Sema Kaygusuz:
"Biz uluorta severiz"
Arzuhan Birvar, Okan Yılmaz, Abdullah Ezik, Deniz Gündoğan, IAN.Edebiyat, 2016
Yüzünde Bir Yer'i yazıncaya kadar bir yazar değildim. Hiç yazar olmadığım, yazı yazmayı hiç bilmediğim o saf merakı çok özledim” diyen Sema Kaygusuz bu ay Odak Yazar sayfalarımızın konuğu. romanları, öyküleri ve oyun kitabını incelediğimiz Kaygusuz’la boşluk, dişilik ve yazı hayatı üzerine de söyleştik.

Arzuhan Birvar: Yüzünde Bir Yer kitabınızda “Varlığım varoluşa azmettirecek olan, hislerin değil boşluğundur çünkü,” diyorsunuz. Bu boşluktan bahseder misiniz biraz?

Boşluk, haznedir diye başlayalım o hâlde. Bir bakıma açıklıktır. Yazının kendini gerçekleştirdiği mekân. İnsanı varlığa azmettiren suskunluk, tercüme edildikçe kayıp veren dil... Omur iliğimizdeki kanaldır, boşluk. Boşluğun bedendeki büyüklüğünü tasavvur dahi edemeyiz. Bu tasavvur edemediğimiz boşluğun birazcığını yazıya tercüme etmeye yeltendim. Yüzünde Bir Yer’i yazdıktan sonra niçin yazar olduğumu da anladım aslında. Beni dünyaya çağıran annesel çağrının içindeki lütuf ve keder kütüğüme yazılmamıştı. Anlatılamayan bir hikâyeye doğmuştum. Katliamlardan sonra gelen kuşakların çoğunda vardır aynı duygu. Dünyayı sevmeye devam etmek için çağrıldığını sanman gerekir ve tabulaşmak üzere olan boşluğu plazmaya çevirmen gerek. Böyle işte. En kısaca ve kafa karıştırmadan söyleyebileceğim şey budur, boşluk için.

Arzuhan Birvar: Öyküleriniz ve romanlarınızda anılar çok önemli bir yere sahip. Nietzsche “Anı irin toplayan bir yara dır” der. Yüzünde Bir Yer kitabınızda da bu cinsten hikâyeler var. Anılarımız en çok yaralarımızla mı ilişkilidir?

Anıların en iyi tarafı kurgulanabilecek esnekliğe sahip olmaları. Büzer, keser, üst üste bindirir şu an için ihtiyaç duyulan kesiti yaratabilirsiniz. Harika aldanmaların, muazzam aklanmaların, türlü çarpıtmaların yüzeysel kaynağı, anılar... Birçoğu değiştirilerek anlatılır. Şimdiki zamana katılabilmek için birer vesileye dönüştükleri de olur. Zaten anlatılması bile şimdiki zamana içkindir. Her geçen gün daha da güzelleşen ya da gün geçtikçe korkunçlaşan anıları düşünürsek hakikatle kurduğumuz ilişkinin ne denli dolambaçlı olduğunu hatırlayabiliriz. Nostaljik, melodramatik ve perver olmak için o kadar da çaba harcamamıza gerek yok. Anılarımız bize yeter. Bütün bu söylediklerimden yola çıkarak Yüzünde Bir Yer romanımın anılarla hiçbir ilgisinin olmadığını, hafızamın dilsiz kuyusundan gelen bir metin olduğunu açıklamış olduğumu sanıyorum.

Okan Yılmaz: Öykülerinizde çeşitli kadın profilleri görüyoruz. Öyküleriniz kadın karakterler için bir tür çıkış noktası mı?

Sanmıyorum. Bildiğim kadarıyla benim yazımda kadınlar, erkekler ve çocuklar, ve atlar, ve üzüm kütükleri, ve köpekler, pisi balıkları ve rüzgâr türleri ve dağlar eşit ağırlıklı olarak kelimelere dağılır. Yazı derken, bütün canlı özleri kutlayan dişi bir yazıdan söz ediyorum. Örneğin Kafka, Joyce, Christa Wolf, Bilge Karasu, Shakespeare, Poe, Virginia Woolf, Vüsat Bener ve daha nice yazarın yazısı okuru bedene çağırır. O canlı ete. Modern insanın görünüm ya da hastalık sebebiyle itina ettiği bedenden söz etmiyorum. Bir hayvan, bir arzu, bir otomat, sürekli bir üreme, sürekli ölüm olarak beden. Onuru tenselleştiren bedenden söz ediyorum. Dişi yazı okuru omurgasına yerleştirir. Yeryüzünün duyumsallığını fallus merkezli anlayışların dışına çıkarak, hiç tarif edilmemiş bir başkalık üzerinden tasvir eder. Tarif etmez. Açıklamaz. Buyurganlaşmaz. Dişi yazı, yerleşik olanla ekonomik bir ilişkiye girmez. Kendini ifade etmek için başkasına mecbur değildir. Kendisi başlı başına başka’dır zaten. Yerleşik değerlerin altını oyabilir, babasının yasını tutan Hamlet’in babasını öldürme arzusunu da taşıyabilir. Dişi yazı okurun yalnızca zihnini kışkırtmaz, göbek deliğindeki o epeski sızıyı da hatırlatır.

Abdullah Ezik: Karaduygun'da dikkati çeken önemli unsurlardan biri olarak Birhan Keskin’in hayatından bir kesit anlatılırken buna öyküler, kitabın yazılma süreci, yaşadığınız çeşitli anılar vs. de ekleniyor. Bu çok katmanlı yapı tam olarak nasıl yorumlanmalı ve ne zaman oluştu? Kitabı yazmaya başlamadan önce böyle bir şablon var mıydı?

Karaduygun, dünyadaki her şeyle kurduğum ilişkilerin kırılıp yeni ilişki biçimlerini icat etmeye başladığım bir döneme denk geliyor. Çok karışık bir şey söyledim, biliyorum. Elimden geldiğince açıklamaya çalışayım. Ben eskiden yazar değildim. Yüzünde Bir Yer'i yazıncaya kadar bir yazar değildim. Yani nesne olarak yazar, oyuncu/ aktör olarak yazar, sosyal bir “düzey” olarak, “görüntü” olarak yazar değildim. Yazımı okura teslim ediyor, kendi küçük yaşam alanıma geri dönüyordum. Ne zaman Yüzünde Bir Yer yayımlandı, ben işte o zaman, az önce saydığım bir tür dünyevi nesneye dönüştüm. İhaneti, yalanı, bir katliam karşısındaki horgörülü inkarı, en yakın dostların sessizliğini, politik sahtekarlığı birebir tenimde tattım. Demek ne kadar korunaklı bir hayatım varmış ki bu duygusal zorbalıklar yüzünden kökensel bir afallama yaşadım. Karaduygun işte o afallamanın ve ayağa kalkıp söz almanın metnidir. Kurgusal yapısı, farklı metin yapılarıyla iç içeliği, parçalılığı bu yüzdendir. Birhan’ın varlığı ise bir tür tanık gösterme ve ötekini uluorta sevebilmeyi söyleme gösterisidir. Biz, her ne olursa olsun uluorta severiz. Ardından Sultan ve Şair, en sonunda Barbarın Kahkahası geldi. Barbarın Kahkahası benim açımdan bir dönemin de sonudur. Sitemden avaz avaz haykırışa doğru ilerleyen bu dil bence görevini tamamladı artık. Duyguların acı tortusu yazıldı bence. Şimdi başlangıç noktasına geri dönüyorum. Hiç yazar olmadığım, yazı yazmayı hiç bilmediğim o saf merakı çok özledim.

Deniz Gündoğan: Düşüncelere dalan her karakterin şeffaf kurmaca zihniyle baş başayız Barbarın Kahkahası'nda. Ancak diyalogların gücü, karakterlerin zihnine işaret eden bütün iç sesler, tutumlar, karakterlerin kendilerine çok da ait olmayan duygu salınışları ve hatta tensel eylemler kurmaca zihinleri usta bir denizci düğümü gibi ardı ardına birbirine eklemiş. Bu anlamda Barbarın Kahkahası'nı bugünün dünyasına ve insanına gönderme yapan toplumsal bir zihin olarak okumak ne derece mümkün?

Elbette diyebiliriz. Hatta daha ileri gidip zihniyet okuması da diyebiliriz. Sizin kavrayışınıza kendi tercümemi de eklersem, zihinlerin zihniyetlerine tutulu kaldıkları bir arayüzden, benlik ile sosyal konum arasında kalan civa kıvamındaki o meşum kendine aldanıştan söz ediyor (olabilir) Barbarın Kahkahası. Bireyler kendine aldanırken topluma da bitişmeye çalışır. Şuuru yerindeyken şuursuzlaşır. Geleneğin içinde kalarak güvenlik çemberini çizer. Bu iç çember antropolojinin, tarihin, etnografyanın konusudur, edebiyatın değil. Benim anladığım edebiyat, folklorla veya kültürle ilgilenmez. Kültürü olduğu gibi kabullenecek çelebi bir karakter değildir. Ne ahlâki üstünlük kuracak siyasidir, ne de herkese kendini sevdirecek kadar mütevazı. Edebiyatın yası, hasreti, arzusu, hiç olmazsa niyeti vardır. Bir niyetle ısırır, bir niyetle huzur bozar, bir niyetle yoldan çıkarır.

Şimdi Barbarın Kahkahası'na geri dönersek, romandaki kahramanların hiçbiri, müdire hanımdan müşterilere, aşçıdan yamağına hiçbiri bildiğimiz anlamda geleneğin içinde kalan bireyler değil. Dediğiniz gibi, o kadar da kendi hâllerinde değiller. Geleneksel yaşam çemberinin sınırına dayanmış, öte tarafa geçmeden az önceki aşamadalar. Hikâyelerini anlatıyorlar. Tam da birer kişi olmak üzereler. Üstelik yardım alabilecekleri bir yazardan, ruhsal durumlarını analiz eden bir üst bakıştan yoksunlar. Simin olmasa yapayalnız kalacaklar. Açıkta zonklayan birer yara gibiler. Az daha zorlasalar birer trajedi kahramanı olmak üzereler. Sanki biri onlara bir romanda yaşamayı teklif etmiş. Sanıyorum siz de bunu kastettiniz. Bu söylediğinizde sonuna kadar haklısınız. Gelgelelim bütün haklılıklar gibi bu da tartışmaya açık. Çünkü o romandaki kişiler sahiden de varlar. Kanser hücresi gibi hızla yayılıyorlar. Benim kişisel âlemimde ise belki de hayatlarında ilk kez birer zihniyet, birer tavır olarak öne sürüldüler. Sözün özü, Barbarın Kahkahası'nın son sayfasında sunu olarak sunulan okurun sandığı gibi yalnızca keçi değildi, aynı zamanda yazarın öznelliğiydi.

Deniz Gündoğan: Barbarın Kahkahası, başkanın kanıyla, başkanın can suyuyla beslenenler üzerine kurulu. Kendilerine keskin bir yabancılaşma yaşayanlar ortadaki “sidik” meselesini” ya da kendi meselelerini halletmek için değil de bilinçsizce kaybetmek, onulur olmaktan çıkmak için var güçle konuşuyorlar sanki. Bu süreçte içinde bulundukları ekolojik ağa, doğaya ve karşılarındaki çocuğa giderek yabancılaşıyorlar. Barbarın Kahkahası'nı okurken Yere Düşen Dualar'daki şu cümle düşer aklımıza: “Doğa, insanın doğusunda kalan, zamandan arındığımız zamansız bir kıtadır...” Barbarın Kahkahası'nda doğa, deniz, hayvan insanın neresinde duruyor ya da neresinden kaçıyor?

Sorunuz bana Cevat Karahasan’ın Gece Meclisi kitabındaki bir cümleyi anımsattı. Aklımda kaldığı kadarıyla “Nazizm,” diyordu, “ötekinin aldığı havayı kıskanmaktır.” Aslında böylesi çiğ bir duyguyla baş edebilecek gücümüz var bizim, öyle değil mi? Hem eriştiğimiz ahlâki birikim, hem de bilimsel donanımlarımız sayesinde faşizm imkânsız olmalıydı. Yani atomaltı âlemden haberdar olan birisi için bundan böyle fark ya da başkalık olamaz, olmamalıydı diye düşünüyor insan. Sonuçta röntgen çektirince karşına çıkan herkesin göğüs kafesi, herkesin kafatası... Oysa faşizm bütün gücünü maneviyattan alıyor. Emin olun kuru kuruya parti programı ya da ne bileyim disiplinli bir kurumun sistemi olsaydı kolay kolay hayata geçemezdi. Ama onu menakıpnâmeler, ulusal doğuş mitleri, kutsal buyruk ya da tılsımlı methiyelere buladığınız anda bireylerin hayat içgüdüsünü kolaylıkla bastırıp onları doğa kanunlarından ayırabilirsiniz. Onlar artık yaratılmış olandır. Doğmak doğaya, yaratılmış olmaksa bireyleri nesil ve gelenek misyonuna, ulusa ya da vatana bağlar. Hayat içgüdüsüne ve doğanın verdiği zevklere sırtını dönerek “daha yüce” olduğunu düşündükleri bir hayat amacına yönelmelerini kolaylaştırır. Diyeceğim, faşizm daima kutsal bir hikâyeye mecburdur, böylece öteki insanın içindeki doğayı söküp çıkarabilir. Benim küçük barbarım Ozan’ın roman boyunca kat ettiği yol tam da böyle bir meseleye gelip dayanıyor. Kültürle arasındaki ilk yarığı açan şey bir doğa deneyimi. Ozan canlı bir av olarak doğayı, et olan doğayı, tuz olan doğayı, kültürün ilk eşiği olan ateşi/ ocağı ilkel bir şiirsellikle hepimize teklif etti aslında. Bizler kabul etmeyi beceremedik.

Deniz Gündoğan: Selçuk ve Alikâr’ın esrik sohbetinin bir bölümünde şu sözleri duyarız: “Ama bu dilim yok mu ah dilim benim. İlk yabancı lisanım, kendi dilim.” Suskun olan kendi dilimizin görkemi karşısında dil, ben ve öteki arasındaki etkileşim nasıl yansıyor bu metninize? Yazınsal uzamda dil, dış dünyayı doğrudan aktaran bir araç mı yoksa gerçekliği tersyüz etme aracı mı? Sustuğumuz neleri konuşabiliyoruz Barbarın Kahkahası'nda?

Alikâr, tanrıya dil verenlerden biri olduğunu hissediyor. Hep o derin iç sarsıntısında göçebe ve esrik bir ruh hâline tutulu kalacak büyük olasılıkla. Bilmiyorum fark ettiniz mi, maneviyatı güçlü olan insanların tanrı kuşkusu çok daha ağır, dolayısıyla daha gör kemlidir. Alikâr’ın dili bir itiraz dili değildir bu anlamda, ortalama muhalif bir dil de değildir. Tam anlamıyla kopuş dilidir. Babadan kopuşun, peygamberden kopuşun dili. Onun yaşadığı ruhsal iklimde artık bir aracıya gereksinimi kalmamıştır. Gelenek içindeki yerleşik itaatkârlık anlamını yitirmiştir. Cebrail’in ta kendisidir artık. Bundan böyle ağzından çıkan her söz tanrıya aittir. Gördüğünüz gibi bu dil meselesi hakikaten çok uzun hatta bence yıpratıcı bir konu. Geçen gün bendir hocam Olcayto Art kasnağın içindeki dilden söz etti. Bendire düm te ke düm tek diye vurmazdan önce, o düm ve o tek’lerin zamanın içindeki süreleri belirlediğini, böylece erbaninin bir mekâna dönüştüğünü anlattı. Üstüne basa basa hep “dil” dedi. Çalgıyı dile dönüştürmek... Benim çıkarsamam ise dil zaten var, dediğiniz gibi susulan, söylenmeyen sözün gözesi olarak da var dil. Dil açığa çıkar çıkmaz kendine bir mekân kuruyor. Düm teke düm tek’in mekânı olarak erbani, yazının mekânı olarak roman, böyle böyle sonsuz çeşitlemeler üretebiliriz. Ama en nihayetinde suskunluk hep baki kalacak. Çünkü düş, dünyevi ihtirasların ötesinde sahiden düşse asla gerçekleşemez. Sözgelimi ben düşlediğim yazıya hiçbir zaman ulaşamadım. Ulaşsaydım büyük olasılıkla yazar olarak da anılmazdım.

Okuyabileceğiniz diğer Sema Kaygusuz söyleşileri
▪ "Edebiyatın cinsiyetçi sinir uçları"
İrem Uzunhasanoğlu, Gazete Duvar, 19 Eylül 2019
▪ "Edebiyat ne bir teselli mekanizmasıdır ne de ağır ve karanlık bir tapınak"
Berna Abik, istanbullife.com.tr, 30 Ekim 2019
▪ "Sultan ve Şair üzerine"
Ahmet Coka, Çerçi Sanat, Temmuz 2014
▪ "Barbarın Kahkahası'ndan kimse kurtulamayacak"
Sibel Oral, Cumhuriyet Gazetesi, 25 Mayıs 2015
▪ "Yazı İçimde Sadece Türkçe Değildir"
Irmak Zileli, Remzi Kitap Gazetesi, Şubat 2016
▪ "Teselli eden edebiyatçı olur mu hiç?"
E. Mahmut Haktan, Cumhuriyet Kitap Eki, 5 Mayıs 2016
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X