Aron Aji:
"Bilge Karasu çevirmeni Aron Aji ile Türk edebiyatı üzerine bir söyleşi"
Ebru Onay, Kanat Dergisi, Güz 2011
Bilge Karasu'nun Göçmüş Kediler Bahçesi adlı romanının çevirisiyle ABD'de Ulusal Çeviri Ödülü'nü kazanan Aron Aji’yle “Altı Ay Bir Güz: Bilge Karasu Sempozyumu” için Ankara’ya geldiğinde bir röportaj yaptık. Kanat Dergisi için yapılan bu röportajda Aji’nin çevirmenliği ve Türk edebiyatıyla ilişkisi üzerine konuştuk.
Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? İlk çevirilerinizi kimlerden yaptınız ve bu sizin çeviri hayatınızı nasıl yönlerdirdi?

1995’te çeviri yapma amacıyla ve çevireceğim kitaplar bulma amacıyla Türkiye’ye gelmiştim. Acıklı bir tesadüf, o yaz Bilge Karasu vefat etmişti. Onunla ilgili eserler ve makaleler yayımlandı. Onları okuduğumda Bilge Karasu’nun eserlerini inceleyip öğrenmem gerektiğine inandım ve koştum bütün kitaplarını aldım. Daha sonra; edebiyat anlayışına değer verdiğim arkadaşlara da “Ben bir yazarı çevirmek istiyorum. Kimi çevireyim?” dediğimde, “Bilge Karasu” dediler. Bunun neden olduğunu ben tam olarak bilmiyorum; ama büyük ihtimal herkesin aklında Bilge Karasu vardı o dönemde; çünkü yeni vefat etmişti. Ayrıca; edebiyatsever okur kitlesi için Bilge Karasu çok özel ve edebiyattan taviz vermeyen bir yazar. Havai okunacak bir yazar olmadığı için “Çeviriye el atacaksan buyur bununla el at bakalım.” gibisinden. Çok zorlu bir yazar. Benim için çeviriye dönmek ana dilime dönmek arzusuyla birebir ilişkili. Bu bir ihtiyaç oldu bende; çünkü 1995’te ben takriben on üç yıldır Amerika’dayım ve bu saatten sonra artık yavaş yavaş farkına varıyorum ki dilimle olan ilişkimin edebiyat boyutunda gelişmesi lazım; çünkü güncel [gündelik] hayatımda bu yok. Güncel [gündelik] hayatımda İngilizce öğretiyorum, İngilizce kompozisyon öğretiyorum, İngilizce edebiyat öğretiyorum. İngilizcemin yetkin olması gerektiğinden sürekli İngilizce içinde yaşıyorum. Türkçeye dönebilmek için çeviriye döndüm hem tesadüf eseri hem de çok pozitif bir aşkla Bilge Karasu’yu buldum. Dil arzusuyla çeviriye dönüğümde Bilge Karasu gibi birini bulmak benim için çok müthiş bir servet.

Önce bir çeviri yapmak istediniz daha sonra Bilge Karasu’ya karar verdiniz diyebilir miyiz?

Çeviri ve dil. Dilimle tekrar bir bütün olabilmek, tekrar dilimde yaşayabilmek. Ben o arzuyla çeviriye gidiyorum ve dilde yaşayan bir yazar buluyorum. Daha da önemlisi buna fırsat verilmiş olması. Çünkü; Müge Gürsoy Sökmen, Metis’in sahibi ve editörü, nereden olduğunu hâlâ bilmediğim büyük bir güvenle, “Al sana Bilge Karasu’yu çevir” dedi. Yani değil ki ben oraya geldiğimde elimde beş altı sayfalık bir resume [özgeçmişime] var, bak benim çevirilerim ne kadar başarılı, ver bana en değerli yazarını. Öyle bir ortam yok. Bilinmeyen bir insan çeviri yapmaya kalkıyor Müge Gürsoy Sökmen de buyur diyor. Bu çok büyük bir tesadüf. Hani derler ya!  Yıldızların buluşması gibi... Bütün her şey doğru olduğu anda ve o günden beridir on beş yıldır çeviri yapıyorum ve on beş yıldır Bilge Karasu’yu çeviriyorum. Bilge Karasu’yu çevirdiğimde Bilge Karasu’yu çeviriyorum; Bilge Karasu’yu çevirmediğimde Bilge Karasu’yu çeviriyorum. O zaman da Bilge Karasu’yla çeviriyorum. Böyle bir ilişki benim için. Çok özel, çok önemli, çok değerli, çok yararlı bir ilişki...

Murathan Mungan’ın ve Elif Şafak’ın da bazı öykülerini de çevirdiğinizi biliyoruz. Dil bakımından kıyasladığınızda Karasu’nun eserlerini çevirirken daha farklı zorluklarla karşılaştınız mı?

Bilge Karasu’da Türkçenin oluşumu bütün çıplaklığıyla gözünüzün önünde. Türkçenin kendi kişiliğini, kendi anlatı biçimini, kendine özgün edebiyat benliğini oluşturma süreci bütün çarpıcılığıyla gözünüzün önünde Bilge Karasu’da. O, o kadar ustaydı ki, bu usta lafını hem üstat hem de işçi usta anlamında kullanıyorum, heykeltıraş gibi dille uğraşmıştır dilin üzerinde çalışmış bir insan. O yüzden, onun dille olan ilişkisi çok faklı; ama bunu söylerken kesinlikle hemen ekleyeyim; Elif Şafak, Murathan Mungan ve Latife Tekin’in de Türk diliyle olan ilişkileri çok zengin, çok içerikli, çok bilinçli; fakat farklı. Bilge Karasu hangi konuda yazarsa yazsın, hangi öyküyü anlatmaya karar verirse versin dil o öykünün, o konun kaçınılmaz bir boyutu. Her şey dil içinde, dil hakkında ve dil için sanki Bilge Karasu’da. Yani bir dilin oluşumunda çaba gösterdiğinin çok farkında olan bir yazar. Murathan Mungan, benim için çok daha fazla anlatı ve öyküleriyle zengin bir yazar. Ben saatlerce Murathan Mungan’ın öykülerini dinleyebilirim. Hem okuyabilirim hem dinleyebilirim. Özellikle de dinleyebilirim; çünkü çok akıcı bir dilde anlatımı var ve en ön planda öyküsel değerleri olan eserler.  Elif Şafak da aynı; fakat Elif Şafak’ın bence karaktere önem verişi daha önemli, yani karakter yaratışı. Mozaik gibidir onun karakterleri, ufak ufak parçalar birden bire bütünleşir. Bazen o parçaların bütünleşmediğini sanırsınız halbuki, kendi organik ilişkilerinde kitabı bitirdiğinizde bu kitabın içindeki kişileri tanıdığınızdan eminsiniz. Latife Tekin’in çok otobiyografik bir ses gücü var. Onun kullandığı ses bence çok çarpıcı bir ses.  İngilizcede “narrative voice” dediğimiz “voice” [ses] olayı benim için, yine söyleyeyim ben Türk edebiyatı uzmanı değilim, bu tamamen kendi çeviri deneyimlerim bağlamında erdiğim bulgularla söylüyorum, Latife tekinde sesi ön planda buluyorum. Nasıl anlatılır, anlatı sesi...

Bunda büyülü gerçekçiliği teknik olarak kullanmasının etkisi var mı sizce?

Olabilir; ama büyülü gerçekçiliği, girintili çıkıntılı parçalardan oluşmuş rahatsız edici bir büyülü gerçekçiliktir. Marquez’in büyülü gerçekçiliğinde en olmaz, en rahatsız edici şeyler büyük bir güzellikle olur. Mesela kelebekler uçar... Latife Tekin’de genellikle mide civarında bir yumruk hissedersiniz. Hakikatten çok daha kuvvetli bir sesi var. Bilge Karasu çok sesli... Hatta onun aşırı deneysel eserlerinde sanki dilin ses düzeyindeki işlevini ve işlemini arıyor. Yani, anlam sese indirgenebilir mi ve indirgenebilirse salt sesle nasıl iletilebilir? Yani çok daha felsefi yaklaşıyor; linguist ve dil felsefesiyle çok ilgilenen bir insandı.

Sesle olan ilişkisi bağlamında şiire yaklaşıyor diyebilir miyiz?

Evet. Çok ironik olarak da şiirselliği nesirde, kurguda yaşayan bir insandı. Müzik anlayışı çok önemli burada. Mesela; Göçmüş Kediler Bahçesi polifonik bir eser; yani bir korodur. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı bir sonatodur. Troya’da Ölüm Vardı nerdeyse bir senfonidir. Hatta temaların işlenişi, Troya’da Ölüm Vardı’da son bölüme girdiğinizde sanki Beethoven’ın senfonilerinin son bölümünü dinler gibi bir dağ üstünüze çöker. Çok karmaşık, çok içerikli, çok hırslı bir bölümdür. O yüzden Karasu’da müziksellik dilin içinde olan, dile has bir şey. Dilin üstüne konmuş bir şey değil; yani yapma formül değil dilin içinde bulduğu bir şey.

Karasu’nun Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı adlı romanını çevirirken Troya’da Ölüm Vardı ve Göçmüş Kediler Bahçesi’nden daha çok zorlandığınızı belirtmişsiniz. Sizce bu metin hangi açılardan daha zordu?

Ben de merak ediyorum. Düşünün bu metni dört beş yıldır çeviriyorum ve hâlâ bitmemiş bir çeviri. Bazen beş satırı çevirmek üç beş günümü alır. Bir oturuşta, bir nefeste çevirdiğim sayfa neredeyse yoktur; çünkü hani dedim ya dilin oluşumu... Bilge Karasu bir dilin anlatılması gereken konulara erişebilmesi gerektiğine inanan bir yazardı. Yani bir dil, kendisi de der bunu, “bir dil[in] anlatması gereken konulara yetkin hâle getirilmesi lazımdır.” Getirilmediği sürece o anlatılması gereken şeyler anlatılamaz ve o anlatılması gereken şeyler anlatılabiliyorsa demek ki o dil oraya varmış[tır]. Göçmüş Kediler Bahçesi’nde [? ] bu çaba çok bariz bir şekilde yaşanır. Sürekli cümleler bitmez, sanki bir düşünce çizgisi birdenbire durur,  yapar çizer başka bir şekilde tekrar söylenmeye çalışılır. Hep aynı şeyi söylemeye çalışıyor bazı sayfalar aynı şeyi en kesin, en yetkin şekliyle söyleyebilmek için yapılan etütler neredeyse.
Karasu’nun eserlerinde yaratım süreci eserin bir parçası, bir boyutu. Benim kanaatimce anlam ve anlatı arasında bir mesafe var. Anlam ya anlatının ertesinde ya da anlatıdan öncedir. Bilge Karasu’nun uğraşı bu mesafeyi kapatabilmek, anlamla anlatının bağdaşabilmesini mümkün kılabilmek içindir. Yalnız o değil anlam, anlatıcı, dil, okur hepsinin birleşebilmesi. Bu imkânsızlığın farkında olduğu esnalarda eseri çok bölünüyor. “Fragmentation” var, “Ne oldu?” diye bakıyorsunuz.  Bu biraz şeye benzer mesela elimizde birçok parçadan oluşan legolar vardır ya. Bu legolardan bir şey yapmaya çalışıyoruz ve bir noktaya geliyoruz ki artık çözülemez bir sorun çıkıyor; tekrar dağıtıp tekrar başlamamız lazım. Böyle şeyler yaşayabiliyorsunuz Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda. Bir soru var, o soruyu nereye kadar götürebilirse götürüyor; fakat bu soru karşınızda parçalanıyor tekrar, tekrar başlıyor. O yüzden sabit bir dil yok. Çeviri zaten sabit varsayılan bir eserin, çok değişken bir süreçten geçirilip tekrar [sabit] varsayılan bir başka dile aktarılması. Baştan sabit olmayan bir dille başlayınca çok değişken de başlıyoruz zaten. O yüzden de çok zor. Yani düşünün, bu dört yıl içinde ben en azından sekiz on kısa öykü, şiir falan çevirdim ve büyük ihtimal Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nın çevirisini bekleyen insanlar için benim yaptığım çok havai bir şey. Bunu bitireceğine gidiyorsun başka şeyler yapıyorsun. Hayır, başka şeyler yapmamın sebebi bunla cebelleşirken insanın kendine güveni kayboluyor. Başka yerlerle dönüp onu becerebildiğim zaman tekrar dönebiliyorum. Yani bu bitecek ya o bitecek ya ben biteceğim; ama bir yerde bitecek. Fakat hakikatten, Göçmüş Kediler Bahçesi’nde dil daha da rahatlar; çok daha davetkâr, çok daha herkesin birleşebildiği [bir eserdir]. Dedik ya! Anlatı, anlam, okur, yazar, dil birbirlerine daha da bağdaşık hâldedir. Bir yönden Kısmet Büfesi ve Göçmüş Kediler Bahçesi küçük parçalardan oluşmuş kitaplar, öyküler, metinler denebilir.  Sanki Uzun sürmüş Bir Günün Akşamı’nın yapmaya kalktığı, eseri; bunu söylemek istemiyorum çünkü eleştirmek gibi gelecek, kendisini eleştirmeye çalışmıyorum; fakat bence bir daha Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı gibi bir kitap yazmamasının sebebi; o kitabı yazmış olması. Ondan sonra gelen kitaplarında büyük bir rahatlama var. Deneysel kitaplarında bile çok daha kendiyle bağdaşık bir yazar var. Orda bir kavga var, bir dil kavgası var.

Bir eser bir dilden başka bir dile çevrildiğinde kültürel farklardan doğan, özellikle kelimelerin karşılığı bağlamında, çeviri sorunları yaşanabilir. Siz bu türlü sorunlarla karşılaştınız mı, bu tür sorunlara yaklaşımınız nasıldı?

Sayısız. İngilizce ve Türkçe çok bağdaşmaz iki dil. Bir takım örnekler vereyim. Birincisi; İngilizcenin zenginliği yatay bir zenginliktir. Bir milyona yakın sözcüğü vardır. Çok gelişmiş, çok çeşitli; fakat çeşitliliğin içindeki her çeşidin geliştirmiş olduğu bir edebiyat geleneği vardır. Yani diyelim bir İngilizce “sonet” geleneği içinde bir sürü değişik “sonet” geleneğinin işlendiğini görebiliyoruz. İmla ve gramer açısından da yerleşik bir dildir. Türkçenin dikey, derinlemesine bir zenginliği vardır. Her sözün sekiz on anlamı vardır. Biz bunu zenginlik değil fakirlik olarak yorumluyoruz bazen. Deriz “A! bizim yeterince sözcüğümüz yok her sözün sekiz on anlamı vardır”; ama bir çevirmen için bu çok önemli bir zenginliktir. Ondan sonra imla ve noktalama kurallarımız tamamen yerleşik değildir. Sentaks esnektir. Düşünün ki İngilizcede ben size bir soru sormak istiyorsam size soru sorulduğunu ağzımı açtığım an biliyorsunuz.  “Do you know...?” diye başlamam lazım“Are you ...? diye başlamam lazım. Bazen “You ready, riğht?” diyebilirim. Ama Türkçede bazen sekiz dokuz satır süren cümleler var ki sonuna geldiğinizde ne olduğunu keşfedersiniz; ama bu belirsizlik sayesinde de o sekiz dokuz satır sürecinde çok zengin bir deneyim veriyor size.  Çok daha uyanık okunması gereken bir dil bence. Bilge Karasu da bu yeni Türkçe anlatı, yazın geleneğini yaratmakla meşgul olduğu için,  Türkçenin bu tip niteliklerini büyük bir coşkuyla kullanan bir yazar. İngilizcede böyle bir coşkunluk yok; çok rasyonel bir dil, çok sistematik. Sözcüklerin sırasını değiştirdiğinizde tamamen bütün anlam dağılabiliyor, anlamsızlaşabiliyor. O düzeyde diller arası bir bağdaşmazlık var. Deneysel edebiyat İngilizcede kendine özgü bir “genre” “expermental fiction”.  Halbuki, Bilge Karasu’nun deneyselliği Türk edebiyatının göbeğinde gelişen bir deneysellik.

Bunu Deleuze ve Guattari’nin önerdiği minör edebiyat kavramı bağlamında düşünüldüğünde Bilge Karasu’nun deneyselciliğini nasıl yorumlarsınız?

Bilge Karasu’nun deneyselciliği major edebiyatın devinimin etkileyen bir deneyselcilik. İngiliz edebiyatındaki expermantal fictionda kendine has neredeyse bir kategorizasyon, bir marjinalizasyon yaşıyor. İngiliz edebiyatında, özellikle Amerika’da çok kategoriler var.  Herkes için küçük bir kitap pazarı var. Kadın hakları ile ilgileniyorsanız o tip bir edebiyat okuyorsunuz;  cinsiyet/ seksualite ile ilgiliyseniz gay-lezbian okuyorsunuz, politik istiyorsanız politik... Bunlar böyle bir sürü kategorinin aynı anda var olduğu ve tutunabildiği bir edebiyat. Türkiye’de bunlar daha çok içi içe geçmiştir. O farklılık da çok önemli. Çünkü mesela, Bilge Karasu’yu İngilizceye çevirirken benim için önemli çok olan bir şey onu kalkıp İngilizcede “Language poets” dediğimiz yazarların içine atmamak.  Tamam dille çok ilişkili, dille çok ilgilenen, çok uğraşan bir yazar; fakat Türk edebiyatında “language writer” diye bir şey yoktur. Mesela, Orhan Veli de bir dil yazarıydı ve o dilin değişmesinin edebiyat anlayışımızın değişmesi için gerekli olduğunu iddia ederdi. O şekil bir bağdaşma var. Halbuki Amerikan edebiyatında böyle bir farklılık var. Bundan kaçınmak istedim her zaman. Bilge Karasuyu İngilizceye çevireceğiz; fakat İngilizcede ona marjinal bir yer yaratmak, onun Türkçede yapmaya çalıştığı şeylere zıt bir sonuç olurdu diye düşünüyorum. Amaç; Bilge Karasu’nun Türkçede yaratmaya çalıştığı edebî anlayışı, anlatı biçimi ve edebî dili İngilizcenin olanakları çerçevesinde İngilizceye aktarabilmek. Bu birebir aktarılamaz. İki terim var “equalence” “eşleşme”; diğeri de “correspondance”. Bu da bir çeşit “eşleşme”, fakat daha çok “bağdaştırma”. Bağdaştırmanın ilk koşulu, bağdaştırılmaya çalışılan iki şeyin farklı olduğunu kabul etmektir. O yüzden daha çok bağdaştırıcı bir çeviri yapmaya çalışıyor insan. Bir örnek vereyim Türkçede çok sıradan bir deyim var; tuttuğunu koparan. Bunu eğer direkt çevirmeye kalkarsanız çok abes, neredeyse sürreal bir terim yaratırsınız. He breakes whats he grabs gibi.  Türkçe çok ekonomik bir dil; eklerle korkunç anlam spektrumu iletebiliyoruz. İngilizcede bir sürü gereksiz, gramatic olarak gerekli prepositionlar var. Çok daha mekanik bir dil var. He breaks what he grabs. Birincisi tuttuğunu koparan çok pozitif bir şeydir, bir iltifattır. İngilizcede “breaking” hiçbir zaman iltifat değildir. “You break you are no good”. O zaman tuttuğunu koparana correspand eden ve tuttuğunu koparannın taşımaya çalıştığı anlam boyutlarının en çoğunu İngilizcede taşıyabilecek bir karşılık bulmak. Bu karşılık “bağdaşıklık” işte. Mesela İngilizcede he bends steel denir. Ne yapmaya çalıştığımı anlamayan biri “çelik melik yok Türkçede” diyor, “biz koparan diyoruz sen eğen diyorsun.”  Evet ama tuttuğunu koparan Türkçede ne kadar sıradansa he bends steel. İngilizcede o kadar sıradandır. Neden çünkü çizgi roman kahramanı Superman çelik büker. O tip oyunlar oynamak zorunda oluyor insan. Ya da “The Prey” “Avından El Alan” versus the prey gibisinden. Onun için birebir karşılık yok. Bazen oluyor tabi çok şanslı olduğumuz noktalarda. Şu da var; bir eser birinci sözcüğünden son sözcüğüne kadar en yüksek seste işlerse, üçüncü sayfada ölürüz. Onun kendi ahengi var ve hakikaten ahenk bir takım uç noktalara erer, azalır, yükselir. Sorun çıkaran bölümlerde zaten bunu yapmak zorunda kalıyorsunuz. Yoksa bir sürü bölüm var ki Türkçede geçiyor. Fakat başka yazarda bir sayfada yüzde otuz sorun varsa Bilge Karasu’nun bazı sayfalarında bu yüzde yüz.

Çeviri yapma aynı zamanda bir yeniden üretim süreci olarak da düşünülebilir. Sizce çevirmenin esere kattığı yaratıcı bir boyut var mıdır? Özellikle dil açısından soruyorum bu soruyu.

Çevirinin yaratıcı bir yanı var; fakat o yaratıcılık bir sanatçının yaratıcılığıyla aynı değil. Çünkü benim yaratıcılığımın sınırları kaynak metinde belirtilmiş. Onun ötesine gittiğim zaman fark edebiliyorum, “ Bu benim eserim oldu.” diyebiliyorum. Fakat kesinlikle yaratıcı bir boyutu var. Zaten yaratıcı boyutu olmaya çevirinin de edebî değeri yok bence. Düşünün bir şiir okuyorsunuz, çeviriyi boş verin okur olarak bir şiir okuyorsunuz, bu şiirin şiir olduğunu bilerek okumak var bir de metin olarak okumak var. Şiir olduğunu bildiğiniz zaman okuma deneyiminiz de çok boyutluluk kazanıyor. Biçimine bakıyorsunuz, satır sonuna bakıyorsunuz, nerede dizeler kesilmiş, imgelere bakıyorsunuz. Aynı şekilde çeviride de bir şiir çevriliyorsa, bunun şiirsel boyutlarının da bakmanız gerekiyor; nesir çeviriyorsanız nesir boyutuna da çevirmeniz gerekiyor. Bunları kaybettiğiniz zaman çeviri ruhsuz, cansız bir hâl alıyor.

Yeniden üretim süreciyle ilişki olarak sormak istiyorum. Siz edebî bir eser yaratmayı düşündünüz mü?

Çok edebî eser var hâli hazırda benimkine ihtiyaç yok. Öyle bir tavrım var Çok soruldu bana ben de merak ettim bir gün oturup bir kitap yazacak mıyım diye.  Çok iyi bir okur olmak istiyorum ben. Bence o da ihmal edilmiş bir sanat. Bir yerde çeviri en iyi okuma şekillerinden biridir. Hatta bazıları, “bir eseri en iyi çevirmek o eseri en iyi okumak demektir” der. Bilmiyorum bu ne kadar doğrudur. Fakat bu benim için bu çok önemli bir amaç. Okunacak o kadar çok eser var ki kendi eserlerimin eksikliğini duymuyorum.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X