ISBN13 978-975-342-366-3
13X19,5 cm, 189 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Umur Talu, "Medya ve Siyaset", s. 53-61

Benden, basındaki işten çıkarmaların arkasındaki nedenler ve bunların ayrıntıları üzerinde durmam istendi. Bir kişisel öykü gibi de anlatabilirdim. Ama öykü kişisel değil. İşten çıkarmalar da birkaç kategori zaten. Bir salt ekonomik gerekçeli olduğu söylenen işten çıkarmalar var, bir de hazır ortalık karışmışken bir taşla birkaç kuş vurmalar var. Bütün bunlara geleceğim. Ama hikâyeye bugünden başlamak istiyorum. Bugünden geriye dönerek... Anlatacağım bugünün manzarası, aslında benim kişisel hikâyemin geri planını da, kökenini de anlatacak.

2001 Mayıs'ında Türkiye'de ani bir gelişme oldu. Uzun süredir elde olduğu halde, hatta komisyona inip geri gittiği halde, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Yasası'yla ilgili bir değişiklik tasarısı birdenbire Anayasa Komisyonu'na indi. Anayasa Komisyonu'nda kabul edildi, Meclis Genel Kurulu'na gidiyor.

Bunun etrafındaki aktörler, ittifaklara ilişkin çözümlemeler bize Türk medyasının, siyasetinin, ekonomisinin, finans dünyasının neredeyse birçok ipucunu veriyor. Önce şunu söylemem lazım. Benim gözümde RTÜK, antidemokratik bir kuruluş. Ama her antidemokratik kuruluşun Türkiye'de günde iki defa doğruyu gösterme ihtimali de var. Dolayısıyla RTÜK, zaman zaman doğru şeyler de yapıyordu. Bunlardan bir tanesi mülkiyet, sermaye, bu sermayenin yayılması, başka sektörlere sızması, hatta tahakküm etmesiyle ilgili sınırlamalardı. Bunu da çok ortodoks biçimde savunuyordu. Garip bir yapı vardı. RTÜK'ün başına getirilen eski bir gazeteci, Nuri Kayış, benim açımdan çok ciddi antidemokratik, devletçi görüşlere sahip. Ama buna karşılık doğru şeyler söylüyordu. Yani insanları, kurumları bütün renkleriyle kavramaktan yanayım.

Buradaki mesele, Alman konuklarımız için kısaca özetlemek gerekirse şuydu: Bu yasa, gazete, televizyon sahipliği, oradan da kamu ihalelerine girişle ilgili birçok kısıtlama koymuştu. Uzun süredir de medya patronları, özellikle büyük medya patronları bu sınırlamaların kalkmasını istiyordu, çünkü fiilen bu sınırlamaları aşmış durumdaydılar. Fakat zaman zaman sorun çıkıyordu. Türkiye'de çok yakındığımız devlet yapısında birçok kurumun zaman zaman özerk çalışabilmesinden ötürü ciddi sıkıntılar çıkıyordu. Neydi? Diyelim bir ihale alıyorlardı. Televizyonun sahibi gözükmedikleri halde o ihale iptal edilebiliyordu. Özellikle enerji alanındaki birtakım ihaleler. Halbuki medya, medya olmaktan çoktandır çıkmıştı. Sadece iletişimle ilgili, yani telefon gibi alanlar olsa neyse, ama her alanda at oynatılıyordu.

Hükümette Üç Parti, Bir Adam

Hükümetteki üç partinin tavırlarını özetleyeceğim. Üç parti, bir de bir adam. Adamın adı Hüsamettin Özkan, Başbakan Yardımcısı. Başbakan'ın gölgesi olarak adlandırılıyor Türkiye'de. Bu zat büyük medyaya sürekli olarak RTÜK tasarısının kendi istedikleri gibi değiştirileceğinin vaadinde bulundu. Üç partinin pozisyonu şuydu: ANAP güç kaybediyordu. Medya karşısındaki tek kozu bu tasarının yasalaşmasına dair birtakım güvenceler vermekti, ama bir türlü de yasalaştırmıyordu, çünkü elindeki tek kozu buydu. Bu kozu sürekli kullanmaya çalışıyordu.

DSP partiden başka her şeye benziyor. Hiyerarşi bile yok aslında.

Yani çok antidemokratik bir yapısı var. Ama buna karşılık Başbakan Yardımcısı olan Hüsamettin Özkan'ın vaatlerine karşılık, sanıyorum Başbakan, kendi kişiliğine dair izleri bulabildiği anlarda buna çok sıcak bakmıyordu. Bunları hep birinci elden, birinci ağızdan biliyorum. Kaldı ki DSP milletvekilleri de her ne kadar yukarıdan "Halledin" dense de komisyonda bu işi çıkarmıyordu bir türlü.

MHP ise ciddi antidemokratik bir parti. Ama bunun da tavrı, kendi dayandığı sınıf tabanıyla çelişmeme gayretiydi. Küçük burjuvaziye, orta tabakalara dayandığı için, onların çok aleyhinde kör gözün parmağına bir şeye imza atmak istemiyordu. Geriye bir-iki parti kalıyordu. Muhalefet partileri. Çünkü Meclis'te bu değişiklik için oylarına ihtiyaç olabilecekti. FP karşıydı. DYP de büyük medyada yer bulabilmek için sürekli "Hallederiz"e oynuyordu.

Buna karşılık, daha önce Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış, tekelleşmeye karşı bir cumhurbaşkanı geldi. Dolayısıyla orada bir mevzi gitti. 28 Şubat sürecindeki tüm ittifaklara rağmen Türkiye'yi yönettiğini maalesef söylemek durumunda olduğumuz bir de Silahlı Kuvvetler var. O da 28 Şubat ittifakına rağmen, bu değişikliğin karşısında bir pozisyon aldı. Dolayısıyla bu yasa aslında çıkması imkânsız bir yasa haline geldi.

Medyayı Doğru Okumak

Fakat ne olduysa son haftada, birdenbire bu yasa eski haliyle iniverdi. Bu ne demek? Ne oldu bu arada? Bu aradaki süreci çok kısaca özetleyeceğim. Türkiye'de bir enerji dosyası açıldı. Bu enerji dosyasında, beyaz enerji denilen, mavi akıma, Rusya'dan doğalgaz gelişine uzanan ciddi bir kapışma çıktı ortaya. Bu kapışmada saflar yeniden belirlendi.

Türkiye'de medyayı okumak çok zor değil. Batı'daki gibi ciddi eğitim gerekmiyor. Türkiye'deki zorluk şu, her gün yeni baştan okumak durumundasınız. Yani şifreler çok bayağı ve basit, ama her gün değişiyor.

Büyük medya, hükümetle uzun süre ittifak halindeyken, bu enerji krizi sırasında garip tavırlar almaya başladı. Aynı grubun bir gazetesi bir gün hükümete bindiriyor, bir gazetesi savunuyor. Derken ikisi birden bindiriyor, derken ikisi birden savunuyor. Ciddi bir şaşkınlık. Ama bu arada siyasi olarak şu oldu: Türkiye'de hükümet sıkıştı. Arkasındaki halk desteği gitti. Yolsuzluk dosyalarıyla, ekonomik krizle sıkışmaya başladı.

Bu arada birtakım yeni aktörler çıktı. Hükümetin bakanlarından biri olan Sadettin Tantan, İçişleri Bakanı, kendi partisini sıkıştıracak birtakım operasyonları bizzat destekledi, yönlendirdi. Bu operasyonların bir bölümü polisiye olabilir, ama bir bölümü de Türkiye'deki yapıdan ötürü, aslında İçişleri Bakanı'na bağlı, ama sonuçta asker olan ve askeri hiyerarşinin içinde bulunan jandarma tarafından yürütüldü. Burada İçişleri Bakanı kendi partisini vuran bu operasyonun hiçbirinde partisini koruyucu bir tavır almadı. Bunları yanlış-doğru diye anlatmıyor, özetliyorum kısaca. Dolayısıyla Sadettin Tantan, partisinden ve hükümetten özerkleşen bir figür olarak ortaya çıktı. Bu arada dışarıdan bir para vaadiyle birlikte Dünya Bankası'nda çalışan Kemal Derviş geldi. Parlamenter olmamasına rağmen bakan oldu. Dördüncü parti gibiydi. Kemal Derviş'in uygulamaya çalıştığı programa, daha doğrusu paralara ihtiyaç vardı, ama onun pozisyonundan hazzedilmedi. İkinci bir figür daha çıktı. Üçüncü bir figür, doğru iz üstünde de olsa, hukuk normlarını aşan birtakım yadırgatıcı davranışlarıyla DGM Savcısı'ydı. O da hükümeti sıkıştıran bir figür oldu. Bunun dışında Cumhurbaşkanı vardı zaten. Bu figürlerin etrafında büyük medya dalgalandı dalgalandı, sonunda duruldu ve bir dengeye geldi. Bu denge anı RTÜK Yasası'nın büyük medya patronlarının istediği gibi tekrar Meclis'e indirildiği, komisyondan geçirildiği andır.

Türkiye'nin Şifreleri

Hükümet çok sıkıştığı noktada artık büyük medya karşısındaki özerkliğinden de feragat etti. Dolayısıyla iflasını belgeledi ve bu değişikliği getirdi. Bu süre içinde birdenbire büyük medyada savcı aleyhine, Sadettin Tantan aleyhine haberler. Zaman zaman destekleniyor gözükmesine rağmen dudaklarını okuyarak, işte ajan mıdır, değil midir muhasebesine girerek, Kemal Derviş aleyhinde birtakım haberler de çıkmaya başladı.

Bunlar, yabancılar için belki çözülmesi zor, hatta anlaşılması zor şifrelerdir, ama Türkiye'nin çok net şifreleri bunlar. Şifre bile değil, çok aleni. Buradan bir siyasi dengeye gidilecek. Bunun üstünde de ciddi bir savaş olacak. Benim tahminim, Meclis'ten geçse bile Cumhurbaşkanı veto edecek. Sonra ne olur, bilmiyorum. Daha sonraki aşamasında Anayasa Mahkemesi'ne gidebilir, ama burada bir siyasi mücadele var.

İşten çıkarmalar konusunda "Sen bunu niye anlatıyorsun?" derseniz, ben gazetedeki günlük yazıların dışında bir de internet üstünde zaman zaman yazı yazıyordum. Bir medya eleştirisi sitesinde, Medyakronik'te. Çok daha önce, bir yazı yazmıştım: "Bir leydi doğuyor" diye. "Bir leydi" Tansu Çiller'di. Büyük medyayla büyük kapışmalar yaşamış bir liderdi. Yani büyük ittifaklar, büyük iç içe geçişler, sonra da her sevginin nefrete dönüşmesi gibi kapışmalar yaşanmıştı.

Birdenbire ona bir itibar başladı büyük medyada. Birdenbire garip siyasi öneriler manşetlere çıkmaya başladı. O arada benim bu şifreyi çözme çabam şuydu. RTÜK Meclis'e indiğinde, her şeye rağmen oy sayısına, parmak sayısına güvenilmediği için muhalefetteki DYP de yedeklenmeye çalışılıyor. Basit bir yazıydı. Bunu yazdım. Bu yazıdan sonra birey olarak benim pozisyonum şu hale geldi: Aynı zamanda Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu üyesiydim. Bu RTÜK meselesinde büyük medyanın içinde olup, hatta orada yöneticilik yapmış olup buna ihanet eden bir kişi. Ama neden o gün olmadı da sonra, başka bir gün oldu? Orada birçok arkadaşımla birlikte kader ortaklığı yaptık. Burada ortaklıkları saptamaya çalıştığımızda, bir tek şundan utanıyorum: Yaklaşık 4 bin medya çalışanı, ki bunların bin kadarı gazeteci, işsiz kaldı. Tabii ön planda gözükenler köşe yazanlar. İnsanların sürekli karşısında olanlar. Belli bir isme, belli bir kıdeme ulaşmış olanlardı, ama genelde zaten bir utanç tablosu var. Bu utancın bir bölümü haklı ekonomik, bir bölümü haksız ekonomik. Bir bölümü de tamamen kıyım şeklinde, yani o sırada birtakım hedeflere de vurma şeklinde. Biz bilinenlerin ortaklığına baktığımızda birkaç nokta çıkıyordu. Bir tanesi Milliyet gazetesinin özel durumu, yönetimi değişmişti. Eski Milliyet, büyük bir grubun içinde bile olsa, özerk tavrı olan, bir geleneği olan, patronuna rağmen bazen de patronuyla birlikte bağımsızlaşabilen bir gazete. Bunun geçmişi kazınmak istendi. Bunlar kişisel yorumlarım. Dolayısıyla bu gazetede yöneticilik yapmış, bir istisna dışında, ne kadar insan varsa bu listeye hepsi girdi. İkincisi, bağımsız tavırları olan, yazılarında birtakım duyarlıkları yansıtan, daha bir gazetecilik geleneğini temsil eden birtakım insanlar. Bunu bir de aldığımız bireysel tavırlar katmerleştirmiştir. Ben kendimle ilgili kritik nokta olarak RTÜK meselesini görüyorum. Bugüne kadar siyasi olarak mesafeli durmaya çalışan hükümet, bu konuda teslim bayrağını çekip indirmiştir.

Toplum Bilgilendirilmiyor

Bu aslında Türkiye'de siyasetin, medyanın, ekonominin iç içe krizinin çok simgesel bayrağı. Maalesef bu haberi bu şekliyle büyük medyada okumanız da imkânsız. Bugün baktım Hürriyet gazetesine, bu sahiplikle ilgili maddeleri neredeyse görmeden, birtakım başka düzenlemelerini ön plana çıkarmış. O da iç sayfasında. Ama buna karşılık İslamcı basın denilen bazı gazeteler dünden itibaren ayrıntılarıyla veriyordu. Türkiye'nin bir de böyle bir tarafı var. Toplumda herhangi sıradan bir okurun, sıradan bir televizyon izleyicisinin bu konuda bilgilenmesi dahi imkânsız. Vahim olan bu. Demokratik bir tartışmanın ortaya çıkabilmesi açısından vahim. Tabii ki patronlar kendi çıkarlarının peşinde koşar, buna karşılık başkaları bunu engellemeye çalışır. Bu bir siyasi mücadeledir. Demokratik, adil bir şekilde yapılırsa da, her bir tarafın kendi çıkarlarını kovalama, kendi düşüncelerini kovalama hakkı da vardır. Ama adil yapılmıyor. Bir kere toplum bilgilendirilmiyor. Toplum ancak çok marjinal biçimde bilgilendirilme imkânına sahip. Bu konuda bilgilenmek için üç-beş gazete almanız lazım. Mesela ben bu sabah uçağa binerken bir tane Hürriyet aldım, bir Cumhuriyet aldım, bir de Yeni Şafak aldım. Bir de şu aralar yazdığım Star var, bir de onu aldım. Ama bu üç sacayağını kurmadan Türkiye'de tam bilgilenmek, hatta buna birtakım internet sitelerini de ilave ederseniz, yani bunların hepsine birden bakmadan tam bilgilenmek mümkün değil.

Türkiye'de var olduğu söylenen demokrasi, haber ve bilgi alma hakkı hiçbir şekilde adil olarak uygulanmıyor. Çünkü herkesin üç-beş gazete alması, herkesin bilgisayar donanımına sahip olup internette birtakım sitelere girip oralardan bilgi kırıntıları yahut bakış açıları bulması mümkün değil. Ama bu sesler bir şekilde duyulacak.

İşten atılmalarla ilgili krize gelirken, siyasetin, medyanın ve finansın iç içe geçmişliğinin getirdiği bir kriz dedim. Bunu sadece felsefi, siyasi bakımdan bir bakış açısı olarak söylemedim. Bu çok net gözüken bir şey. Çünkü bir medya siyasetle ittifak yapıyordu.

Siyasi bir görüşü içten biçimde savunmaya karşı değilim. Ama siyasetle çıkar amaçlı ittifak yapılıyordu. İki medyanın ekonomik çıkarları vardı. Bunlar banka, sigorta, enerji ve diğer sektörlerde somut, elle tutulabilir şeylerdi.

Ama ekonomik açıdan şöyle ilginç bir dönem de yaşandı. Türkiye, çok yüksek enflasyonlu dönemler yaşıyordu uzun zamandan beri. Geçen sene o programla enflasyon düşürülmeye çalışıldı. Hem sıcak parayı çekebilmek için, hem de bir anlamda reel sektörü de finanse edebilmek için, çok ciddi reel faizler verildi. Bunu veren devletti. Yani yüzde 70 enflasyonsa, yüzde 60'lık, yüzde 70'lik reel faizler verildi. Bunlar bazen dolar bazında yıllık yüzde 30-35 net faizlere kadar ulaştı. Bu arada üç tane iş Türkiye'de parladı. Bir tanesi süpermarketlerdir. Birçok yabancı süpermarket geldi. Çünkü günlük nakit akışı çok önemliydi. Bir tanesi bankacılıktır, nakdin geçtiği ve devlete plase edildiği yer. Üçüncüsü de medya ve özel olarak gazetelerdi. Gazetelerin bütün maliyet hesapları şaştı. Gazete kaça çıkar, bu yüzden kaça satılmalıdır, bunların hiçbir önemi kalmadı. Gazete ürettiğini satarak, yahut ilan-reklam alarak bir maliyet-gelir hesabı yapmadı. Nakit girişi önemli hale geldi. Siz bir gazetenin üstünde zarar etseniz bile, her gün kasanıza nakit giriyor ve bütün harcamalarınızı vadeli yapıyorsanız, o para başlı başına kıymetli hale geldi. Aldığınız parayı yüzde 70, yüzde 80'i bile bulan reel faizlerle, bazen yüzde 30'luk dolar faizleriyle devlette işletebiliyorsunuz.

Tabii bunu yapan bir tek medya değil. Bütün sektörler neredeyse böyle çalışmaya başladı. Türkiye'nin girdiği ekonomik kriz faciasının kökeni de burada.

Tekelleşmeyi Savunan Yayın Yönetmeni

Medyada ölçek şaştı dedim. Neydi ölçek? Her gün daha çok gazete satmak. Ne kadar çok kâğıt satarsanız, o kadar çok nakit giriyordu. Aynı zamanda o nakdi de işletme ve üstünden kâr etme imkânınız çoğalıyordu. Dolayısıyla gazetelerin, dergilerin nakit getirebilecek her türlü kâğıdın hiçbir rasyonel hesabı kalmadı. Bu 4 bin kişinin bir bölümü maalesef o irrasyonelliğin kurbanıdır. Yani irrasyonel şekilde medya dünyasına alınmış.

Aslında bu kadar büyümemesi gereken bir medyanın içinde çalışmış, ama bu yüzden de tekrar acı gerçeklerle yüz yüze gelince zorunlu olarak, kendilerinin tabii hiçbir hatası yok, irrasyonel, agresif, iştahlı, yamyam yöneticilerin getirdiği bir noktadır bu. Ama kurbanı da onlar oldu. Olmamaları gereken bir sektöre girip sonunda fazlalık olarak atılan insanlar da vardır. Ama bin tane gazetecinin hepsi böyle değil tabii. Bunların içinde uzun yıllardır ciddi gazetecilik yapan, deneyimli olan, gazetecilik tanımlarına uyan, hatta pozisyonları da çok net olan, yani etik anlamda omurga sahibi gazeteciler de vardı.

Öyle bir dönem ki, mesela bir gazete yayın yönetmeni, ki bilmiyorum, Almanya'da böyle bir şey var mıdır, ama bir gazetenin genel yayın yönetmeni normalde, haydi sendika Türkiye'de çok zayıfladı, ama Gazeteciler Cemiyeti üyesi olabilir. Kendisi Gazeteciler Cemiyeti üyesi değil, Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği üyesi. Büyük işverenler örgütü üyesi. Açık açık tekelleşmeyi savunabiliyor. Yani bu savunduğu tekelleşme bizim meslek ilkelerine de aykırı, ama bizim üyemiz değil. Üyemiz olsa diyelim ihraç etmeyi düşünelim yahut onur kuruluna verelim, ama üyemiz de değil. Buna karşılık işadamları da rekabeti savunurken, bence onların da değerlendirmesi lazım bunu. Rekabeti savunan, Avrupa Birliği normlarını savunan kâğıt üstünde işadamları, içlerinde tekelleşmeyi savunan bir medya yöneticisini mesela nasıl karşılıyor? Bu soruların hiçbir cevabı yok Türkiye'de. Yani ilke olmadığı için bunların hiçbir cevabı yok.

İşten Atılma Korkusu Daha Acı

Avrupa'dan da bir rüzgâr alındı son zamanlarda. Berlusconi'nin İtalya'da iktidara gelmesiyle, bütün iktidara yürüyüş sürecinde, birden dendi ki, kaba tabirle, "Aha size Berlusconi". Yani siz burada tekelleşmeden bahsediyorsunuz, adam ülkeyi ele geçirdi. Bu sanki bir bulunmaz nimet, Allah'ın gönderdiği bir argüman gibi birdenbire müthiş sarılınan bir şey oldu Berlusconi fenomeni. Bütün bunlara karşılık da birilerinin bir şeyler yazması lazım. Yani bu yazılar artık o büyük medyanın içinden çıkamıyor. Eskiden tekelleşmeye giden sürece rağmen, büyük medyanın içinde bile çokseslilik vardı. Hatta olmaması gereken kadar çokseslilik. Köşelerde farklı farklı şeyler yazılabiliyordu. Bu alan giderek daraltıldı. Bir arkadaşımızın söylediği gibi, sanıyorum Duygu Asena söylemişti, olay sadece atılanlar sorunu değildir. Bence daha vahimi kalanlar sorunudur. Neden kalanlar sorunudur? Atılmak bu kadar kolaysa, atılmak bu kadar rahatlıkla yapılabiliyor ve göğüslenebiliyorsa, kalanların üstünde ciddi bir Damokles'in kılıcı var. Kalanların üstünde sürekli tehdit vardır. Kendi aramızda konuşurken şöyle bir benzetme yaptık. Birileri fırına atıldı, yakıldı tamam. Ama diğerleri her gün, ben ne zaman atılırım, atılmaz mıyım? Her gün bunu yaşıyorlar. Dolayısıyla kalmanın getirdiği problemler çok daha zor.

Tabii burada insanları, tek tek bireyleri alıp, işte o orada kaldı, şunu yazmıyor falan diye suçlamak da açıkçası bana zor geliyor. Çünkü bu genel bir özgürlük ve hak sorunu. Gazeteciler Cemiyeti'nin bildirgesi ile Basın Konseyi'nin 16 uyduruk maddesinin ciddi farkı da budur. Basın Konseyi'nin maddeleri laf olsun torba dolsun maddeleridir. Genel geçer ilkelerdir. Öteki bir örgüttür. Seçimle gelinir yönetime. İnsanlar bağımsız biçimde seçime girer. Ve yönetime girmek için de bir gazetenin murahhas üyesi, başyazarı, genel yayın yönetmeni veya eski genel yayın yönetmeni falan olmak da gerekmez. Herkes seçimle gelir, seçimle gider.

Dolayısıyla onun adı bildirgedir, beyannamedir. Ötekinin adı birtakım ilkelerdir. Ve o ilkeleri savunduğunu söyleyen Basın Konseyi, RTÜK Yasası'nın büyük medyanın istediği gibi değişmesi için kulis yapmıştır mesela. Cemiyetin aldığı tavır bir örgütün, çalışanın tavrıdır. Bildirgenin ruhuna da bakın, Özgürlük, Hak ve Sorumluluk diye gider. Özgür olacaksınız ama, bu özgürlüğünüzü haklar güvenceye alacak. O noktadan sonra da sorumlu olacaksınız. Özgür değilseniz sorumlu olamazsınız. Hakkınız yoksa tam özgür olamazsınız. Ve özgürlük de sadece devlete, yasalara, cezalara ve Türkiye'deki antidemokratik uygulamalara karşı bir özgürlük değildir. Bildirgenin farkı da budur. Özgürlük aynı zamanda birey gazeteci olarak, kendi çalıştığınız televizyonda, radyoda, gazetede, dergide, web sitesinde, bireysel gazeteci özgürlüğüdür aynı zamanda. Diğerleri bu bireysel gazetecinin kendi kurumu içindeki özgürlük alanını asla tanımlamazlar. Türkiye'de bir gün antidemokratik yasalar da değişebilir, ama esas temeli olan birey gazetecinin bu özgürlük meselesi nasıl hallolacaktır? Atılmalar, satılmalar, kalem kırmalar, kalemi kırılmalar, manipülasyonlar, yalanlar, ittifaklar, hepsi, hepsinin kökeninde birey gazetecinin vicdani özgürlük meselesi vardır.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X