba bedel şarkı sözleri"
Barış Müstecaplıoğlu, Boğaziçi Dergisi, Kasım 2009
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X