ISBN13 978-975-342-373-1
13x19,5 cm, 165 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Giriş, s. 9-19

"Ayetullah Humeyni'nin hayatı çok belirsizdi, fazlasıyla mitoloji ve söylentiyle kuşatılmıştı. Öyle ki ataları, gerçek ismi ve doğum tarihi hakkında süregelen bir anlaşmazlık ve şüphe vardı. Fakat bu yaşlı adam 1 Şubat 1979'da –15 yıllık sürgünden sonra– zaferle döndüğünde, kim olduğu ve ülkesi için neler istediği konusundaki şüpheleri ortadan kaldırdı. ... Devrimci fundamentalizmini bütün Arap dünyasına yayma konusunda çok kararlıydı." – Ayetullah Humeyni'nin vefatı üzerine yazılan kısa Biyografi'den, New York Times, 4 Haziran 1989

Humeyni'nin Algılanışı

Ayetullah Humeyni'nin sert imajı Batı bilincinde, aynı her yaz öncesi Amerikan ekranlarını dolduran ucuz korku filmleri gibi yer etmiştir. Kötü ve soğuk bakışlarıyla, izleyende ilk anda korku, büyülenme, hayret ve şaşkınlık uyandırıyordu. Ama sezon sona erdiğinde sakallı imajı bulanıklaşıyor ve kolayca benzeri korku filmleriyle karıştırılabilir bir hale geliyordu. Şimdi neredeyse bir on yıldan sonra Batı onun adını hatırlamak istediğinde şu sıfatlarla birlikte kullanıyor: "fanatizm", "radikalizm" ve en önemlisi "dini fundamentalizm". Batılı gazeteciler onu dinsel atavizmle özdeşleştirerek, İsrail, Nijerya ve Endonezya gibi daha uzak diyarlarda benzer figürler arama yoluna gidiyorlar.

Fundamentalist etiketinin neden bu kadar yaygınlık kazandığını anlamak güç değil. Muhafazakârlar için bu terim yabancı düşmanlığını, militanlığı ve radikalizmi çağrıştırıyordu. Liberaller için aşırı uca savrulmayı, fanatizmi ve gelenekçiliği ifade ediyordu. Radikaller için teolojik cehaleti/gericiliği, siyasi atavizmi hatırlatıyor; ayrıca bilim, tarih, modernite, aydınlanma ve endüstriyel devrimin reddi anlamına geliyordu. Bu arada, Ortadoğu araştırmalarında hâlâ büyük etkileri olan Şarkiyatçılar için ise fundamentalizm özellikle kullanışlı bir terimdi. Çünkü onlar için bu terim şunu ifade etmekteydi: Müslüman dünya esas itibariyle zamansız, değişmeyen, irrasyonel ve içe dönüktür; sadece Peygamber dönemiyle ilk hilafet ve ortaçağ mücadeleleri döneminden kalan eski metinleri yeniden uygulamaya koymak için programlanmıştır. New York Times, Humeyni'nin hayatını anlatan ve Humeyni'yi dini bir atavist olarak sunan en etkili kitaplardan birinin tanıtımında, kitabın bu konuda "büyük bir katkı sağladığı"ndan övgüyle bahsederek, "şaşırtıcı" İran devriminde halkın nasıl olup da "daha az özgürlük ve daha az dünyalık istemek" için ayaklandığını ortaya koyduğu için yazara teşekkür ediyordu. Ne var ki olaylar beklendiği gibi gelişmediğinde, yine aynı yazar, birbirine zıt iki terimi bir araya getirerek "pragmatik fundamentalizm" terimini uyduruyordu.

Bu kitabın temel iddiası, Humeyni'yi, fikirlerini ve hareketini tanımlamak için "halkçılık" teriminin daha uygun olduğudur. Çünkü halkçılık, yerleşik düzene karşı siyasi protesto ile halkın statükoya karşı çıkışını ateşleyen sosyo-ekonomik konulara ideolojik uyarlanmayı ve entelektüel uyumu da içerir. "Fundamentalizm" etiketi ise dinsel uyumsuzluğu, entelektüel saflığı, siyasi gelenekçiliği, hatta sosyal muhafazakârlığı ve kutsal kitaba ait doktrinel prensiplerin merkeziliğini temsil etmektedir. "Fundamentalizm" modern dünyanın reddi anlamına gelir, oysa "halkçılık" bu dünyaya girmek için ulus-devletlerce verilen mücadeleyi ifade eder.

Burada semantiğin ötesine geçen tartışma konuları var. Bir yandan, eğer Humeynizm bir tür fundamentalizm ise, bu durumda bütün hareket modern çağa ayak uydurmakta yetersiz kalacak ve ideolojik olarak kapalı devre bir tuzağın içine düşecektir. Öte yandan, eğer Humeynizm bir tür halkçılık ise, değişim potansiyelinin ve modernitenin, hatta ilerde siyasi çoğulculuğun, cinsler arası eşitliğin, bireysel hakların ve sosyal demokrasinin kabulünü de içerecektir. "Fundamentalizm" terimine karşı çıkarken, bunun diğer ülkelerde, hatta bazı Humeyni taraftarları arasında da var olduğunu inkâr ediyor değilim. Dinin Humeyni için önemli olduğunu da inkâr etmiyorum. Benim argümanım, Humeynizmin sadece kutsal kitaba, ruhsal arınmaya ve teolojik dogmaya saplanıp kalmış, basitçe dini bir mücadele olarak ele alınmaması; aksine sosyo-ekonomik sıkıntıları dile getiren esnek bir siyasi hareket olarak görülmesi gerektiğidir.

Bu kitabın beş bölümünden her biri bu ana temayı incelemektedir. Birinci bölüm, Humeyni'nin Şii gelenekten nasıl koptuğunu, Marksizm dahil yabancı kaynaklardan radikal söylemler aldığını ve halka teolojik temalara değil de daha çok ekonomik, sosyal ve siyasi konulara dayalı cesur bir çağrıda bulunduğunu ele alıyor. Kısacası Humeyni Şiiliği muhafazakâr, sakin, kendi halinde bir inanç olmaktan çıkararak, emperyal güçlere ve ülkenin üst sınıflarına meydan okuyan militan siyasi bir ideolojiye dönüştürmüştür. Ortaya çıkan nihai ürünün, geleneksel Şiilikten çok, Üçüncü Dünya –özellikle de Latin Amerika– halkçılığıyla daha çok ortak yönü vardı.

İkinci bölüm, Humeyni'nin özel mülkiyet, toplum ve devlet görüşlerini inceliyor. Humeyni'nin nasıl radikal temalar benimsediğini, toplumsal nefreti ateşlemesini, serveti yeniden dağıtmayı vaat etmesini, –ve bazı sosyal bilimcilerin İran'da olmadığını söyledikleri– sınıf fikrine açıktan vurgular yapmasını ele alıyor. Bazen Marksistlerden daha radikal görünüyordu Humeyni. Fakat radikal söylemler benimserken, orta sınıfın mal varlığının korunması konusundaki kararlılığını da sürdürdü. Bu tarz bir orta sınıf radikalizmi onu yine Latin Amerika halkçılarına, özellikle de Peronistlere benzetti.

Üçüncü bölüm, İslam Cumhuriyeti'nin 1 Mayıs'ı niçin kutladığını inceliyor. Humeynicilerin Batı'yı reddettiklerini iddia ederken, temaları, simgeleri ve diliyle Avrupa sosyalizm geleneğine dayanmasına rağmen, nasıl olup da uluslararası işçiler gününü benimsediklerini ele alıyor. Din ile politikanın, İslam ile sosyalist temaların iç içe geçişi her yıl tekrarlanan bu törenlerde kolaylıkla görülebilir. Bu kutlamalar aynı zamanda rejimin on yıl içerisinde halkçı söylemini nasıl yumuşattığını ölçmek için de kullanılabilir. Her yıl İran Thermidoru'nun gelişim çizgisi 1 Mayıs'ta görülebilir.

Dördüncü bölüm, İslam Cumhuriyeti'nin İran tarihine bakışını inceliyor. TV itiraflarıyla, gazetelerle, posta pullarıyla, okul kitaplarıyla ulemayı tarih boyunca zenginlere karşı fakirlerin koruyucusu, dış güçlere karşı da ülkenin savunucusu şeklinde sunarak rejimin sistematik olarak tarihi manipüle ettiği anlatılıyor. Başka bir deyişle, İslam Cumhuriyeti, çağdaş dünyadaki diğer ideolojik devletler gibi, halkın "gönlünü ve zihnini" kazanmak için tarihi kullanmış ve çarpıtmıştır.

Beşinci bölüm, İran siyaset arenasında kralcılar, solcular ve Humeyniciler arasında varolagelen paranoyayı ele alıyor. Emperyalizm döneminin ve aynı şekilde toplumla devlet arasındaki geleneksel boşluğun, İran'da siyaset sahnesindeki aktörlerin perde gerisinden (pus-i perde) yönetilen birer kukladan ibaret olduğu anlayışını yaygınlaştırdığını inceliyor. Akıllı bir gözlemci olabilmek için insanın bu sahnenin aldatıcılığını bir yana bırakıp, onun yerine gizli elleri görmesi gerekiyordu. Humeyni'ye göre emperyal güçler casuslar, uşaklar, bağımlılar, hainler ve işbirlikçiler aracılığıyla toplumu bölmek için komplolar kurmuşlardır sürekli olarak. Bu nedenle millet, dış güçlere ve onların yerli işbirlikçilerine karşı her zamankinden daha uyanık olmak durumundadır. Bu ve diğer birçok konuda, Humeyni şaşılacak derecede başka yerlerdeki halkçılara benzemektedir.

Bu beş analiz kuşkusuz Humeynizmin bütün yönlerini ele almıyor. Kadınlar, dinsel ve dilsel azınlıklar, sivil toplum, bireysel özgürlükler, okul müfredatları ve yürürlükteki hukuk sistemi gibi önemli konuları da atlamış oluyor. Fakat bu konuların ele alınması da, eminim, bize aynı şekilde Humeyni'nin ve İslam Cumhuriyeti'nin davranışlarının, kutsal metinlerden çok, mevcut siyasi, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarca belirlendiğini gösterecektir. Yüzeyi kazıdıkça, daha az fundamentalizm, daha fazla pragmatik, hatta oportünist bir halkçılık görürüz. Humeyni'nin fikirlerini analiz etmek için ikinci el kaynaklardan kaçındım; mümkün olduğu kadar kendi eserlerine başvurdum. Batılı yazarlarca çok seyrek kullanılmasına rağmen bu eserlerin Farsça orijinallerine kolayca ulaşılabilmektedir.

Humeyni'nin Hayatı ve Eserleri

İslam Cumhuriyeti, Ayetullah Humeyni'yi büyük ve mükemmel bir "halk adamı" şeklinde sunmak için elinden geleni yaptı. Mütevazı bir ailede doğan, Peygamber Muhammed gibi çocuk yaşta babasını kaybeden, ilmi hiyerarşide sadece ilmi yetenekleriyle bir yıldız gibi en üst mertebeye yükselen, bütün gençlik dönemini Pehlevi zorbalığıyla mücadeleye adayan ve ardında oğluna dünya malı tek bir miras, aile yadigârı bir seccade bırakan biri olarak anlatıldı. Oysa gerçekler biraz daha karmaşıktır.

Ruhullah Humeyni, 1902'de Honsar, Arak, Dizful ve Kum arasında küçük bir kasaba olan Humeyn'de varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası ve annesi, merkezi İran'da iyi bilinen toprak sahibi ve ulemaya mensup ailelerden gelmekteydi. 1917'de vefat eden annesi, yerel bir toprak ağasının kız kardeşi ve İsfahan'da çok saygı duyulan yüksek dereceli bir müctehid olan Ahund Hacı Molla Hunsari'nin kızıydı. Hunsariler, Arak'taki dini kurumları tekellerinde tutuyorlardı ve 1909'da meşrutiyet devrimcilerince idam edilen muhafazakâr müctehid Şeyh Fazlallah Nuri'yle de yakınlıkları vardı. Humeyni'nin babası Seyyid Mustafa (1861-1902), önce Hunsari ailesiyle İsfahan'da eğitim görmüş sonra da Osmanlı İmparatorluğu'nda Necef'te içtihad derecesini almıştı. Seyyid Mustafa'nın maiyetinde uşakları ve silahlı adamları vardı, fahrülmücahidin unvanını kullanıyordu – bu unvanın kendisine Şah tarafından mı verildiği, yoksa sadece yerel halkın kendisi için kullandığı bir unvan mı olduğu bilinmiyor.

Humeyni'nin baba tarafından dedesi Seyyid Ahmet (ö. 1868) aynı zamanda Hindi (Hintli) olarak da biliniyordu, çünkü Keşmir'de doğmuştu ve aslen Nişaburlu olan babası orada Seyyüddin Ali Şah adı altında hocalık ve ticaret yapmıştı. Seyyid Ahmet 1830'larda Humeyn'e yerleşmeden önce Necef'te ilim tahsil ediyordu. Bu bölgeden toprak satın aldı ve önde gelen kişilerden birinin kız kardeşiyle evlendi. Müstakbel kayınpederi Yusuf Han'ın kendi yakın çevresine bir âlimi daha dahil etmek için onu bu bölgede yerleşmeye ikna ettiği söylenir. Humeyni'nin ağabeyi Ayetullah Murtaza Pasandide'nin anlattığına göre, Seyyid Ahmet Hindi "zengin" bir kimse sayılırdı. Herkese açık bir evi, yakın köylerde önemli miktarda çiftlik, kervansaray, meyve bahçesi ve Humeyn'de geniş bir evi vardı. Bunların çoğu torunlarına kaldı. Durumu oldukça yakından bildiği görünen Pasandide, Yusuf Han'ı hizmetçileri ve silahlı adamları olan meşhur bir zat (ayan) olarak tanımlıyor. Ayetullah lakabı 19. yüzyılda bugünkü anlamıyla kullanılmıyordu; fakat sonraki eserler hem Seyyid Ahmet'i hem de Seyyid Mustafa'yı ayetullah olarak nitelendirmektedir. Bununla birlikte öyle görünüyor ki bu iki zat, ilmi çalışmaları ailenin Hunsari kanadına bırakarak daha çok ticaretle uğraşmışlardı.

1902'de Humeyni'nin doğumundan dört ay sonra, babası Seyyid Mustafa, Arak yolunda bir pusuda öldürüldü. İslam Devrimi esnasında bu cinayetle ilgili çok şey söylendi. Bazıları onun ezilen köylüleri savunurken öldürüldüğünü, bazıları ise İran'ın müstakbel Pehlevi Şah'ı Rıza Han tarafından öldürtüldüğünü iddia etti. Fakat o zamanlar Rıza Han, Tahran'da sadece bir askeri öğrenciydi ve aslında çatışma, bölgenin diğer meşhur ailesi el-Ri'yas'la aralarında çıkan bir kan davasından kaynaklanmıştı. Ri'yas, Seyyid Mustafa'nın adamlarından birini hapsetmişti. Mustafa da onlardan bir adamı hapsetmiş ve adam hapiste ölmüştü. Ri'yas da Mustafa'yı öldürerek intikam almıştı. Pasandide'ye göre Seyyid Mustafa için Necef, İsfahan, Tahran, Humeyn, Arak ve Gulpayegan'da çok sayıda insanın katıldığı cenaze törenleri yapılmıştı.

Adalet aramak için Seyyid Mustafa'nın dul karısı Tahran'a gitmiş, yaklaşık üç yıl süren mücadele ve önde gelen bir mahkeme yetkilisi aracılığıyla yürüttüğü lobi faaliyetleri sonucu, Şah'ın suikastçılardan birini idam ettirmesini sağlamıştı. Halka açık bir alanda asılan adamın başı merkez çarşıda sergilenmişti. İdamdan sonra Humeyn'e bir sütanneye bıraktığı oğlunun yanına dönmüştü. Pasandide, Humeyni'nin sütannesine çok düşkün olduğunu yazıyor. Humeyni 15 yaşındayken annesi öldü.

Humeyni ilköğretiminin çoğunu kendi kasabasında aldı. Önce ailesinin desteklediği yerel bir mektebe gitti, sonra aile büyüklerinden hat, Arapça ve Farsça dersleri aldı. 1920'de 18 yaşındayken ilahiyat tahsili için Arak'a, dönemin önde gelen taklit mercii Şeyh Abdülkerim Hairi'nin yanına gitti. Hairi sadece ilmiyle değil aynı zamanda 1910'ların karışık ortamında bile titizlikle siyasetten uzak durmasıyla da tanınmış biriydi. Hairi 16 yıl boyunca Humeyni'nin asıl hocası oldu. Bununla birlikte Humeyni'nin Arak'ta kalışı fazla uzun sürmedi. Bir yıl sonra Hairi, 19. yüzyıla ait çökmekte olan Feyziye medresesini yeniden canlandırmak için öğrencileriyle birlikte Kum'a gitti.

Bunu izleyen on yıl içinde Kum, İran'ın en önemli ilim merkezlerinden biri oldu. Bunda biraz Hairi'nin, biraz Irak'tan gelen sığınmacı ulemanın, biraz da Rıza Şah'ın bu merkezi korumasının ve politikadan uzak kalmalarını sağlamak için buradaki ulemayı ödüllendirmesinin rolü vardı. Rıza Şah'ın laik reformlarına açıkça karşı çıkan Meşhed gibi diğer dini merkezlerin aksine Kum, Rıza Şah'ın saltanatının çoğunda bariz bir şekilde sakin kaldı. Tarihçi ve siyasetçi Yahya Devletabadi, Rıza Şah'ın cumhuriyetçiliğin, komünizmin ve diğer radikal akımların büyümesini engellemek için Hairi'yi desteklediğini yazdı. Kum'un tarihi bir ilim merkezi olduğu fikri icat edilmiş bir gelenektir; Rıza Şah'a karşı muhalefetin en ateşli merkezi olduğu düşüncesi de bir uydurmadır.

1920'lerde Humeyni Hairi yanında Kum'daki diğer seçkin âlimlerden, Mirza Muhammed Ali, Hacı Seyyid Muhammed Taki Hunsari, Seyyid Ali Yesebi Kaşani ve hepsinden önemlisi, o çevrede tartışmalı bir niteliğe sahip olan tasavvuf konusunda seçkin bir otoriteden, Mirza Muhammed Ali Şahabadi'den de ders aldı. Şahabadi ile dersleri yaklaşık altı yıl sürdü. Tasavvuf gerçek inananların Tanrı'yla doğrudan ilişki kurmalarını öngördüğü ve bu suretle dinsel yapılanmayı çürüttüğü için tartışmalıydı. 19. yüzyılın önde gelen müctehidlerinden Aga Muhammed Behbehani tasavvufa o kadar karşıydı ki, kendisine Sufi Öldüren (Sufi Kûş) lakabı verilmişti.

1930'larda Humeyni, Feyziye fakültesine girdi. Hadis, ahlak ve tasavvuf üzerine Şerhler yayımladı. Tamamı Arapça olan bu kitaplar şunlardır: Misbahu'l-hidaye (Rehberlik Kitabı), Şerh-i dua'i seher (Seher Vakti Duasının Yorumu), Şerh-i erbain (Hadis Açıklamaları / 40 Hadis Şerhi), Adabü's-salat (Namaz Adabı). Bunların bir kısmı Şahabadi'nin tasavvuf üzerine verdiği ders notlarının kısa açıklamalarıydı. Devrimden sonra, Şahabadi'nin derslerinde ortaçağın mutasavvıf filozofları üzerine tuttuğu notlar Fususü'l-hikem (Hikmet İncileri) ve Misbahü'l-üns (Dostluk Lambası) adıyla basıldı. Yine bu yıllarda yazdığı Farsça mistik şiirler, Humeyni'nin ölümünden sonra Divan-ı şi'r (Şiirler Koleksiyonu) adıyla oldukça süslemeli ve kaliteli bir baskıyla yayımlandı. Bu şiirlerden biri inançları dolayısıyla öldürülen ünlü ortaçağ mutasavvıfı Hallac'ı övmekte ve ilahi hakikatin kesinlikle cami ve medreselerde bulunamayacağını söylemekteydi.

1929'da Humeyni Tahranlı tanınmış âlim Hüccetülislam Sakafi' nin kızı Betül'le evlendi. Hayatının geri kalanında, Betül onun bir ve tek karısı olarak kaldı. Yedi çocukları oldu; ikisi oğlan üçü kız, beşi hayatta kaldı. Oğulları Mustafa ve Ahmet gençlik yıllarını babalarının yardımcıları olarak geçirdiler. Büyük oğlu Mustafa devrimin ilk yıllarında öldü; rejim tarafından öldürüldüğüne dair söylentiler yayıldı. Ahmet ise babasının 1989'daki ölümüne kadar yardımcılık görevine devam etti, daha sonra da babasının eserlerinin toplanması ve basılması işini üstlendi. Humeyni'nin üç kızı ulemadan ve esnaftan ailelerle evlendirildi. Rıza Şah herkesin aile soy ismi almasını emrettiğinde Humeyni "Mustafavi"yi seçti, fakat daha sonraki yıllarda "Ruhullah Musavi el-Humeyni" imzasını kullandı. Ağabeyi ise Farsça bir kelime olan "Pasandide"yi seçti. Küçük kardeşi de "Hindi" soyadını aldı.

1937'de Hairi öldü ve makamı bir diğer apolitik ve güçlü organizasyon yetenekleri olan Ayetullah Muhammed Hüseyin Burucerdi tarafından yavaş yavaş dolduruldu. O aynı zamanda saraya serbest giriş çıkış imkânına sahipti. 1940'larda genç Muhammed Rıza Şah'la yazılı olmayan bir anlaşmaya vardı. Burucerdi, monarşiyi destekleme ve siyasi eğilimi olan âlimleri yatıştırmayı kabul etti; Şah da buna karşılık babasının seküler reformlarını yumuşatma ve örtü yasağını kaldırma sözü verdi. 1940'ın ortalarında Burucerdi, İran'ın en yüksek taklit mercii olarak tanınıyordu. Bu 19. yüzyıldan beri kimseye verilmemiş bir payeydi. Radikal ve hatta reform yanlısı müslümanlar için Burucerdi siyasetten uzak durma iddiasıyla statükoyu destekleyen muhafazakâr âlimlerin en önde geleniydi. Muhalif bir dindarın deyimiyle, bu muhafazakâr ayetullahlar dini yapılanmayı Pehlevi rejimini destekleyen bir temele dönüştürmüşlerdi.

Humeyni, Burucerdi ile oldukça yakın ilişkiler içindeydi – özellikle de Humeyni'nin kızı Burucerdi ailesine gelin gittikten sonra. Burucerdi'nin yardımcısı ve özel kalemi olarak görev yapmış, nazik zamanlarda Şah'a gizli mesajları Humeyni götürmüştü. Pasandide, Burucerdi'nin, siyasi konular dahil birçok konuda Humeyni'nin tavsiyelerine başvurduğunu yazıyor. Bir medrese hocası, Humeyni'nin yazılarında Ayetullah-ı Uzma (Büyük Ayetullah) diye hitap ettiği tek kişinin Burucerdi olduğunu söylüyor. Daha da önemlisi Humeyni'nin de çoğunlukla Burucerdi'nin siyasetten uzak kalma konusundaki tavsiyelerini takip etmiş olmasıdır. Bir öğrencisi daha sonraları Humeyni'nin Burucerdi zamanında genelde eğitim öğretimle uğraştığını belirtti. Bir başka öğrenci ise Humeyni'nin siyasi konularda Burucerdi'den çok farklı düşündüğünü, fakat "İslam birliği" için bunları kendisine sakladığını iddia etti.

Humeyni 1943'te, Keşfü'l-esrâr (Sırların Keşfi) adlı imzasız bir risale yayımlayarak bir anlamda politikaya girmiş oldu. Şiiliği Vahhabiliğe karşı savunma bahanesiyle, çağdaş laiklere saldırdı; özellikle Rıza Şah'a, önceki Şah'ı açıktan destekleyen reform yanlısı Şeriat Sangalaci'ye, (Şiiliğin ve İran'ın önde gelen çağdaş tarihçilerinden) Ahmet Kasravi'ye. Kasravi'nin destekçilerinden Ali Ekber Hakimzade adlı düşük bir âlim, temel nitelikteki Şii mitin tarihsel özgünlüğünü inceleyen Esrar-ı Hazer Salih (Bin Yılın Sırları) adlı tartışmalı bir kitap yayımlamıştı. Keşfü'l-esrâr büyük ölçüde bu kitaptaki fikirlere cevap niteliğindeydi. Humeyni cevap yazmak için iki ay eğitim öğretime ara verdiğini söyledi. Kitabının başlığının, inananların gerçeği kutsal kitaptan doğrudan elde edebileceğini iddia eden muhaliflere karşı, ulemanın otoritesini savunan 19. yüzyılın meşhur eseri Keşfü'l-gita'dan (Belirsizliğin Keşfi) ödünç alınmış olması muhtemeldir.

Bu kısa ilgiden sonra Humeyni yeniden siyasetten uzaklaştı. Hatta petrol krizinin patlak verdiği çalkantılı yıllarda, başlıca siyasi âlim Ayetullah Abdülkasım Kaşani, Burucerdi'nin siyaset yasağını delerek İngilizlere karşı aktif olarak Başbakan Muhammed Musaddık'ı desteklerken bile Humeyni siyasetten uzak durdu. Bir öğrencisi, daha sonra Humeyni'nin Musaddık'ın "rejim karşıtı, emperyalizm karşıtı propagandalarına" kanmadığını söyledi. Humeyni 1950'lerin çoğunu Feyziye medresesinde eğitim öğretimle, vakıfları idare işinde Burucerdi'ye yardım ederek ve Tavzihü'l-mesail (Problemlerin Çözümü) üzerinde çalışarak geçirdi. (Çünkü bütün büyük âlimler Ayetullahlık konumlarını pekiştirmek için önemli bir eser vermek zorundaydılar). Bu eser 1961'de Necef'te Arapça olarak basıldı.

Humeyni'nin gerçekten siyasete atılması 1962-63 yıllarında, Burucerdi'nin ölümünden hemen sonra ve ilerde Beyaz Devrim adıyla anılacak bir dizi reform hareketinin başlamasıyla oldu. Bu reformlara Muhammed Kazım Şeriatmedari, Şihabüddin Maraşi Necefi, Muhammed Rıza Gulpayagani, Ahmet Hunsari ve Muhammed Taki Kumi gibi büyük ayetullahlar da dahil olmak üzere birçok dini kurum karşı çıktı. Bununla beraber Humeyni'nin karşı çıkışı sadece reformların özünü oluşturan toprağın yeniden dağıtılmasına değil, kadınlara oy hakkı tanıyan yeni seçim yasasına ve Beyaz Devrim'i onaylayan referandumun kendisineydi. Humeyni'nin açıklamalarına göre seçim kanunu gayri İslami ve referandum da –en azından Musaddık'ın 1953'te parlamentoyu feshetmek için yaptığı referandum kadar– anayasaya aykırıydı. Bu uyarılar Haziran 1963 Muharrem kutlamalarının rejim karşıtı şiddetli sokak çatışmalarına dönüşmesine yardım etti. Humeyniciler, hareketlerinin başlangıcı olarak Haziran ayaklanmasını (kıyam-ı Hurdad) gösterirler. Seçkin bir âlim yakınlarda, bu protestolardan önce, Humeyni'nin ulemaya toprak reformundan uzak durmaları konusunda ısrarlı olduğunu; eğer buna karşı çıkarlarsa Şah'ın onları toprak ağalarının destekçisi mollalar diye etiketlendirebileceğini söyleyerek uyardığını açıkladı.

1963 krizinin ortasında Humeyni tutuklandı ve Tahran'da iki ay gözaltında tutuldu. Serbest bırakıldığında, rejim, "siyasetin tabiatı itibariyle kirli ve alçaltıcı" olduğuna inandığı için Humeyni'nin artık devlet işlerinden uzak durmayı kabul ettiği şeklinde bir söylenti yaydı. 1964'te ise Humeyni bu dedikodulara açıklık getirmek için önemli bir fırsat yakaladı. Yılın son günlerinde Şah, Amerikalı askeri danışmanların diplomatik dokunulmazlıklarını uzattığını açıklamıştı. Humeyni bunu 19. yüzyıldaki meşhur kapitülasyon anlaşmalarına benzeterek Şah'ı İran'a ihanet etmek ve İslam'ı tehlikeye atmakla suçladı. Bunun üzerine yeniden tutuklandı. Bu defa rejim işi şansa bırakmak istemiyordu, onu Türkiye'ye sürdü. Humeyni oradan Irak'a geçti. Sürülmüş olması ve kapitülasyonlara karşı çıkması onu rejim muhalifi âlimlerin önderi haline getirdi. Diğer ayetullahlar şikâyet etmişlerdi, o ise suçluyordu. Diğerleri uzlaşıyorlardı, o ise uyarılarında ısrar ediyordu.

Humeyni bundan sonraki 13 yılı Necef'te geçirdi. Sürgünün ilk altı yılında, tasavvuf değil de, fıkıh eğitimi üzerinde yoğunlaştı. Menasik-i hac (Hacın Hükümleri) ve beş ciltlik Kitab-ı bey (Ticaret Kitabı) gibi akademik kitaplar yazdı. Hukuk dersleri oldukça ilgi gördü; çoğu zaman belirlenen saatin dışına taştı. Bir öğrencisi, "Onun öğrencilerin dikkatlerini dağıtmadan bir saati aşkın ders yapmasına diğer hocaların hayret ettiklerini" yazıyor. Humeyni'nin bu yıllarda yaptığı siyasi açıklamaların sayısı on dördü geçmez.

1970'in başında Humeyni siyaset dışı ulemayı ve bütün kurumlarıyla monarşiyi suçlayan on yedi derslik açıklamalarıyla dini yapıyı sarstı. Bu suçlamaların hedefinin, inananların siyasetten uzak kalması gerektiğini söyleyerek Hairi-Burucerdi çizgisini sürdüren Necef'teki en yaşlı müctehid olan Ebü'l-Kasım Hui olduğu söyleniyor. Necef'in Merkez Çarşı Camii'nde verilen bu dersler daha sonra Velayet-i fakih: Hukimat-i İslâmi (Fakih'in Velayeti: İslam Devleti) adıyla kitaplaştırılarak İran'da dağıtıldı. Humeynicilerin temel elkitabı oldu. Bazıları kitabın içeriğinden rahatsızlık duyarak bu baskının güvenilmez ve Arapça orijinalinin kaba bir çevirisi olduğunu iddia ettiler. Fakat dersler Farsçaydı ve gerçekte Humeyni, birçok İranlı önde gelen âlim gibi Arapça konuşma konusunda hiçbir zaman akıcılığa sahip olamamıştı.

Bunu izleyen yıllarda Humeyni, sürekli olarak fetvalar, vaazlar, mesajlar, röportajlar ve siyasi açıklamalar yayımladı. Devrime doğru hızla gidilen 1978'in sonlarında ise günlük bildiriler ve basın açıklamaları yapıyordu. 1979'dan 1986'ya –İran'a dönüşünden sağlığının bozulmaya başladığı ana kadar– haftalık resmi kabullerde bulundu ve vaazlar verdi. Mart 1986'da büyük bir kalp krizi geçirmesine rağmen fetvalar, vaazlar ve uyarılar yazmaya devam etti. Ölümünden sonra Metn-i kemal-i vasiyetname-i ilahi ve siyasi-i İmam Humeyni (İmam Humeyni'nin Dini ve Siyasi Vasiyetinin Tam Metni) adıyla basılan vasiyetnamesini de bu yıllarda yazdı. Bu kitap sonradan İngilizce, Rusça, Arapça, Türkçe ve Urducaya çevrildi. Bu bildirilerde ilahiyattan ziyade sosyo-ekonomik konulara daha geniş yer verilmekteydi. Vaazları bile ağırlıklı olarak sosyal yaklaşımlarını açığa vurmaktaydı. Genelde halka yönelik olarak düşünülen ve basit bir dille ifade edilen bu fikirler çoğunlukla kitle iletişim araçları –özellikle de TV– aracılığıyla yayılmıştı. Humeyni'nin gündelik konuşma dilini kullanması, üst sınıflar arasında espri konusu olmasına neden olmuştu.

1962'den 1989'a kadar Humeyni 610'dan fazla fetva, vaaz, röportaj ve siyasi demeç verdi. İslam Cumhuriyeti, oğlunun danışmanlığında bunların hepsini olmasa da çoğunu Sahife-i nur: Mecmui Rahnevardahayi İmam Humeyni (Aydınlanma Sayfaları: İmam Humeyni'nin Mesajları) adıyla 17 cilt olarak bastı. Ayrıca Humeyni'nin sözlerinden yapılan seçmeleri de 22 kitapçık halinde bastı. Bunlar içerisinde, Zen (Kadın), Şahsiyaetha (Kişilikler), Şehit ve Şehadet, Cenk ve Cihad, İnkılab-ı İslami (İslam Devrimi), Zıddı İnkılabi (Karşı Devrimci), Merdum (Halk), Ümmet, Millet, Tarih-i İran (İran Tarihi), Azadi (Özgürlük), Guruhay-i siyasi (Siyasi Gruplar), İsti'mar (Emperyalizm), Nehzethay-i Azadibahş (Özgürlük Hareketleri) ve Mustazafin Müstekbirin (Mazlumlar Zalimler) sayılabilir.

Rejimin Humeyni'nin ilahiyat kitaplarını değil de bunları basması, bu kitapların siyasi önemlerinden kaynaklanmaktadır. Bu kitaplar olmadan Humeynizm olamazdı. Humeynizm olmadan Devrim –en azından İslam Devrimi– olamazdı. İslam Devrimi olmasaydı Humeyni İran tarihinde bir dipnot olmaktan öteye gidemezdi. Sonuçta bu kitap, Humeynizmi, tamamen olmasa da büyük oranda bu vaazların, fetvaların, röportajların ve siyasi söylemlerin orijinalleri aracılığıyla inceleyecektir.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X