ISBN13 978-975-342-083-9
13x19,5 cm, 166 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
G., 1984
Ve Yüzlerimiz, Kalbim,
Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü
, 1987
O Ana Adanmış, 1988
Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı, 1989
Düğüne, 1996
Fotokopiler, 1997
2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus, 1997
Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar, 1999
Kral, 2001
Buluştuğumuz Yer Burası, 2006
A'dan X'e, 2008
Kıymetini Bil Herşeyin, 2009
Bento’nun Eskiz Defteri, 2012
Uçuşan Etekler, 2014
Bir Fotoğrafı Anlamak, 2015
İstanbul'dan Gelen Telefon, 2016
Hoşbeş, 2016
Sanatla Direniş, 2017
Portreler (sert kapak), 2018
Yedinci Adam, 2018
Portreler (karton kapak), 2018
Manzaralar (karton kapak), 2019
Manzaralar (sert kapak), 2019
Top Sende, 2020
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Ayşegül Engin, "Görme Biçimleri" , DüşLE Edebiyat dergisi, 26. sayı

Görme Biçimleri gerek düzenlemesi gerekse anlatımıyla farklı bir bakış açısı olan daha ilk sayfasında yerleşik görme biçimlerimizi sallamaya başlayan bir kitap.

Yazarın anlatımıyla özetlersek kitap yedi denemeden oluşmuştur. Denemelerin dördünde hem sözcükler hem de imgeler, üçünde yalnız imgeler kullanılmıştır. Yalnız resimlerden oluşan bu denemeler, yazılı denemeler gibi seyirci-okurun kafasında soru uyandırmak amacıyla hazırlanmıştır. Resimli denemelerde yayınlanan imgeler üzerine bazen hiçbir bilgi verilmemiştir. Yazara göre bu tür bilgiler dikkati, anlatılmak istenen şeyden başka yere kaydırabilir. Bu denemelerde konunun belli yanları dışında başka hiçbir şey üzerinde durulmamıştır. Yalnızca konunun çağdaş tarihsel bilinçlenmeyle aydınlığa çıkan yanları üzerinde durulmuştur. Amaç bir sorular süreci başlatmak olmuştur.

Yazarın amaçladığı bu süreç benim için ilk tümceyle başlıyor:

"Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir."

Görmenin konuşmadan önce geldiği kabul edilebilir bir olgudur. Ancak üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur bu. Ana rahmindeki son üç ayında, belirgin sesleri duyabilen ve tepki verebilen bebeklerin herhangi bir şeyi gördükleri ve bu görüntüyle sesleri bağdaştırdıkları söylenemez. Onlar için içinde yüzdükleri karanlıkta sadece duyabildikleri o sesler vardır. Dil gelişiminin de bu dönemde başladığı kabul ediliyor. Bebekler daha dünyaya gelmeden ana dillerinin seslerine, vurgularına ve hatta kurallarına tanışıklık geliştiriyorlar. Dil öncesi gelişimin ilk evresi, ağlamadır. Ağlama, bebeğin dış dünyayla kurduğu ilk iletişim ve kendini ifade etme biçimidir. Duymaya ve sese dayanır.

Duyma, görmeden önce gelir ve konuşmayı doğurur. Gördüğümüz her şeyin, bir sözcük olarak karşılığı vardır. Bu sözcükler her dilde ayrı bir ses sıralaması içerse de sonuçta baktığımız objeyi, görmemizi sağlayan araçlardır. Toprağa dikili duran, kalın "kahverengi" gövdesi, dalları ve "yeşil" yaprakları olan bir objeye baktığımızda "ağaç" görürüz.

Yazara göre, sözcüklerden önce gelen ve sözcüklerle tam olarak anlatılamayan görme, uyarıcılara karşı mekanik bir tepkide bulunup bulunmama sorunu değildir, yalnızca baktığımız şeyleri "görme"dir ve bu da bir seçme edimidir. Ayrıca yine yazara göre, düşündüklerimiz ve inandıklarımız, nesneleri görüşümüzü etkiler. Baktığımız şeyleri görmemizin ya da ne gördüğümüzü algılamamızın temelinde, bence "dil" çok önemli bir yapı taşıdır.

Görüşün iki yanlılığının, konuşmanın iki yanlılığından daha baskın olduğunu savlayan yazar: "sizin her şeyi nasıl gördüğünüzü benzetmeyle ya da doğrudan açıklama çabanızla, onun her şeyi nasıl gördüğünü anlama çabanızdır" derken, karşılıklı konuşmanın, bu görme-görülme işlemini dile getirme çabası olduğunu örnekliyor. Bu tanımlamaya katılmakla birlikte, yine de özellikle bebeklikten başlayarak çocuklara, neyi nasıl göreceklerini, doğrudan veya dolaylı yollarla anlatırken yaptığımız baskın ve tek yanlı bombardımanı gözden kaçırmamamız gerektiğini düşünüyorum.

Yazara göre "imge" yeniden üretilmiş bir görünümdür ve her imgede bir görme biçimi yatar. Ancak bizim bir imgeyi algılayışımız ya da değerlendirişimiz aynı zamanda görme biçimimize de bağlıdır. İmgeyi yaratan kendi görme biçimiyle o imgeyi yaratır ve biz de o imgeye kendi görme biçimimizle bakarız. Perspektif geleneğiyle yaratılan imgelerde, her şey bakan kişinin görüş açısına göre düzenlenir ve bakan kişiye dünyanın merkezi olduğu hissini uyandırır. Fotoğraf makinesinin bulunması, aslında böyle bir merkez olmadığını ortaya çıkarır ve insanın görüşünü değiştirir. Resme yansıyan bu görüş, İzlenimciler ve Kübistler tarafından uygulanır.

Fotoğraf makinesinin bir başka getirisi, bir zamanlar tek olan imgeleri çoğaltması ve bunun sonucu olarak resmin anlamını değiştirmesi hatta bu anlamı çoğaltması olur. Kitapta verilen örnek bu anlam çoğalmasını çok güzel açıklıyor. Bir resmin, televizyon camında görülmesiyle resmin, girdiği değişik ortamların anlamına kendi anlamını katması ve bulunduğu her ortamda farklı algılanabilir olması, resmin anlamını çoğaltmıştır. Ancak yine de asıl imgenin tekliği değişmez bir olgudur sadece bu "tek"liğin anlamı değişmiştir. Artık insanları etkileyen şey resimdeki imgenin gösterdikleri değil, ne olduğudur. Bu "ne olduğu" sorusu bir değerlendirme, bir tür tartıya vurma içerir ve yazarın bu konudaki görüşleri çarpıcıdır. Yazara göre, asıl imgenin tek olması onu değeri az bulunurluğuna bağlı bir obje haline getirir. Sanat objesi "sanat yapıtı" olur ve tümüyle yapay bir dinsellik havasına sarılır. Kutsal kalıtlarmış gibi tartışılır ve bizlere de öyle sunulur. Bu sunuş, imgenin taşıdığı anlamı gölgeler ve resmin etkileyici, gizemli oluşu, satış değerinden kaynaklanır. Bu gizem ve kutsallık yüklemesi, resme, fotoğraf makinesinin bulunmasıyla yitirdiğini kazandırmış, onu yeniden eşsiz kılmıştır.

Yazar bence kitabında yer yer çok katı bir yaklaşımla açıkladığı bu görüşünü "duvara asılan bir yeniden canlandırma, özgün resimle karşılaştırılamaz" diyerek yumuşatır. Çünkü özgün resimde sessizlik ve dinginlik asıl malzemenin, boyanın içine sinmiştir. Yazar birinci denemeyi, görsel sanatların her zaman belli bir koruyucu kabuk içinde var oldukları saptamasını yaparak bitiriyor. Önceleri kutsal olan bu kabuk, daha sonra toplumsal bir koruyuculuğa dönüşüyor ve günümüzde yeniden canlandırma araçlarıyla, görsel sanatlar artık kabuklarından kurtuluyorlar. Yaşama karışıyorlar ve kendi başlarına hiç bir etkileyici güçleri kalmıyor. Giden bu gücün yerine, artık bir imgeler dili oluşuyor. Önemli olan da bu dili kimin ne amaçla kullanacağı oluyor.

Kitabın en çarpıcı bölümlerinden biri yazarın Avrupa yağlıboya resminde kadın motifini irdelediği üçüncü denemesi. Yazar resimlerde kadının sadece seyirlik objeler olarak görülüp değerlendirildiğini ve bu yapılırken de geçerli olan ölçü ve töreler olduğunu savlıyor. Çıplaklık ve nü tanımlamaları yaparken, çıplak olmak insanın kendisi olmasıdır diyor ve başkalarına çıplak görünmenin ise, nü olduğunu anlatıyor. Yazara göre, çıplak vücudun nü olabilmesi için bir nesne olarak görülmesi gerekiyor. Nü olmak bir tür giyinikliktir ve seyredilmek üzere ortaya konmuştur. Resimlerde asıl kahramanın görülmediğini, bu kişinin erkek olarak kabul edilip, resmi seyredenler olduğu savlanıyor. Bazı resimlerde görülen erkek motiflerini ise, kadının ilgisinin o erkeğin üzerinde olmadığını, aksine kadının tüm dikkatinin resmin önündeki erkeğe odaklandığını söyleyerek açıklıyor.

Avrupa resim geleneğinde bütün bunların dışında kalan nüler olduğunu kabul ediyor, ancak onlara aslında nü bile denemeyeceğini çünkü onların, bu sanat biçiminin kurallarını yıktıklarını belirtiyor. Ressamın kadını kişisel olarak görüşünün çok güçlü olduğunu ve seyirciye yer bırakılmadığını açıklayarak bu görüşünü destekliyor. Ayrıca, böyle bir bakış açısının kadını nüleştirmediğini, seyredilmek üzere yapıldığı izlenimi uyandırmadığını ve bu tür resimlerin de sayıca az olduklarını söylüyor.

Avrupa resim sanatındaki bu yorumlayışın etkilerinin, günümüz kadınının bilincine şekil verdiğini, nü sanatında ressamların ve resmi satın alanların erkek olmasının da bu şekillenmenin temeli olduğunu savlıyor. Kadınları görme biçiminin günümüzde de değişmediğini, bunun nedeninin, kadındaki farklılıklardan kaynaklanmadığını, aslında yine seyircinin erkek olarak görülüp kabul edilmesinden geçtiğini anlatıyor.

Yazarın Avrupa nü resmine bakarken ne "gördüğü", onun "düşünce ve inandıkları"ndan yola çıkarak şekilleniyor bence. Bu denemenin başında, erkek ve kadın hakkında getirdiği tanımlamalar, yazarın düşünce ve inançları konusunda oldukça kesin bir fikir veriyor.

Yazara göre bir erkeğin varlığı sizin için yapabileceklerini gösteriyor. Bunun tersine bir kadının varlığıysa, onun kendine karşı olan tutumunu gösteriyor. Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak oluyor ve bu nedenden kadınlar hiç durmadan kendilerini seyretmek zorunda kalıyorlar. Kendi imgeleri ile dolaşmaya başlayan kadınlar, içlerinde gelişen, gözleyen ve gözlenen kişiliklere sahip oluyorlar ve kimliklerini oluşturan bu kişilikleri, birbirinden ayrı iki öğe olarak görüyorlar. Sonuç olarak yazara göre erkekler davrandıkları gibi kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler.

Yazarın erkek ve kadına bakışı böyle olunca da nülere baktığında ne "gördüğü" bence normal çıkarımlar oluyor. Ancak bu çıkarımlara katılmakla birlikte, benim eleştirilerim yazarın bu kesin ifadelerle tanımlamaya çalıştığı erkek ve kadın olgusunda düğümleniyor. Erkek ve kadına biçilen roller ve üzerlerine yapıştırılan tanımlar, aslında dinsel bakışın izlerini taşıyor. "Seyredilen" kadına getirilen kısıtlamalar, dinlerin ortak paydalarından

birini oluşturuyor ve her şeye erkeğin gözü ile bakan bir göksel anlayışın, yazarın, erkek ve kadına getirdiği tanımlarla örtüşmesi bende tedirginlik yaratıyor. Denemenin ilk satırlarında açıklanan bu görüşler, yazarın sonraki "görme" anlatılarına alt yapı oluşturuyor ve sanki, kadına bakışı daha farklı olan kişilerin aynı resimlere baktıklarında ne görecekleri es geçiliyor.

Kitabın 5. denemesinin ana fikri her dönemde olduğu gibi, 1500 ile 1900 yılları arasında da sanatın yine yönetici sınıfların ülküsüne hizmet ettiğidir. Anamalın toplumsal ilişkilerde yaptığı etkiyi, yağlıboya resim görüntülerde yapmıştır. Bunun bir başka görsel sanatla yapılamayacağını belirten yazar, yağlıboya resmin görsel sırrını açıklarken, bu resim türünün gerçek objeleri elimizle dokunabilecekmişiz gibi bize yansıttığını anlatıyor. Yağlıboya tekniğinde var olan fark, objelerin nesnel özelliklerini neredeyse aslından ayırt edilemeyecek bir görünümle yakalayabilmesidir. Böylelikle, çoğu zaman oldukları gibi gösterilen objeler, sonuçta satın alınabilir objelerdir ve bir objeyi satın almakla, o objenin görünümünü satın almak arasında önemli bir fark yoktur.

Yazarın, Levi Strauss'tan yaptığı alıntıya katılıyorum. İnsanların sahip olmayı istedikleri şeylerin, görünümlerine duydukları ilgi anlaşılabilir bir duygu. Ayrıca yine o dönemin insanlarının, malları, mülkleri ve kendilerini resmettirip, duvarlarına asmaları, geleceğe belge bırakmak istemeleri de anlaşılabilir. Sonuçta bugünün insanları da fotoğraf makineleri ile ya da el kameraları ile aynı işi yapıyorlar ve aile albümleri de duvardaki resimlerle aynı işleve sahip. Değişen sadece zaman ve zamanın getirdiği teknik yaklaşım. İnsanlar kendilerini nasıl ve neleriyle ifade etmek istiyorlarsa, her dönemde bunun bir yolunu bulmuşlardır. Bence eğer ortada bir ifade suçu varsa bunun suçlusu ne bunalıma giren sanatçı, ne dönem özellikleri ne de sistemlerdir. Suçlu, her dönemde ifade sorunları yaşayan insanın kendisidir.

Yazarın, Avrupa yağlıboya resmini sorgularken yaptığı çıkarımlar, aslında gelmiş geçmiş tüm sanat dallarına uygulanabilir. O zaman da tüm bu sanatların hep bir art niyet güttüğü ya da farkında olmadan kötü bir şeylere alet olduğu anlaşılır. İlkel çağlardan beri var olan sanat, insanlığın en önemli kazanımıdır. Sadece var olması bile yeterlidir ve sanat eleştirilerinin, özellikle resimde estetik kaygılarla yapılması bence daha inceliklidir. Baskı rejimlerinin sanatçılarına dikte edilmek istenen bir görüşün propaganda aracı olma önerileri kadar olmasa da bu kitabın yaklaşımı da bildirimcidir.

Son denemede yer alan reklam konusundaki görüşler, altına imza atılabilecek türdendir. Tek bir şey dışında: Reklamı, Rönesans sonrası, Avrupa görsel sanatının can çekişmesi olarak görmek.

Kitabın başından beri açıklanan tüm görme biçimlerini, reklamda birebir bulmama hatta sanat ürünlerinin kullanımını üzerimizde denenen sinsice bir oyun olarak kabul etmeme rağmen, bunun faturasının resim sanatına kesilmesine karşı çıkıyorum ve diyorum ki bu kitap, son denemeden başlanarak okunursa görülecektir ki ancak bir reklamcıdan beklenebilecek pragmatist bir bakışla yazılmıştır. Reklamcı gözüyle Avrupa resim sanatına bakılmış ve "görme biçimleri" oluşmuştur.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X