Alain Badiou:
"Batı'ya duyulan arzunun hüsrana uğraması ölüm içgüdüsüne bir alan açıyor"
Anastasia Vécrin, Robert Maggiori, Medyascope.tv, 13 Ocak 2016
Fransız Libération gazetesi, 12 Ocak 2016’da dünyaca ünlü filozof Alain Badiou ile bir röportaj yayınladı. Robert Maggiori ve Anastasia Vécrin‘in gerçekleştirdiği söyleşiyi Haldun Bayrı Türkçe’ye çevirdi.

Alain Badiou: “Batı’ya duyulan arzunun hüsrana uğraması ölüm içgüdüsüne bir alan açıyor”

Filozof Alain Badiou, dünyanın şu haline bir alternatif önerme imkânsızlığına dayandırdığı 13 Kasım Parıs saldırıları üzerine bir çalışma yayımlıyor. Komünizmin başarısızlığından beri derin bir düşünce bunalımının kurbanı olan ilerici fikirlerin çöküşüne işaret ediyor özellikle.

Cihadcıları yüreklendiren ölüm içgüdüsü muammasını nasıl anlarız? Ocak ayındaki katliamlardan Kasım’daki katliamlara kadar, hem burada hem başka yerlerde benzeri görülmemiş bir şiddete boyun eğen o “radikalleşme”nin toplumsal ya da dinî sebeplerini arıyor herkes. Filozof Alain Badiou’ya göre saldırılar, küreselleşmiş kapitalizmin sınırsız hüküm sürdüğü dönemimizi ayırt eden kitle katliamları. 11 Ocak’ta Fayard Yayınevi’nin çıkardığı son kitabı Derdimizin Kaynağı Daha Uzakta'da (Notre mal vient de plus loin, Penser les tueries du 13 novembre Derdimizin Kaynağı Daha Uzakta, 13 Kasım Katliamlarını Düşünmek, Fayard, 72 sayfa, 5 euro.) vaatlerini yerine getirmeyen bir kapitalizmin hüsrana uğrattığı dünya gençliğine, ideolojik bir alternatif sunma gerekliliğini hatırlatıyor.

Ocak saldırılarıyla Kasım saldırıları arasında nasıl farklılıklar görüyorsunuz?

İkisinde de aynı tarihî ve jeopolitik bağlamdayız; katillerin mahreci aynı, ölüm ve intihardaki gözü dönmüşlük aynı; devlet cihetinde de aynı polisiye, milliyetçi ve intikamcı cevap. Bununla birlikte, kitle katliamı cihetinde de devletin cevabı cihetinde de önemli farklılıklar var. Önce, Ocak ayındaki cinayetlerde hedef gözetilmiş, kurbanlar seçilmişti: Charlie Hebdo’daki kâfirler, Yahudiler ve polis memurları. Bu cinayetlerin ideolojik, dinî ve Yahudi düşmanı mâhiyeti bâriz. Öte yandan verilen cevap, kitlesel bir güç gösterisi biçimini alıp, ulusun hükûmet ve uluslararası müttefikleri arkasındaki birliğini “Hepimiz Charlie’yiz” gibi kendisi de ideolojik bir slogan etrafında simgeleştirmek istiyor. Belirgin bir noktadan yana çıkılıyor: Laik özgürlük, kutsala hakaret hakkı.

Kasım ayında ise cinayet hedef gözetmiyor, çok bâriz bir biçimde nihilist: Kitle taranıyor. Cevap ise halk gösterisini içermiyor, sloganı hamasî ve haşin: “Barbarlarla savaş”. İdeoloji ancak gerektiği kadar ve soyut miktarda, “değerlerimiz” tarzında. Gerçek ise, polis seferberliğinin son derece sertleşmesi ve onun beraberinde vicdanı susturup özgürlükleri katleden, tamamen yararsız olduğu gibi olağanüstü hali sonsuz kılmaya da göz diken bir sürü yasa ve kararname. Akılcı ve ayrıntılı bir müdahalenin daha da geciktirilemez ve elzem olması bundandır. Kamuoyunu, elbette cânilerin nihilist kıyıcılığına da, devletin polisinin borazancılığına da meyletmemesi gerektiğine ikna etmek gerek.

13 Kasım’ı, komünizmin tarihî başarısızlığının sebep olduğu bir “dert” gibi tahlil ediyorsunuz. Neden? Nostaljik ve mîadı dolmuş gibi görünen bir okuma anahtarı bu…

Devletlerin özel oligarşi karşısında zayıflaması, Batı’ya duyulan arzu ve küreselleşmiş kapitalizmin kendisine karşı bugün hiçbir alternatif önerilmeyen yayılması gibi dünyamızın yapılarını çıkış noktası alarak mümkün olduğunca berrak bir açıklama protokolü önermeye çalıştım?. Hiçbir geçmişe nostaljim yok. Seçmen olup oy atmak anlamında hiçbir zaman komünist olmadım. Benim “komünizm” diye adlandırdığım şey, yeryüzü gençliğine mevcut tüketim aygıtının mütevekkilâne kabulü ile vahşi nihilist kaçış yolları arasında tercih yaptırma rezaletinden başka şeyler önerebilmektir. Benim için bu ne bir inatlaşmadır, ne de bir gelenek. Gençliğe tam da dünyanın şu halinden başka bir şeyin mümkün olduğunu düşünme imkânı sağlayabilecek siyasî bir tertibat, herhangi bir stratejik çerçeve olmadığı müddetçe, 13 Kasım gibi patolojik/marazî belirtiler göreceğiz.

Bütün sorumluluğu küreselleşmiş kapitalizmin ahtapotumsu tahakkümünün üzerine atmak, tam da başka bir modeli tanıtmak isteyen entelektüellerin ve düşüncenin sorumluluğunu ihmal etmek değil mi?

60’lı ve 70’li yılların solculuğuyla hemen bir başarı kazanılamadığı için hayalkırıklığına uğrayıp 80’li yıllardan buruklaşmış bir halde çıkan muayyen sayıda entelektüel, yerleşik düzeni benimsediler. Dünyada yer edinmek için, Batılı huzurunun savunucuları haline geldiler. Onların sorumluluğu bâriz elbette. Fakat kapitalist yayılmanın radikal bir eleştirisi ve komünizm varsayımını yenileyip güçlendirmesi gereken alternatif öneriler cihetindeki gecikmeyi de hesaba katmak gerek. Bu zayıflık felaketin boyutlarının büyüklüğünden geldi. Sadece uzun zamandır eleştirilen sosyalist devletler değil, özellikle savaş-sonrası Fransası’nın entelektüel kesimindeki ilerici ve devrimci fikirlerin hâkimiyeti de âdeta çöktü. Bu çöküş, kavramsal ve ideolojik, özellikle de felsefî bir yenilenme icap ettiren derin bir bunalımı gösteriyordu. Başkalarıyla birlikte, bu göreve soyundum, fakat işin daha çok başındayız. Lenin, tarihin duyarlı tabakası olduğunu söylüyordu entelektüellerin. Tarih, 70’li yıllar ile 80’li yıllar ortasında bize olağanüstü şiddetli bir ideolojik alt üst oluşu dayattı: Her türden gerici fikirlerin daha önce benzeri neredeyse hiç görülmemiş bir zaferini.

Tasvir ettiğiniz dünyada, devletlerin zayıflaması var. Küreselleşmiş kapitalizm karşısında devletler neden düzenleme aktörleri olamasınlar?

Marx tarafından sermayenin iktidarına dayalı diye nitelenmiş olan devletlerin, bugün Marx’ın da öngörmediği bir düzeyde buna dayandıklarını saptıyoruz. Devletler, küreselleşmiş kapitalizmin hegemonyacı sistemiyle alt alta üst üste bir durumdalar. Onyıllardır, iktidarda hangi parti olursa olsun, “benim asıl hasmım finanstır” türünde ne beyanlar verilmiş olursa olsun, aynı politika sürmektedir. Bu yüzden özel bireyleri suçlamak bence haksızlık. Son derece kuvvetli zincirleme bir sistem olduğunu, kapitalist oligarşinin devletlik işlevini hayret verici bir biçimde belirlediğini düşünmek daha akılcı olur. Kısa süre önce yaşanan Yunanistan olayı bunun çarpıcı bir örneği. Kitle hareketlerinin ve bir siyasî yenilenmenin olduğu, yeni bir sol örgütlenmenin yaratıldığı bir ülke vardı önümüzde. Oysa Syriza iktidara geldiğinde, finansın icaplarına ve alacaklıların taleplerine direnebilecek hiçbir güç oluşturmadı bu.

Değişim isteği ile bunun mümkinatının olmaması arasındaki bu uymazlık nasıl açıklanır?

Hegemonyayı elinde tutan kapitalist güçlerin nesnel bir zaferi yaşandı; ama aynı zamanda, tüm insanlık ölçeğinde ekonomik ve toplumsal dünyanın başka bir örgütlenmesinin de mümkün olduğu fikrini düpedüz ortadan kaldıran, bütün biçimleriyle gericiliğin büyük bir öznel zaferi de yaşandı. “Değişim” isteyen çok sayıda insan var; fakat gerçek düşünce ve gerçek eylem bakımından başka bir şeyin mümkünlüğüne kendilerinin de kani olduklarından emin değilim.

Jürgen Habermas ekonomiden zamanımızın teolojisi diye bahsediyor. Bu sistemli aygıtın teolojik olduğu izlenimine kapılıyoruz. Fransa’da olup bitenleri nasıl açıklıyorsunuz peki?

Saldırıya uğrayan tek ülkenin Fransa olmadığını hatırlatmak isterim. Bu hâdiseler günümüz insanının içinde yaşadığı genel çerçeveyle alâkalı; çünkü hemen her yerde farklı koşullarda vuku buluyorlar. Fransa’daki olayın akabinde, Kaliforniya’da korkunç bir kitle kıyımının yaşandığı sırada Los Angeles’taydım. Bununla birlikte, nesnel tahlillerin ötesinde, elden geldiğince katillerin öznelliğine girmek gerek. Bu genç cânilerde Batı’ya duyulan bir arzunun ezilmiş ya da imkânsız kılınmış olmasının etkileri bâriz. Bu temel tutkuyu biraz her yerde buluyoruz; her şeyin anahtarı da bu?: Başka bir dünya mümkün olmadığına göre, bu dünyada niçin bize yer yok?? Başka hiçbir dünyanın mümkün olmadığını kafanızda canlandırırsanız, bu dünyada size yer olmaması; para, konfor ve tüketim gibi bu dünyanın kıstaslarına uygun bir yerinizin olmaması dayanılmazdır. Bu hüsran ölüm içgüdüsüne bir alan açar: Arzulanan yer, sahip olunamadığı için nefret de edilendir. Klasik bir öznel nedendir bu.

“Batı’ya duyulan arzu”nun ötesinde, sömürgeci geçmişinin Fransa’da bıraktığı izler de işe karışıyor gibi…

Gerçekten de tasfiye edilmemiş bir sömürgeci bilinçaltı var. Arap dünyasıyla ilişkinin yapısı, bütün Mağrip’te uzayıp gitmiş doğrudan bir yönetim dizisince oluşturulmuş. Bu bilinçaltı tanınmadığı ve güncellenmediği için, “sol” denen kamuoyunda bile muğlaklıkların belirmesine sebep oluyor. 1956’da Cezayir savaşını tekrar başlatanın bir sosyalist hükûmet olduğunu; 80’li yılların ortasında, Afrika kökenli nüfustan bahsederken, “Le Pen[‘in] gerçek sorular sordu”ğunu bir sosyalist başbakanın söylediğini unutmayalım. Solun sömürgecilik tarafından, maskeli olduğu ölçüde önemli bir tarihî yozlaştırılması vardır. Ayrıca, 50’li yıllar ile 80’li yıllar arasında sermaye, eski sömürge Afrikasından kitle halinde gelen proleterlere zorunlu bir ihtiyaç duymuştur. Ama 70’li yılların sonundan itibaren başlatılan kudurgan sanayisizleşmeyle birlikte, aynı sermaye, eski işçilere de, onların çocukları ve torunlarına da hiçbir şey önermezken, bir yandan da onların ülkemizdeki varlıklarına karşı gürültülü kampanyalar yürütüyor. Bütün bunlar felakettir ve olmasa varlığını hiç aramayacağımız, İslam’dan korkan/İslamofobik o nev’i şahsına münhasır Fransız entelektüelini üretmiştir.

Yaptığınız tahlilde din sorununu, özellikle de İslam’ı dışarıda tutuyorsunuz…

Bu bir yöntem meselesi. Tahlilin çıkış noktasını din olarak görürseniz, işin içinden çıkılmaz olur; kofluğu oranında gerici de olan “medeniyetler çatışması” şemasına kıstırırsınız kendinizi. Ben yansız, evrensel kapsamlı ve farklı durumlara uygulanabilir siyasî kategoriler öneriyorum. Kendini hem “ideolojik” nedenlerle cinayet işlemekteki saçma böbürlenmeye, hem de intihar eğilimli nihilizme kaptıran gençliğin bir kısmının faşistleşebilmesi, bir an için İslam’ın rengine bürünüp onun şekillerini alabilir; yadsımıyorum bunu. Fakat bizatihi din bu davranışları üretmez. Bize hep çok sayıda görünseler bile, bunlar çok nadir istisnalardır; özellikle de kitlesel biçimde muhafazakâr olan Fransa İslamı’nda. Ancak İslamîleşmenin bu uç biçiminin öznel koşullarının önce cânilerin öznelliği içinde oluşturulduğunu saptadıktan sonra, İslam’a ve din meselesine gelmek gerekir. Bunun için, İslamîleşmenin faşistleştirmediğinin, faşistleşmenin İslamîleştirdiğinin söylenmesini öneriyorum. Faşistleşmeyi zorlayacak olan ise, kökeni ne olursa olsun halk kesimlerindeki gençliğin birleşebileceği yeni bir komünist öneridir.
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X