ISBN13 978-975-342-036-5
13X19,5 cm, 224 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

3. Bölüm'den, "Alternatif ve Hapis", s. 60-78

• Şimdi de kitabınızın yazılmasına geçelim. Kitap fikri kafanızda ne zaman gelişmeye başladı?

Daha Berlin'de Bilim Adamları ve Öğretim Görevlileri Sendikası'nda çalışırken bilim politikası üzerine bir tez yazmayı düşünmüştüm, ama Forum'a girdikten sonra hiç zamanım olmadı. Forum'da geçirdiğim süre, siyasi masumiyetimi sona erdirdi. Yardımcı yayın yönetmeni olarak Parti'nin tavrından farklı bir tavır alan yazıları, çatışmaya yol açmak niyetiyle olmasa da, basmayı kabul ediyordum. Bugün pek çok Parti üyesi, kitabımın ilk iki bölümündeki çözümlemeyi tamamen kabul ediyor, gene de sonuç bölümünün ütopik olduğunu ve bu şekilde yayınlamamam gerektiğini savunuyor. Onları anlıyorum, ama çatışmaya girmek niyetinde olmadığımı da vurgulamalıyım. Eğer mümkün olsaydı, Parti içinde kendi kanadımı kurmaya çalışırdım.

Beni sonunda Alternatif'e varan doğrultuda düşünmeye sevkeden esas olarak kendi deneyimlerimdi. Ancak "gerçekte varolan sosyalizm"in toplumsal yapısına açıklık getirme kararıma 1960'lı yıllarda okuduklarım –Deutscher, Wittvogel ve Gramsci– yön verdi. Ruhr'lu bir işçi ailesinden gelen eski tüfek bir komünistten de etkilendim, bana Çin sorununu anlatmış, kafasız bir "revizyonist" olmamam için uyarmıştı. Benim düşünce tarzıma, özellikle kitabımda savunduğum Avrupa komünizmine karşıydı. Tutuklanmamdan kısa süre önce onu gördüğümde sinirlendi, yaptığımın sadece burjuvaziye cesaret vermek olduğunu, hepimizin başına bela getireceğini söyledi. Tepkisi kısmen Nazi toplama kampındaki deneyimlerinden kaynaklanıyordu. Zamana ayak uyduramamıştı, mevcut durumu da her zaman kavrayamıyordu.

Deutscher'in Stalin kitabını ise Doğu Avrupa'daki durumu anlamak için en önemli kitap olarak kabul ediyorum, Roy Medvedev'den bile daha önemli. Bir yandan neredeyse Stalin'i haklı çıkarıyor, öte yandan da köklü bir eleştiriye tabi tutuyor. Böylece sorunu her iki yandan da inceleyebiliyorsunuz. Sovyet Komünist Partisi'ndeki aydınların bu kitabı okumaları gerekir. Deutscher'in Bitmemiş Devrim kitabı da aynı derecede önemli, onun radyo konuşmalarını dinlediğimi de hatırlıyorum. Benzer şekilde benim kitabım da sadece bir eleştiri değil, aynı zamanda Rus Devrimi ve kapitalist olmayan kalkınma çizgisinin tamamı için bir tür dolaylı savunma. Sorunun her iki tarafını da birlikte ele almanın önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak temel bir konuda Deutscher'in düşüncesinden ayrılıyorum. Deutscher de, Troçki gibi, devrimin içerden ihanete uğradığını savunurken, ben Asyalılık geleneğini de hesaba katıyorum.

• Sözünü ettiğiniz üçüncü yazar Gramsci. Onun yapıtlarından hangilerini biliyordunuz?

Batı Almanya'da yayınlanmış kapsamlı bir Gramsci seçkisi okumuştum. Yıllar önce DAC'nde bir çevirisini yayınlamak fikri vardı ama gerçekleşmedi. Bir anlamda hem Gramsci, hem de Wittvogel benim için Troçkist bakış açısından daha önemliydiler. Benim asıl sosyolojik ilgi alanım işbölümüydü. Wittvogel bu konuyu Doğu bağlamında ele alırken, Gramsci ekonominin akılcı süreçleriyle siyaset arasındaki psikolojik ilişkiyi inceler. Gramsci'nin kilise tarihini yeniden yorumlamayı üstlenmiş olması bugün, o zaman düşündüğümden daha önemli geliyor bana. Bunu günümüzün gereksinmeleriyle yakından ilgili buluyorum.

• Marcuse okumuş muydunuz?

Hayır, ama insan çoğu kez özgün kaynakları okumadan da düşünceleri öğreniyor. Frankfurt Okulu hakkında tek bildiğim, Adorno'nun müzik üzerine yazdıklarıydı. Örneğin Benjamin'i okumamıştım, ama onun görüşleri de –bir bütün olarak Frankfurt Okulu'nun düşünceleri gibi– Eisler üzerine tartışmalar sırasında gündeme gelmişti.

• Marcuse'nin Sovyet Marksizmi üzerine ilk çalışmalarını biliyor musunuz?

Evet, 1969'da okumuştum. Ayrıca Iring Fetscher'in Marx'tan Sovyet İdeolojisi'ne adlı kitabını da okumuştum, ama önemini kavrayabilmem için henüz çok erkendi. O zaman Marcuse okumuş olsaydım bile benim fazla işime yarayacağından kuşkuluyum. Çünkü böyle konular ideolojik bir düzlemde halledilemez.

• Yani Frankfurt Okulu'nun Partili aydınları pek az etkilediği söylenebilir mi?

Estetik ve edebiyat tarihi gibi konularda çalışma yapan birkaç kişiyi etkilemiş olabilir. Örneğin, Wolfgang Heise'nin Frankfurt Okulu konusunda kapsamlı bilgisi vardı. Bir meslektaşım bana Wilhelm Reich'in kitaplarını vermişti, onu da oldukça önemli bulmuştum; ancak Deutscher, Wittvogel ve Gramsci'yle aynı kategoride değil.

• Marcuse'nin ilginç noktası sizin işçi sınıfının öncülük rolünü reddetmenizin, onun çalışmalarında da belirgin olması. Fakat bir etkisi olmadı diyorsunuz?

Hayır.

• Althusser ismi DAC'nde birşey ifade ediyor muydu?

İsmini biliyordum, ama Marx'ın yapıtları üzerinde bu tür metin tartışmalarını hep anlamsız bir akademik çalışma olarak gördüm. Alternatif'i yazdıktan sonra başka yazarlar da tanıdım: Örneğin ilk yazıları eski Marksist üslupla yazılmış olan Garaudy. Ancak biliyorsunuz Batı Avrupalı en kötü Stalinistler bile Doğu Avrupa'da yıkıcı olarak kabul edilir.

• Abartıyorsunuz kuşkusuz!

Fazla değil. Batılı Stalinistler çok daha esnek ve özgürce tartışıyorlar; sizi yeni olaylar ve sorunları göğüslemeye öylesine zorluyorlar ki aslında neye karşı çıktıklarını bazan kaçırıyorsunuz.

Başka bir iyi kitap benim entelektüel gelişmem için oldukça önemli olan Garaudy'nin Hegel üzerine yazdığı Tanrı Öldü kitabıydı. Ben de filozoflar üzerine yazsaydım Garaudy'nin metodolojisini benimserdim; tarihsellik sorunu, insanın içinde yetiştiği gelenekleri nasıl şekillendirdiği. Sonra bir de Teilhard de Chardin'in İnsan Olgusu vardı.

• Onun çevirisini mi okudunuz?

Evet, CDU'nun Union Yayınevi tarafından yayınlanmıştı. Tamamen materyalist bir yapıt; kitapta öne sürülen, insanın nihai bir amacı ve nihai bir hedefi olduğu tezine ben de katılıyorum. İnsan belli bir anın gerçekliğine indirgenemez, çünkü tarihsel sürecin bir parçasını oluşturan başka gerçeklikler, aşkın gerçeklikler vardır. Bence önemli olan, Teilhard'ın temeldeki sınıf mücadelesi sorununu es geçse de, tarihsel sürekliliği insan doğası açısından çözümlemesi. Bu düşünceler zaten benim aklımdaydı, ama Teilhard'ın kitabı, kitabımın son bölümünde önemli rol oynadı. Beni etkileyen kitaplardan –örneğin Deutscher'in Stalin'i ya da Troçki üçlemesi– bazı sayfaları daktiloya çekerdim. Söylemek istediğimi yazdıktan sonraysa, geri dönüp ihtiyacım olan alıntıları çıkarırdım.

• Kitabınızı yazmaya tam olarak ne zaman başladınız?

Kitap tez sorunumla yakından bağlantılı. 1968 Ağustosu'nda Prag olayları ile başladı; artık içerden bir eleştiri değil, açık bir dille sakıncasız olarak yazılmış cepheden bir saldırı olmasını planlamıştım. 21 Ağustos'ta, yani işgal günü aldığım bir karardı bu. Nefret doğamın bir parçası değildir, ama o gün gerçekten nefret duymuştum.

• Nefretinizi bireylere mi yoksa sisteme mi yönelttiniz? Yoksa sizin için ikisi de aynı şey miydi?

Henüz bir teori haline getirmemiştim, ama düşmanın bütün Parti aygıtı, DAC ve Sovyetler Birliği'ndeki siyasi bürokrasi olduğu benim için açıktı.

• Emperyalist düşmanın güçlerinin bu çerçevede yeri neydi?

Emperyalizmin –dışardaki düşman diyelim– Çekoslovakya'daki durumla hiç ilgisi yok gibi görünüyordu. Emperyalistler vardı sadece, hayatın bir gerçeği olarak. Bu durum bana Luther ile Türklerin hikâyesini hatırlatıyor. Kilise Türklere karşıydı, Luther de Türklere karşıydı, ama önce kendi reformumuzu yapmalıyız diyordu, sonra sıra Türklerle savaşmaya gelsin.

Nefret sorununa gelince, insan sadece yakından tanıdığından nefret eder. Emperyalizm ise bir düşünce, bir nesneleştirme, yokedilmesi gereken bir dış sistemdi. 1973'te kitabımın ilk taslağı bu nefretin izlerini taşıyordu, gözden geçirirken bunları sildim. İnsan bu tür duygulardan kurtulmalı.

• 1968'le 1973 arasında yazdığınız ilk taslak nasıl ilerledi?

1968'den sonraki bir buçuk yıl içinde hazırlanmak için çok okudum. Troçki üçlemesini, barış ve sosyalizm konusundaki Sovyet yazılarını vs.

• Medvedev'den haberdar mıydınız?

Tarih Yargılasın'ı ancak kitabımın ilk taslağını yazdıktan sonra okudum. Zaten kitap, Stalin'in son dönemiyle sınırlı ve geniş bir tarihsel çözümlemeye girişmiyor. Ayrıca, Mikhail Livshitz isimli birisiyle de yazışıyordum. Livshitz'i Forum'da çalıştığım dönemden tanıyordum, benim Beethoven yazımı kısaltarak Moskova'da bir felsefe dergisinde yayınlamıştı. ( Bu yazı, bir devrim döneminin koşullandırdığı Beethoven'in, bu dönemi izleyen gerici dönemde yaratıcılığını nasıl koruyabildiği ve 1814-1817 krizini yenerek son kuartetlerini, piyano sonatlarını ve Missa Solemnis'i nasıl yazdığı sorununu ele alıyordu.) Livshitz'e mektuplarımda bütün bu olanlardan sonra Leninist geleneği ve Leninist formülleri yeniden kurmanın imkânsız olduğunu yazmıştım. Bulunduğum konumun avantajı, büroda ya da fabrikada olmadığım için olayları dışardan görebilmemdi. 1970 Mayısı'nda bir emek araştırmaları dersi aldım, sonra da Taylorizm'in bilim adamlarına ve teknoloji uzmanlarına uygulanabileceği görüşüne saldıran bir yazı yazmak için bir ay izne ayrıldım. Merseburg Teknik Okulu'ndakiler yazımı beğendiler ve üzerinde çalışıp felsefe bölümünde bir tez haline getirmemi önerdiler; felsefe bölümündekiler sosyolojik sorunlarla da ilgiliydiler. Bu şekilde üç, hatta dört yıl boyunca, her yıl üç ay izin aldım, bu sürenin büyük kısmını asıl önemli projem üzerinde çalışarak geçirdim. Bunu doğal olarak tez danışmanımdan saklamak zorunda kalmama karşın, sonuçta tezimi bitirip teslim ettiğim için kendimi haklı görüyorum. Alternatif'i 1972 yılında yazmaya başladım ve 1973 sonuna doğru bitirdim. Eğer 1973 yazındaki Berlin Gençlik Festivali'ne yetişecek şekilde bitirebilseydim, taslağı ülkeden dışarı kaçırmak için bu fırsatı kullanacaktım. Sonra, kitabın taslağı bitince tezime daldım ve 1974-75 yılları arasında da onu yazıp bitirdim.

Kitabımın bu ilk taslağını okuyan meslektaşlarımdan bazıları ilk iki bölümün çeşitli yönlerini yeniden düşünmemi sağladılar. Fakat şimdiye kadar, son bölümle ilgili temel düşünce çizgimden ayrılmamı gerektirecek bir eleştiriyle karşılaşmadım. Şimdi yurt dışında yaşayan bazı Çek komünistlerinin savunduğu, Doğu Avrupa toplumlarının siyasi yapıda köklü bir değişme yerine, bir miktar Batı-tipi tüketim modeliyle tedavi edilebileceği görüşleri de bunlara dahil.

• Kitabınızın ilk taslağını kaç kişi okudu?

On beş.

• Metnin bütününü mü?

Evet, bunların yarısı da canlı bir tepki gösterdiler. Arkadaşlarımın kitaptaki görüşleri önemli bulmaları bende olumlu bir psikolojik etki yaptı ve inançlarımı daha da güçlendirdi. Hiçbiri beni vazgeçirmeye çalışmadı. Sadece biri taslağı çekmeceme kilitlememi söylemişti. Taslak yüzünden başıma gelebileceklerden değil, ortaya çıkabilecek genelde tatsız sonuçlardan ötürü.

• Bunlar uzun zamandır iyi tanıdığınız komünist arkadaşlarınız mıydı?

Evet, güvenebileceğim insanlardı. Hep birlikte hiç toplanmadık, ikişer ikişer görüşüyorduk.

• Sonuçta kimse ağzından birşey kaçırmadığına göre, bu yöntemin doğruluğu kanıtlanmış oldu.

'Tamamen öyle. Sadece sonunda Devlet Güvenlik ortada birşey döndüğünü sezince peşime birilerini taktı. Ben de bir kaç kere tuzağa düştüm, birileri bana gelip görüşlerimi öğrenmek isteğinde bulundukları zaman.

• Kitabınızın ilk taslağı bittikten sonra ne oldu?

Çeşitli nedenlerden ötürü yayınlamadım. Birincisi sonuçtan çok memnun değildim, ama aynı zamanda hem tezimi tamamlayıp hem de kitabı gözden geçiremezdim. Tezimi tamamlamasaydım hiçbir şey olmazdı, ancak bütün zamanımı çalışan halkın sırtından başka bir şey yazarak geçirdiğim eleştirisiyle karşılaşmaktan kaçınmak zorundaydım. Sonra çocuklarımla ilgili kişisel nedenler vardı. Karım Gundula'dan 1973 yılında boşandım. Kısmen kitap keşfedildiği takdirde ailemin sıkıntı çekmemesini sağlamak için, kısmen de Gundula doğa olarak asi olmadığı ve kitabın sonuçlarından korktuğu için. Boşandıktan sonra evde kalıp kitap üzerinde çalışmaya ve ev işlerini paylaşmaya devam ettim. Çocuklara da söyledik, tam anlayamadılar tabii. Size şimdi, başlangıçta tezimin bir parçası olan görüşmelerden de söz etmeliyim.

1973 ve 1974 yıllarında sanayide çalışan üniversite mezunlarının inisiyatiflerini neyin baltaladığını ve gelişmelerini neyin engellediğini ortaya çıkarmak amacıyla bir dizi görüşme yaptım. Bu görüşmeleri tezime ekleyip hocama verdim. Oldukça şaşırdı, görüşmeleri zarar görmeyecekleri emin bir yerde saklamam için beni uyardı. Tezimden de çıkarmamı söyledi, gerçekte görüşmeler tez için pek gerekli değildiler, ama bence projenin en iyi kısmıydı. Neyse, Merseburg Teknik Okulu rektörü tezimin bir kopyasını görüp el koydu, üzerine de "çok gizli" diye not düştü. Sonra bana bütün kopyaları teslim etmemi ve konudan kimin bilgisi olduğunu söylememi emretti. Görüşmeler altı ay boyunca büromda ortalıkta durmuştu, iş arkadaşlarım da toparlamama yardımcı olmuşlardı. Böyle konularda hep oldukça saf davranmışımdır.

Akademisyen olmadan önce uzun süre bakanlık görevlisi olarak çalışmış olan rektör, tezimin tabii ki kabul edilmeyeceğini söyledi. Danışmanım ise tezimi savunmakta ısrar ediyordu, kısmen beni sevdiği için, ayrıca tutabileceği tek yol da bu olduğundan. Biri sosyolog, diğeri sosyal psikolog olan iki profesör daha tezim hakkında olumlu rapor verdiler, ama rektör herhalde ya Parti'den ya da Devlet Güvenlik'ten reddedilmesi için emir almıştı.

• Güvenlik memurları sizin yaptıklarınızdan nasıl haberdar olmuşlar?

Aslında tam olarak öğrenemedim. Mahkemeye verdikleri kanıtlardan ilki benim 1975'te yaptığım bir telefon konuşmasıydı, ama konuştuğum kişinin zaten onların adamlarından birisi olması da mümkün.

Tezim, çağırdıkları iki başka uzmanın tavsiyesiyle nihayet 1977'de reddedildi. Bu arada bir komünist arkadaşımın yardımıyla kitabımı, özellikle ikinci kısmını, yeniden yazmaya başlamıştım. Aslında birinci kısmı da gözden geçirecektim, fakat Dutschke'yi henüz okumuştum ve onun görüşlerini de tartışırsam, dikkatin esas görüşümden başka taraflara çekilebileceğini farkettim. Tezim için yaptığım çalışmadan öğrendiğim şeyleri hesaba katarak, ikinci bölümü değiştirdim, üçüncü bölümü de sözünü ettiğim meslektaşımın yardımıyla neredeyse baştan yazdım. İsim vermeyeceğim. Olay ortaya çıktığında meslektaşlarımdan bazıları bana oldukça kızmışlardı, siyasi polis de bütün bildiklerini tamamen açıklamadı. Onun için diğerlerini bu işin dışında tutmak isterim.

• İkinci taslağın yazılması ne kadar sürdü?

1975 sonbaharından 1977 Ocağı'na kadar. Bittiğinde arkadaşım Uschi'yle birlikte –o da benimle beraber Batı'ya geçti– Berlin'i terkedip küçük bir köyde saklandım. Kültür devriminin ekonomisi hakkındaki son iki bölümü orada yazdım.

• Ama hâlâ plastik kombinasında çalışmıyor muydunuz?

Evet, ama darbenin yakında ineceğini bildiğim için, 1977 Ocağı'nda kitabı bitirmek üzere yıllık iznimin tamamını aldım.

• Yaptığınız görüşmeler niçin tezin kendisinden çok daha "tehlikeli"ydi?

Konuştuğum insanlar neyin yanlış gittiği konusunda oldukça açık davranmışlardı. Hemen hepsi sadık birer yurttaştı, çoğu Parti üyesiydi, ama kendi konularıyla ilgili söyledikleri, DAC'ndeki yaratıcı aydın güçlerle çalışmaya zorlandıkları koşullar arasındaki çelişkiyi gösteriyordu. Bir anlamda bu görüşmeler gerçekten gizli bilgi sayılabilirdi. Onları yetkililere vermeyerek ilk ve son defa yasalara aykırı davrandım. Eğer ağırlaştırıcı sebepler yoksa, bu tür şeyler iki yıla kadar hapisle cezalandırılır. Ancak bu durumda, beni bu bilgiyi gizli olduğu açıklanmadan önce yaymakla değil, daha sonra sağda solda bırakmakla suçlayabilirlerdi. Bu kendi başına ciddi bir suç olmadığı halde, bilginin sosyalizm karşıtı unsurlarca kullanılabilir olması, benim açımdan bir suç unsuru oluşturuyordu. İçinde ulusal güvenliği tehlikeye düşüren hiçbir şey yoktu, ama daha sonra iddia ettikleri gibi, karşı tarafın asla bilemeyeceği düzeyde ayrıntı içeriyordu.

• Peki ama hepsi iktisadi ve toplumsal örgütlenme konularıyla ilgili değil miydi?

Evet. Görüşmelerde fabrikalarda işlerin gerçekte nasıl yürüdüğü gibi konular ele alınıyordu. Tezimle birlikte onları da Batı'ya geçirseydim, bu gizli bilgiyi ifşa etmek olarak kabul edilecekti. Bunun da cezası sekiz yıla kadar çıkar. Beni sorgulayan görevli, görüşmelerin Batı'ya geçmediğinin tamamen farkındaydı. Birini Batı'ya sızdırarak beni suçlayabilirlerdi, ama bunu göze alacaklarını sanmıyordum.

1975 yılında tezimi tamamlamadan önce, muhbir olduğu apaçık belli olan birini yolladılar bana. O da bir doktora tezi yazmıştı, kişiliği benimkinden tamamen farklı olmasaydı ilginç bulabilirdim. Hazırlıklarını gerektiği gibi yapmamışlardı anlaşılan: Otoriter eğilimleri oldukça belirgindi, milliyetçi, Alman yanlısı bir geçmişi vardı, Özgür Alman Ulusal Komitesi'yle de uzaktan ilişkiliydi. Müzik konularında yazan bir gazeteciydi, gerçeği olduğu gibi, cilalamadan anlatırsa orkestranın sözünü daha az dinleyeceğine inanan bir orkestra şefinin görüşüne katılacak türden bir adamdı. Ona harcayacak zamanım olmamasına rağmen, ilişkiyi sürdürmenin daha iyi olacağını düşündüm. Eğer muhbir olduğunu anladığımı belli etseydim, herhalde başka birini, o kadar kolay anlaşılmayacak birini gönderirler, tavrımın mantıksal sonuçlarını bana kabul ettirmekte daha başarılı olabilirlerdi. Ama ters giden sadece bu olmadı.

Kitabımın on beş kopyasından biri biraz zayıf bir adamın elindeydi, korkup bir kadın arkadaşına vermiş. Bu kadın da kitabı yoketmeye kıyamayıp bir üçüncü kişiye geçirmiş, o da bir başkasına. Dördüncü kişi benim okuduğum felsefe bölümüne haber vermesi gerektiğini düşünmüş. Bu kopyada, ilk verdiğim arkadaşlarımdan silmelerini istediğim şeyler vardı. Diğerlerinin kendi kopyalarını silmiş olmalarına karşın, bu adam kendisindekini silmemiş. Bu olay 1976 Ekimi'nde oldu, dolayısıyla en geç bu tarihte olan biteni öğrenmiş olmaları gerekir. Benzer bir olay daha oldu. Büyük bir olasılıkla kendisine şantaj yapılan bir kadın, yakın bir kişisel kaynaktan tavsiyeyle bana geldi. Güvenimi en çok kazanmayı başaran kişi oydu, tekrar görüştüğümüzde kitabın ilk taslağının bir kopyasının Batı'ya geçmiş olduğunu, son taslak için de hazırlıkların yapıldığını söyledim. Bu bilgiyi aktarmış olmalı, ayrıca mesele üzerinde kopacak büyük bir patırtıdan sonra iki yıl hapis cezası almayı beklediğimi de raporuna eklemiştir herhalde. Kurt Hager'e mektup yazmayı düşündüm, ancak Ulbricht'e yazdığım mektubu hatırlayınca anlamsız olacağının farkına vardım. Ayrıca onları kitaba tepki göstermeye zorlamak istiyordum. Sonuçta düzeltmeleri okuyacak zamanım bile oldu.

• Kitabınıza nasıl yayıncı buldunuz?

Batı'da hiç irtibatım yoktu, işlerin o tarafını bütünüyle çok saygı gören bir SBP üyesi üçüncü bir kişi aracılığıyla ayarladı. Görüşlerime katılmamasına karşın, kitabın yayınlanması gerektiğini düşünüyordu. Böylece Europäische Verlagsanstalt'la ilişki kurdu. Yayınevi yönetmeninin bir Çek göçmeni olduğunu duyunca ben de çok heveslendim. Ayrıca Der Spiegel'in de önceden kitaba yer vermesini istiyordum. Devlet Güvenlik de bütün bunları yapmama göz yumdu, kuşkusuz Hager ve devlet aygıtının onayıyla. Kitabın yayınlanmasının gürültü çıkaracağını bir noktada farketmiş olmaları gerek, gene de olayları akışına bırakmaya karar verdiler. Sorgulama sırasında, nelerle uğraşmak zorunda kaldıklarını Moskova'ya göstermek için bir "örnek vaka"ya ihtiyaçları olduğunu onlara doğrudan söyledim. Spiegel meselesini öğrendiklerinde, herhalde Batılı istihbarat örgütlerinin de işin içine karışmış olduğundan şüphelenmiş olmalılar. Bu nedenle beni 100. madde kapsamında, düşman kuruluşlarıyla bağlantı kurmak suçlamasıyla tutukladılar. Aslında neyi ne kadar bildiklerinden hâlâ emin değilim: Batı'nın benim kitabımın odak noktası olduğu bir propaganda kampanyasına girişmek üzere olduğunu düşünmüş olabilirler. Ama benim Batı'yla bağlantılarım eski Alman komünistleri ve diğer komünistlerle sınırlıydı. Daha sonra bir Spiegel muhabiri tashihleri getirdi, sonra da benimle yaptığı röportajla birlikte geri götürdü. Ama başlangıçta kitabın orijinal kopyasını Batı'ya bir komünist götürmüştü. İsim vermeden bu kadarını söyleyebilirim.

• Ve bütün bu süre boyunca hâlâ kombinada çalışıyordunuz?

Evet, tutuklandığım güne kadar çalışmaya devam ettim.

• Batı Alman televizyonları sizinle röportaj yaptıktan sonra bile mi?

Evet. DAC yetkilileri o röportajların yapılmasına bilerek izin verdiler.

• Bilerek mi?

Evet, çünkü artık bütün hareketlerimi izliyorlardı. Röportaja giderken ve eve dönerken fotoğraflarım çekilmiş. Hemen önce de o muhbir kadını ziyaret etmiştim.

• Fakat sizin röportaj yapmayı kabul etmeniz yasadışı değildi.

Hayır, o sırada değildi. Ama şimdi olurdu. Ayrıca artık Batılı gazetecilerin bu tür röportajları yapması da yasadışı. Benimle yapılan röportaj 22 Ağustos 1977'de Der Spiegel'de yayınlandı. Aynı gün tesadüfen fabrikada bir parti toplantısı vardı. Arkadaşlardan biri yanıma gelip, bir Batı Berlin radyo istasyonunda o akşam benimle yapılan bir röportajın yayınlanacağını duyduğunu söyledi. Görüşlerime ne dereceye kadar katıldığını bilmiyorum, ama bütün meslektaşlarımla olduğu gibi onunla da aram iyiydi. Bildiğini şimdilik kendisine saklamasını söyledim.

Toplantıda bitmez tükenmez sıkıcı bir tartışma sürüyordu, nihayet ben kalkıp kişisel bir açıklama yapmak istediğimi söyledim. Çoğunluk Ağustos tatilinde olduğundan toplantıda en fazla on beş yirmi üye vardı. Şuna benzer bir şey söyledim: "Yoldaşlar, dokuz yıl önce 1968'de görüşlerimi değiştirdim. Çekoslovakya işgalini asla onaylamadım ve o günden bu yana 'gerçekte varolan sosyalizm'i eleştiren bir kitap yazdım. Bütün bunları bugünkü Spiegel'de çıkan bir röportajda açıkladım." Önce bir sessizlik oldu...

• Aynen böyle mi söylediniz?

Aynen böyle.

• Kimse sözünüzü kesmedi?

Hayır. Sonra başladılar. Birisi "Yürekli adamsın Rudi!" diye bağırdı. Öbürleri dostça bir tonla sorular sordular. Sık sık oldukça radikal bir şekilde tartışmalara girdiğim Parti sekreteri "Hepimiz seni tanıyoruz Rudi, neler düşündüğünü de biliyoruz," dedi, " ama Spiegel'le nasıl konuşabildin?" Oradakilerin çoğu beni hâlâ şahsen seviyorlardı, iki gün sonra oybirliğiyle Parti'den atılmama karar verdiklerinde bile. Tartışma kısa süre sonra tavsadı. Ben de eve gidip Uschi'yle Beethoven'in kuartetlerini dinledim.

Ertesi gün her zamanki gibi işe gittim. Ama telefonum pek çalmıyordu. Beni arayanlar telefonun dinlenebileceğini akıllarına getirmeyen arkadaşlardı. Muhbir kadınla aynı tertibin bir parçası olduğu besbelli olan bir başka kişi, olaya nasıl tepki gösterdiğimi öğrenmek için aradılar. Olacakları biliyordum, oldukça doğal, sakin bir şekilde davrandım. O gün olaysız geçti, ama haberler herkese ulaşmış olmalıydı.

• Yayını çok kişi dinlemiş mi?

Eminim dinlemiştir.

• Ama hiçbiri sizinle tartışmadı?

Hayır, ertesi gün işe gittim. Bürom, küçük bir binadaydı, kurallara aykırı olarak sık sık akşam geç saatlere kadar kalıp daktilo yazardım. Ama herkes beni bilir ve güvenirdi. Akşam normal saatte çıktım, eve gittim. Saat altı civarında yemek yerken kapı üç kere çalındı. Normal olarak insanlar böyle çalmazlar.

Kapıyı açtım, karşımda üç adam vardı, ikisi insanın bu gibi durumlarda görmeyi beklediği suratsız, kaba tiplerden. Hakkımda bir suçlama olduğunu, onlarla gelmem gerektiğini söylediler. Yanıma birşey alayım mı diye sordum, hayır dediler. Sadece buzdolabıyla diğer elektrikli aletlerin fişini çekmemi hatırlattılar. Sonra da bana ellerini sürmeden arabaya binmemi söylediler. Berlin'in kuzey banliyölerinden Hohenschönhausen'deki hapishaneye giderken, sessiz durmam için uyardılar. Hapishaneye vardığımızda herhalde beni neyin beklediğini göstermek için, sağlı sollu hücrelerin olduğu uzun koridorlardan geçirdiler. Psikolojik açıdan hazırlıklıydım, ama hapishanenin gerçekten neye benzediğini hiç gözümün önüne getirmeye çalışmamıştım. 1950'lerde ya da 60'larda yapılmış modern bir binaydı, Lublyanka'dan tamamen farklı.

Sorgulama odasına götürdüler. Odada diğerlerinden çok farklı iki adam oturuyordu, bizler gibi "normal" yoldaşlar. Sorgulayıcılardan birisi benim yaşımdaydı, diğeri daha genç. Bana gülümsediler, yiyecek içecek birşey getirdiler, sonra da zehirli olmalarından korkup korkmadığımı sordular. Ama bu kadar saf olduğumu düşünmeyin diye cevap verince, korkmadığımı anlamış olmalılar. İnsanların iktidardakilerden korkmamalarının, otoritenin işlerinin bir esrar perdesiyle örtülü olmamasının önemli olduğunu bile söyledim.

Sonra da yetkililer hiçbir şey yapmamış olsaydı, nasıl tepki göstereceğimi sordular. "Bir hata yapıp yapmadığımı anlamak için, durumla ilgili değerlendirmemi gözden geçirirdim herhalde," dedim. Bunu duyunca gülümsediler, herşeyin yolunda olduğunu söylediler. Birkaç soru daha sordular, bu arada peşime taktıkları kadını da ele verdiler. Ondan hâlâ biraz şüphelendiğim için, kitabı yayınlayacak yayınevinin yerine sahte bir isim vermiştim. Sorguda bu sahte isim tekrarlanınca, bilginin onlara nasıl ulaştığını anlamış oldum. Ancak genel olarak daha benim nasıl bir insan olduğumu öğrenmeye çalışıyorlardı. Bu durumu beklediğimi ve korkmadığımı da görüyorlardı.

• Bu sırada resmen tutuklanmış mıydınız?

Hayır, resmen tutuklanmam ertesi gün oldu, geceyi bir hücrede geçirdikten sonra. Hücrede sadece bir kişi vardı, bütün yataklar dolu olsaydı zaten fazla kalabalık olurdu. Hücre arkadaşım besbelli tesadüfen oraya konmamıştı, yine de ona kandım, genellikle yaptığım gibi. Saklayacak birşeyim olmadığını düşünmekle de hata ediyordum, çünkü verecekleri cezanın uzunluğunu belirlerken çeşitli ayrıntılara ne gibi bir önem atfedecekleri konusunda hiçbir fikrim yoktu.

• Ertesi gün ne oldu?

Ceza kanununun 100. maddesine göre devlet düşmanı kuruluşlarla ilişki kurmak suçundan tutuklandığımı söylediler. Pek çok konuda bilgi sahibi olduklarını öğrendim: Örneğin kitabın, Uschi ve bir başka arkadaşın yardımıyla fotokopiyle çoğaltıp DAC'nde gizlice dağıttığım yetmiş kopyasından haberdardılar. Röportajın Der Spiegel'de yayınlandığı Pazartesi günü arkadaşlarıma göndermiştim. Bu konuda herşeyi bildiklerini söyleyerek beni daha fazla konuşturmaya çalıştılar. Birşeyler bildikleri belli olunca, çoğu kez ben de doğruluyordum. Bir iki kere tuzağa düşmeme rağmen, genellikle onlara zaten bildikleri şeylerden fazlasını söylemedim.

Bir anlamda kenardan başlayıp ortaya doğru ilerlediler. Bütün olayın nasıl başladığı, tezimin ve tez için yaptığım görüşmelerin kopyalarının kimlerde olduğu, Batı'yla irtibatımı kimin sağladığı gibi konuları bulmaya çalışıyorlardı. İlk hedefleri, hakkımda dava açılıp açılmamasına karar vermeden önce, olabildiğince çok şey öğrenmekti. Jürgen Fuchs'u uzunca bir sorgulamadan sonra serbest bırakmışlardı örneğin, oysa Harich hapse atılmıştı.

• Herhalde bu ikinci ya da üçüncü gün oluyor.

Herhalde, ama tam olarak hatırlamıyorum. Sonra beni tehdit etmeye başladılar.

• Avukat tutma hakkınız var mıydı?

Hayır, bu sırada değil. Haftalar sonra, DAC eski Kültür Bakanı'nın oğlu Dr. Klaus Gysi savunmamı üstlendi, onu bulmama eski karım Gundula yardımcı olmuştu. Dr. Gysi görüşlerimi paylaşmıyordu, ama beni savunmak için bütün yasal olanaklardan yararlandı, yaptıklarından bütünüyle memnunum.

• Peki sorgulama sırasında bir avukata danışma hakkı yok mu?

Hayır. Mahkemeye çıkarılmayı beklerken Dr. Gysi'yle, her keresinde sorgulayıcının nezaretinde olmak üzere, birkaç kez konuşmama izin verildi, ama sadece dışardaki işlerim hakkında konuşabiliyorduk. Mahkemeye kadar geçen süre içerisinde dış dünyayla ilişkim kesilmişti. Uschi'yi görmek için başvurmuştum, o bile reddedilmişti. Uschi'ye mektup yazmama izin vermişlerdi, sonra da mektupta çok şey anlattığım gerekçesiyle tekrar yazmamı söylediler. Böylece bir süre onunla ve diğer herkesle irtibatı kaybettim. Daha sonra Uschi'nin, kitabımın kopyalarını dağıtmaya yardım eden bir başka arkadaşımla birlikte tutuklandığını ima ettiler, bu da benim davranışımı etkiledi, bu konuya birazdan geleceğim. Altı ay süreyle Neues Deutschland'ı okumama bile izin verilmedi. Hapishane kütüphanesinde bulunan kitaplar ise sadece Alman, Fransız ve İngiliz klasik romanlarıyla birkaç referans kitabıydı. Gene de kütüphaneyi bilgimi artırmak için kullandım: Stendhal'in Parma Manastırı'yla Kırmızı ve Siyah'ı, Romain Rolland'ın Jean Christophe'u, Bettina von Arnim, bir Sturm und Drang edebiyatı seçkisi, Bertha von Suttner'le Malwida von Meysenburg'un anıları, tarihsel romanlar falan. Hücrede beş altı kitap tutmama izin veriliyordu, gardiyan kapıdan okuduğum ya da ilgilenmediğim bir kitap atarsa, onu da bir başkasıyla değiştirebiliyordum. Seyahat kitapları da okudum, antropolojiyle hep ilgilenmişimdir. Özellikle Paskalya adalarıyla ilgili bir kitabı hatırlıyorum.

Bir keresinde, hapishaneden dışarıya mesaj vermek için bir yol göstererek tuzak kurdular. Ben tuzağa düşünce de tecrite attılar, beş hafta boyunca da kitap okumama bile izin vermediler. Başka bir tutukluyla kaldığım hücrede doğuya bakan buzlu camlı iki pencere vardı, ancak dışarıyı görmek mümkün değildi. Ayrıca sıcak su akıyordu. Hava iyiydi, koşullar da sağlığa uygundu. Kapıdaki küçük bir kapaktan verilen yiyecek, kötü bir fabrika yemekhanesindeki yemekleri hatırlatıyordu, ama yeterliydi. Tecritte geçirdiğim beş hafta dışında, otuz marka kadar yiyecek de alabiliyordum. Nihayet Şubat ayında, avukatımla yaptığım ilk görüşmeden sonra Gundula'yı görmeme izin verildi.

• Sizi bu kadar uzun süre ziyaretçilerinizle görüştürmemeleri yasal mıydı?

Bir nedeni, önce Uschi'nin beni ziyaret etmesini istememdi, bunu işleri ertelemek için kullandılar.

Genel olarak koşulların çok kötü olmadığını söylemeliyim. Örneğin değişik yiyecek kategorileri vardı, ama bana hep standart mahkûm muamelesi yaptılar. Bir süre okuyacak birşeyden yoksun bırakarak kuşkusuz daha fazla bilgi vermemi sağlamaya çalışıyorlardı, ama bütün bunlar yasalar çerçevesinde yapılıyordu. Ayrıca hücrede bir satranç tahtası vardı, ancak hücre arkadaşım satrançta pek iyi değildi.

• Hücrede hep bir başkasıyla mı kaldınız?

Evet, hep aynı adamla.

• O da siyasi tutuklu muydu?

"Siyasi" geniş kapsamlı bir kelime. Bir fabrikada müdürmüş, ta ki Batı Almanya'daki bir arkadaşıyla, DAC ekonomisini zayıflattığı iddia edilen elaltından ticarete girişmek suçuyla mahkûm edilene kadar. Altı yılını tamamlamıştı, sorgulama için tutuluyordu, ama uydurma bir hikâye de olabilir. Bana Nitsche'yle, şu sonradan Batı Almanya'da gürültü kopartan insan hakları savunucusuyla aynı hücrede kaldığını söylemişti.

Kısa bir süre içinde, tezimi Batı Berlin'e götüren irtibat adamı hakkında herşeyi bildiklerini ve VSA-Verlag'tan birisinin onlara bilgi verdiğini anladım. Tezimle birlikte ona verdiğim yazılar hakkında bunca ayrıntıyı ancak böyle bilebilirlerdi. Batı Berlin'den döndüğünde irtibat adamı, gözlerinin üstünde olduğu ve benimle birlikte çalıştığını bildikleri söylenerek iki kez uyarılmıştı. Bana yardım etmiş olan herkesi bildiklerini açıkça belirtmişlerdi. Beni devlet karşıtı faaliyette bulunmakla suçlayacaklarsa, onların da aynı şekilde suçlanması gerekirdi. Öğrenmek istediklerini onlara söylemezsem, arkadaşlarımın üstüne gidecekler, evlerini arayacaklardı. Böyle bir patırtı çıkartmak istemediklerini iddia edip bir anlaşma önerdiler: Konuşursam, başka hiç kimse tutuklanmayacak, tutuklanmış olanlar da serbest bırakılacaktı. Hiçbir şey olmamış gibi serbest bırakılmayı bekleyemezsin dediler, dolayısıyla bize biraz bilgi verirsen, belki de bütün olaydan vazgeçebiliriz. Batı Alman gazetelerinde benim hakkımda çıkan ucuz yazılardan alıntılar okuyup duruyorlardı: "Bahro'da yeni bir şey yok" gibi. Fakat tek bir ödün bile vermedim, çünkü haklı olduğuma inanıyordum. Sorgulayıcımın soğukkanlılığını kaybettiği tek nokta da bu oldu. İnatçılığımın üç sorguya bedel olduğunu söyledi.

• Sorgulayıcınızın rütbesi neydi?

Bana söylemedi, oysa genellikle rütbelerini söylerler. Diğerleri gibi sivil elbise giyiyordu. Entelektüel olarak benimle eşit düzeydeydi. Fiziksel şiddet kullanmadı, ama psikolojik açıdan gaddar bir yanı vardı. Bir keresinde mektuplarımdan birini yeniden yazmamı söylemişti, oysa nasılsa göndermeyecekleri belliydi.

• Kitabınızın içeriğini tartışabilecek durumda mıydı?

Elbette. Oldukça iyi anlaşıyorduk, tartışmalarımız da, kitabımın konusu açısından hayli tatminkârdı. Görüşlerimin olayların uzun vadeli gelişmesine katkıda bulunabileceğini söyleyecek kadar da ileri gitmişti. Ben de DAC vatandaşlığından çıkmak için yaptığım başvuruda da belirttiğim gibi, DAC'nde sosyalizmin kurulması için yirmi sene aktif olarak çalıştığımı, kitabımın ülkenin daha da gelişmesi için bir katkı olduğunu sürekli vurguluyordum. Sorgulayıcıma bunu belirtince, Parti'nin sorunlardan haberdar olmadığını düşünmemem gerektiğini söyledi, ama tartışılan nokta da bu değildi zaten.

• Kitabı başından sonuna kadar okumuş muydu?

Evet, başından sonuna kadar okumuş, üstelik anlamıştı. Ayrıca tezimi de okumuştu.

• Marx'ı ne kadar bildiğini söyleyebilir misiniz?

Mesleği avukatlıktı ve mutlaka Marksist devlet teorisine aşinaydı. Kapital'i ne ölçüde bildiğini ise tahmin edemem.

• Size kariyeriyle ya da özel yaşamıyla ilgili birşey söyledi mi?

Özel birşey söylemedi –böyle birşey söylememeye dikkat ederdi– ama onun nasıl düşündüğünü seziyordum, bana da birşeyler öğretti. Hücre arkadaşımı ele alalım. Hapis cezasını haketmişti. DAC'nde Batı'yla ticari ilişkiler konusunda bir yolsuzluk problemi vardır. Hapiste hakettikleri için yatan bir sürü insan var, ancak bazan sorgu sırasında bunların haklarına pek dikkat edilmez. Ancak süper güçlerin nasıl gizli polisi varsa, DAC'nin de gizli polisinin olması gerektiğini kabul ediyorum. Durumu bir bütün olarak görüyorum.

Sonunda sorgulayıcım sınıf mücadelesi vs. konularında basmakalıp laflara başvurdu, ama bunların basmakalıp olduğunu biliyordu. İşinde ilkesiz olmasına karşın, gene de belli sorunlarla uğraştığı izlenimini edindim. Belki de fazla zekiydi. Bir keresinde ona "Ruhunuzu kurtarmak istiyorsanız, bu işten vazgeçmelisiniz," dedim.

• Buna nasıl tepki gösterdi?

Hiçbir şey söylemedi. 1977 Kasımı ortalarında, uzlaşmayı kabul ettiğim takdirde DAC'nde bir tür yarı-yasal konuma kavuşabileceğimi söyledikleri sıradaydı. Benim yanıtım, bunu hâlâ göze alabilecek kişilerle ilişkiye devam edebildiğim, Parti'yle bir tür dolaylı işbirliği ayarlanabildiği ve diğer bütün koşullara uyulduğu takdirde –tutuklamalara ve insanların evlerinin altüst edilmesine bir son verilmesi gibi– bir uzlaşmanın mümkün olabileceği şeklindeydi. Bütün bunları kabul etti, gerçekten de tutuklamaları durdurdular. Ben de işin nasıl düzenlendiğini anlattım. Yalan söylemedim, çünkü yalan benim savunduklarıma zarar verecekti, mahkemeye kadar da DAC'nde kalmak istiyordum. Bana en kısa zamanda Batı'ya geçmek isteyip istemediğimi sordular. Ben de meydanı kimseye bırakmak istemediğimi, zaten Batı'ya gitmeye meraklı olmadığımı söyledim.

Böylece ayrıntıları anlatmaya zorlandım. Zor durumda kalmıştım, çünkü kitabı Batı Berlin'e geçiren kişi, yakalayabilecekleri üç kişiden biriydi. Kim olduğunu tam olarak bilmiyorlardı, ancak bir kez uzlaşmayı kabul ettikten sonra, bütün hikâyeyi anlatmak zorunda kaldım. Bu beni rahatsız etmişti, onun hakkında yasal bir işlem yapmış olmamalarına karşın, hâlâ da biraz rahatsızım. Eğer bir hikâye uydursaydım, sorgulayıcılarım...

• Sorgulayıcılar mı?

Evet, sorgulamayı bizzat yürüten tek bir kişiydi, ama o da başkalarına danışıyordu. Bu sırada beni ve arkadaşlarımı o kadar iyi tanımışlardı ki, tezimi gösterdiğim kişilere kitabımı da göstereceğimi biliyorlardı. Onları arkadaşlarımdan bazılarının, kitabın sadece bazı kısımlarını bildiklerine inandırabilsem bile, kopyayı Batı'ya götüren kişinin kitabın bütününden haberdar olduğu açıktı. Sanırım bir aşamada mahkemeden tamamen vazgeçmeyi de düşündüler, ama sonra birşey çıkmadı.

• Sizin bir komünist olarak sadakatinize seslendiler mi?

O noktada hayır. Sorgulayıcım bunu yapmayacak kadar kurnazdı. "Gerçekte varolan sosyalizm" bağlamında düşman olduğumuzu biliyordu, ama gene de bana bir uzlaşma önermeye hazırdı.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X