Feride Çiçekoğlu:
"İstanbul neye itiraz etti?"
Semih Büyü, egoistokur, 14 Haziran 2015
Bazı kitaplar okumaya başlar başlamaz şölene dönüşür; konu ne olursa olsun mutluluk yaratır. Feride Çiçekoğlu’nun Metis Yayınları’ndan çıkan Şehrin İtirazı kitabı da benim için öyle. Çiçekoğlu isyanını, öfkesini gizleyemediği fakat naifliğinden hiçbir şey kaybetmeyen diliyle, benim gibi sinemayla başı hoş olmayanların bile ilgisini hep canlı tutuyor.
Alt başlığı Gezi Direnişi Öncesi İstanbul Filmlerinde İsyan Eşiği olan Şehrin İtirazı; Tayfun Pirselimoğlu’nun Pus'undan Belmin Söylemez’in Şimdiki Zaman'ına, Reha Erdem’in Şarkı Söyleyen Kadınlar'ına dek pek çok filmin, aslında Gezi direnişinden önce, yaşadığımız şehrin günden güne nasıl kimliksiz, ruhsuz, boğucu bir yer haline dönüştüğünü haber verdiğini söylüyor.

Şehrin İtirazı, Gezi Parkı direnişi boyunca hiçbir ayrımcılığa meyletmeyen, onurlu bir yaşam için şehir hakkını savunan, zekâsını mizahla harmanlayıp direnen güzel insanlara bir selam niteliği de taşıyor.

Semih Büyü

Şehirlerin hızla kimliklerini kaybetmesi insan ilişkilerinde de büyük yıkımlara yol açıyor. Başta göç filmleri olmak üzere, Türk sineması şehirlerdeki kimlik kaybını, bu kaybın doğurduğu insanî yıkımları ne ölçüde yansıtabildi? Bu aşamada sinemayla olan ilişkimiz nasıl bir yöne evrildi?

İstanbul’a dair ilk göç filmi olarak kabul edebileceğimiz İstanbul Geceleri (Mehmet Muhtar, 1950) şehrin kimliğini koruma adına göçle gelenleri cezalandırma yolunu seçer. Gurbet Kuşları (Halit Refiğ, 1964) yine benzer bir vurgu yapar; Anadolu’dan şehre gelen aile darmadağın olur ve sağ kalanlar çareyi geri dönmekte bulurlar. Gelenlerin kalıcı oldukları ve şehrin yeni kimliğinin onları da içine almak zorunda olduğu ancak 1970’lerde, Ömer Lütfü Akad’ın Gelin-Düğün-Diyet üçlemesiyle temsil edilmiş. Hızla büyüyen ve konut bloklarıyla betonlaşan bu yeni durumun yol açtığı kimlik kaybına dair filmleri ise ancak 1990’lardan itibaren görebiliyoruz. En çarpıcı ilk örnek C Blok (Zeki Demirkubuz, 1994). Kimliksiz hale gelen, yüzünü yitiren bir fiziki çevrenin ilişkilerde yol açtığı yıkımı yansıtıyor ve geniş seyirci kesimlerinin yüzleşmek istemediği konuları dile getiren daha sonraki diğer şehir temsillerinin kaderini paylaşıyor: Ancak sınırlı sayıda seyirciye ulaşabiliyor. 2000’li yıllarda şehirdeki kimlik kaybını, her biri zengin bir sinemasal tecrübe olan filmlerle anlatan Reha Erdem ve Tayfun Pirselimoğlu için de durum değişmiyor. Onların filmleri de ne yazık ki az sayıda seyirci tarafından izleniyor. Bu durumun sinemayla olan ilişkinin alışveriş merkezlerine hapsolmasının etkisi var elbette. Ancak, Reha Erdem ve Tayfun Pirselimoğlu filmlerinin İstanbul’un geçirdiği değişimi belgeleme anlamında, şehre dair ileriye yönelik bir hafıza oluşturmak anlamında çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bundan 10 ya da 20 sene sonra, bugün gişede milyonluk hasılat yapan yerli filmlerden iz kalmayacak, ama Hayat Var (Reha Erdem, 2007) ya da Pus (Tayfun Pirselimoğlu, 2009) her yeni kuşak tarafından tekrar tekrar izlenecektir.

Şehrin İtirazı'na kırk yıldır bildiğiniz, yaşadığınız Fenerbahçe’nin deprem korkusunun pompalanması sonucu yıkım tehdidi altında olduğunu anlatarak başlıyorsunuz. Deprem bahane edilerek binalar yıkılıp semtlerin estetik görünümü mahvedilirken son yıllarda hızla artan inşaat reklamlarında depremle ilgili hiçbir şey söylenmemesi ne tür bir ikiyüzlülük sizce?

Bu soruyu seçimden önce yanıtlamış olsam, toplumun tümüne yayılmış bir ikiyüzlülük derdim. Ama 7 Haziran seçimlerinden sonra daha iyimser bir ruh hali içindeyim. Dün (10 Haziran) Kadıköy Belediyesi’nin gürültü ve çevreye verilen rahatsızlık nedeniyle bir süreliğine yıkım ruhsatlarını durdurduğu bilgisini aldım. Doğruluğunu kontrol etmiş değilim, ama söylenti düzeyinde bile olsa bu işaret inşaat çılgınlığında bir durulma bekleyebileceğimizi müjdeliyor. Tabii ki AKP çevresine yuvalanmış müteahhitler ve onlardan çıkar sağlayan kesimler bu durumdan şikayet edecekler ve ekonominin durduğu gerekçesiyle yeni bir seçim için seferber olacaklardır. Ancak 7 Haziran’da gidişata dur diyen kesimlerin bu girişime de karşı çıkacaklarını ve etkin olacaklarını umuyorum.

Gezi Parkı direnişi boyunca “TOMA’lara göğüs geren/ İşte benim Zeki Müren”, “Faşizme karşı bacak omuza!”, “Mustafa Keser’in askerleriyiz!” gibi hâlâ unutamadığımız sloganlar, pankartlar yer aldı. Duvarlardaki cinsiyetçi sözleri temizleyen feministlere bütün Gezi Parkı eşlik etti… Dilin, söylemin direnişle, egemene olan itirazla arasındaki bağı nasıl tanımlarsınız?

Dil de kullanana göre şekilleniyor elbette. Hele Türkiye gibi geniş kitlelerin yazılı dil ile bağının zayıf olduğu, dilin bir iktidar aracı olarak sürekli ayıklamaya uğradığı ve travma geçirdiği bir toplumda bunu çok net görebiliyoruz. Askeri darbelerle dilden Osmanlıca sözcüklerin ayıklanması, sonra da AKP’nin yakın dönemde Osmanlıca’yı bu kez bir güç gösterisi olarak dayatması gibi. 1960’lardan itibaren gelişen egemene itiraz dili ise “sol” görünüm altında yine cinsiyetçi ve hegemonyacı bir üsluba sahipti. Bütün “bacı” edebiyatı buna örnektir. İktidardakiler “bayan” diyerek, devrimciler “bacı” diyerek elbirliğiyle kadını cinsiyetsizleştirmeyi sürdürdüler. LGBTİ bireyler için dilde bulunan çeşitlemeleri tekrar etmeme gerek yok. Gezi direnişi sırasında Çarşı grubunun “ibne polis” sloganına LGBTİ bireylerin “Velev ki ibneyiz, alışın her yerdeyiz” sloganıyla karşılık verdiğini, önce kadınların, sonra kitlenin ve nihayet Çarşı grubunun da bu slogana katıldığını hatırlarsınız. Egemene karşı itiraz dilinde bile yaygın olan cinsiyetçi söylemin ilk kez Gezi sırasında bir kırılma yaşadığını ve o dönemin etkisiyle cinsiyetçi söylemin daha geniş kesimlerce mahkum edildiğini düşünüyorum.

Gezi direnişinde kadınlar hep ön plandaydı: Kırmızılı kadın, siyahlı kadın, sapanlı kadın, translar, feministler… Kaba erkek dünyasının kırıldığı, eşit şartlarda yan yana gelinen bir ortamdı. Sizce Gezi’den sonra, şehir yaşamını ele alırsak, kadına bakışta bir değişim oldu mu?

Bence Türkiye’de “kadına bakış”, “kadın sorunu” gibi ifadelerden de vazgeçme zamanımız geldi. Kadın sorunu diyeceğimize, “erkek sorunu” diyelim. Kürt, Ermeni, Laz, Çerkez, Roman diye ağız alışkanlığıyla peş peşe dizdiğimiz sorunlar yerine “Türk sorunu”ndan söz edelim. Belki o sayede normalleşmeye başlayabiliriz.

Kanalistanbul, Galataport, üçüncü köprü, üçüncü havalimanı gibi projeler şehrin ekolojik dengesini bozacak ve telafisi mümkün olmayacak. Sizin de kitabınızda alıntılar yaptığınız coğrafyacı, sosyal kuramcı Prof. Dr. David Harvey şehir hakkını “şehri gönlümüze göre değiştirme ve yeniden icat etme hakkı” olarak tanımlıyor fakat saydığım projeler üzerinde hiçbir söz hakkımız bulunmuyor. Sıradan yurttaşlar olarak bu süreçte şehir hakkımızı nasıl kullanacağız?

Daha çok sivil inisiyatif kullanarak. Seçimde “Oy ve Ötesi”nin yaptığına benzer bir sorumluluk halini, şehirde sürekli hale getirerek.

Emek Sineması’nın, Kamp Armen’in yıkılması, İnci Pastanesi’nin kapatılması, Haydarpaşa’nın yanması, AKM’nin, Narmanlı Han’ın içler acısı halleri… Burada sadece şehrin kültürel dokusuna bir saldırı yok, kolektif hafızaya yönelik saldırı ve yaşanılan bir çaresizlik de söz konusu. Şehrin İtirazı'nda sıkça dile getirdiğiniz hapsolmuşluk duygusu bununla ne kadar ilintili?

Mesela Kamp Armen’le ilgili geri adım atıldığını, demek ki o hapsolmuşluk duygusunun ille de bir çaresizliğe yol açmaması gerektiğini düşünüyorum. Evet, Kamp Armen’deki direnişe katılanlar atılan geri adımı yetersiz buluyorlar, iade yerine bağış söyleminin kullanılmasını onaylamıyorlar ama yine de geri adım önemli.

6-7 Eylül, Sivas Katliamı, Hayata Dönüş Operasyonu gibi büyük travmalar ya sinema ve edebiyatta kendine yer bulamadı ya da tematik filmlerle, sığ metinlerle geçiştirildi. Gezi’yle ilgili de birçok belgesel çekildi, kitap yazıldı. Gezi direnişinin önümüzdeki yıllarda sinema ve edebiyata nasıl yansıyacağını düşünüyorsunuz?

Genel bir cevap vermek istemem. Kendi adıma, İstanbul’un sinemadaki temsillerine dair ilk iki kitabın Vesikalı Şehir ve Şehrin İtirazı'nın ardından bir de İsyankar Şehir yazmayı ve diziyi üçlemeyi diliyorum, umuyorum.

Okuyabileceğiniz diğer Feride Çiçekoğlu söyleşileri
▪ "Sonu -ist ile biten tanımlamalar bana yakın değil"
Soner Sert, Gazete Duvar, Mart 2019
▪ "Kadının kimliğini bölüp parçalayan hayatın kendisi"
Tolga Meriç, Vatan Kitap Eki, 15 Mayıs 2007
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X