ISBN13 978-975-342-587-2
13x19,5 cm, 392 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Kaya Özsezgin, "Görsel düşünmenin boyutları", Cumhuriyet Kitap Eki, Nisan 2008

Bir görsel düşünme alanı olarak sanatı, görselliğin bütün olası bağıntıları içinde ele almak, onun yapısı ve doğası gereğidir. Sanatsal kavramları kullanarak yoruma gitmeye öncelik tanıyan bu yöntemden çok, günümüzde sözel kavramlar temelinde zihinsel düşünme ön plandadır. Görülebilen resim, sözel ifadeden daha fazla betim (tasvir) öğesi içerdiğinden, sanat üzerine bu tür düşünme yaygındır. Özellikle sanat eğitiminde zihinsel düşünme yöntemiyle yapıt analizlerine girişmek, bunun karşıtı olarak algılanan görsel düşünmenin ihmal edilmesine yol açmış, buradan da birtakım tipolojik ve kırılmaz kurallar ortaya çıkmıştır. Algı psikolojisi üzerindeki çalışmalarıyla tanınan sanat ve film kuramcısı Alman asıllı Rudolf Arnheim (1904-2007) özgün adı Visual Thinking olan ve ilk basımı 1997’de yapılan Görsel Düşünme adlı kitabının önsözünde, bu kitabın sanat üzerine daha önce yapılmış çalışmalardan uzak olduğuna değiniyor, görsel algıyı bilişsel bir faaliyet olarak ele almaktan kaynaklanan söz konusu farklılığın, 18. yüzyıl felsefesini aisthesisten estetiğe taşıyan tarihsel gelişmeleri tersine çevirmek iddiası içerdiğini belirtiyor.

Algılama ile düşünmenin iç içe geçtiği bir süreç, bir akıl yürütme biçimi üzerine kuruluydu Rudolf Arnheim’in ilk çalışmaları. Her tür sanat yapıtı, yazarın önceki yorumuna göre, duyularla düşünme amacına yönelikti. Oysa algı ve düşüncedeki bu birliğin sadece sanatlara özgü olmadığı bugün kanıtlanmış bulunuyor. Algı, özellikle de görme duyusu incelendiğinde, bunun, düşünme psikolojisinin tanımladığı işlemlerle aynı olduğunu görmüştür yazar. Görüntü verilerini toplayan ve kaydeden, görme duyusudur. Beyin için gerekli verileri toplar bu duyumuz. Yazara göre, insani bilme yetisinin en etken organı görme duyusudur. Kitabını da bu duyunun etkenliğiyle sınırlı tutmasının nedeni budur. Schopenhauer’ın tezinden yola çıkmaktadır: Akıl yürütme, dişil bir doğaya sahiptir. Bu eyleme yol açan ise görme duyusudur. Tikel içinde genele ulaşmak yani ayrıntıda bütüne gitme yöntemi, bizim doğa bilimlerinde öğrendiğimiz yönteme uymaz. Ne var ki yazarın kitabında uyguladığı şey budur. Duyu malzemesi olmasaydı, zihnin düşünmesini sağlamak da mümkün olmazdı. Duyumcu felsefeciler, daha önce duyularda olmayan şeyin, zihinde de bulunmayacağını öne sürmekte hakları vardı. Ancak onlar bile algı verilerinin toplanmasını gerekli ama ikincil bir şey olarak görmüşlerdi. Akılcılar, ortaçağ düşünürlerinden, duyu verilerinin karmaşık olduğu, dolayısıyla onları netleştirmek için akıl yürütmenin şart olduğu görüşünü devralmışlardı. Platon, sanatlar içinde müziğe, erişim alanının ötesinde bir yer açıyor, resim sanatına ise ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini öne sürüyordu.

Görsel Akıl ve Zekâ

Algı ile düşünme arasındaki ayrım, bugün de sürmektedir. Sanatlar, algıya dayandıkları için ihmal edilmekte, algı ise düşünmeyi içermediği varsayımıyla küçük görülmektedir bugün yazara göre. Böylece de güzel sanatların algısal bileşeni güçlendiren en kuvvetli araçlar oldukları fark edilmemektedir. Uzakdoğulu düşünürlere baktığımızda, Pytagorasçı filozofların göksel ve yersel dünya olarak tasarımladıkları iki evren düşüncesinin bir uzantısı egemendi onlarda: Yin-Yang okuluna mensup Çinli düşünürler de yeryüzünü ve gökyüzünü yöneten kozmik kuvvetlerin karşılıklı etkileşimlerini öne çıkarıyor ve bu etkileşimin duyular dünyasına egemen olduğu tezini savunuyorlardı.Yazara göre, örneğin suya daldırılmış sopanın kırık görünmesi ya da uzaktaki bir nesnenin küçük olarak algılanmasında olduğu gibi, algı da yanıltıcı olabilmektedir. Bütün bu ve benzeri olgular, duyuların güvenilmezliği için birer kanıt idi. Grek filozofları ise algılama ile akıl yürütme arasındaki ikili karşıtlığı kavramışlardı, o nedenle de algıya güvenmiyorlardı. Ama gene de doğrudan görünün yani algının, bilgelik için ilk ve nihai kaynak olduğunun farkındaydılar. Ruhun, bir imge olmadan asla düşünemediğini biliyorlardı. Görsel algı ve zekâ arasındaki ilişki, yazarın sorguladığı temel problemlerden biri olarak, kitapta iki bölüm halinde yer almaktadır. Görsel algı ile görsel düşünmenin, dolayısıyla da bilişselliğin (cognitive) ortak süreçleri içerdiği yolundaki iddia, ister istemez görsel algıda zekânın işlevine kuşku düşürmektedir. Burada etkin algı ile edilgin algı ayrımına değiniliyor. Düşünme, işlenmemiş ham algı verilerini kavramlara dönüştürdüğü andan itibaren bilişsel malzeme de algısal olmaktan çıkmaktadır. Düşünceler, gördüklerimizi etkiler çünkü. Görme ve işitme, zekâyı kullanmakta en mükemmel ortamlardır yazara göre. Koku ve tatlarla düşünmek ise pek mümkün değildir. Zihnin düşünebilmesi için görsel algı zorunludur. Duyular, bütün olarak salt bilme yetisi araçları değildir; algı, amaçlı ve seçicidir çünkü. Bu noktada yazar, bütün ölümlülerde ortak olan görmenin gözlere yansıyan imgelerden mi, yoksa görüş nesnesine gönderilen ışıklardan mı kaynaklandığı sorusunun yanıtsız olduğunu vurgular. Etkin seçicilik, gözün temel bir işlevi olduğuna göre seçim de çevredeki değişmelere yönelik olacaktır.

Örneklemeler

Algı ve bilişsellik konusunda hedefe sabitlenme, derinliği ayrımsama, şekil örüntülerini fark etme, algı süreci gibi ikincil sorunlar üzerine yorumlardan örneklemelere geçiyor yazar burada. Örneğin kısmen gizlenmiş şekillerin kavranması ve algının tamamlanması üzerinde duruyor. Sanat yapıtlarında görme duyusunu örgütleme gücünün nasıl üst düzeyde tutulacağına ilişkin yorumlarında, sanat yapıtının ilk bakışta algılanamayacağı gerçeğine değiniyor. Varılan sonuç açıktır: Görsel algı, uyarıcı malzemenin (yapıtın) edilgin bir kaydı değildir, aksine, zihnin etken bir faaliyetidir. Gözlem altındaki nesne, bağlamından soyutlanmalıdır bu aşamada. Yazar görsel bilişimle ilgili yorumlarında, izlenimci ve simgeci ressamların nesne algılarıyla ilgili farklı tutumlarına sık sık göndermede bulunuyor. Nesne gözleminde uzaklık ve yakınlık ya da görüş açısındaki değişiklik üzerinde durarak çarpıtma (deformasyon) ve soyutlama olgularına açıklık getiriyor. Arnheim, bu tür yaklaşımlarında deneysel olgulara öncelik vermekte ve şiirdeki uyaklara benzer plastik uyakların varlıklarına değinmektedir. Yazara göre Picasso, resimde bu tür ses benzerliklerini keşfeden izleyicinin, resimdeki bağlantıları daha iyi görebileceğine işaret etmektedir. Örneklemelerini sürdürüyor yazar. Paralel çizgiler ve simetrik biçimlerde, görsel algının ne gibi yanılsamaları içinde barındırdığı sorunu üzerinde çizimsel örneklere dayalı açıklamalar yapıyor. Benzerlikler sorununa değinirken, insan beyni ile makinenin (bilgisayar) benzeşim problemlerini çözerken kullandıkları yöntemleri karşılaştırıyor. Bellek ile algı arasındaki ilişkiler, kitabın ayrı bir bölümünde ele alınıyor. Geçmiş deneyimlerin algı üzerindeki etkileri (Dorian Gray’in portresi) algının sorgusunu gerektirir: Algı verisi ile bellek normu arasındaki görsel sürekliliğin her kopuşu, ikisini bağlayan dinamikleri de kesintiye uğratır. Bellek tortuları ile doğrudan algı arasındaki ilişkiler konusunu düşüncenin imgeleri ana başlığı altında detaylandırıyor. Zihinsel imgelerin neye benzediği, imgeler olmadan düşünmenin mümkün olup olmadığı, tikel ve cinssel imgeler, görsel imalar ve ani pırıltılar, bir imgenin ne kadar soyut olabileceği gibi sorunlar, bu bölümde ele alınmaktadır. Bellek deneylerinde sık sık çizimlere başvurulması, konunun gereğidir; yazar da her çizimin bir denek olduğu bu geleneğe uymaktadır.

Özgül Bilgi

İmgelerin yapısallığıyla ilgili olarak, bir imgenin özgüllüğünün, onu anlaması beklenen kişinin aynı ölçüde özgül bilgiye sahip olmasını gerektirdiğinin ilke olarak altı çizilmektedir ki, özellikle algı estetiği açısından bu ilkenin önemi tartışılmazdır. Bu gerçek, kişinin bağlı olduğu kültürel çevre ile imge kavrayışı arasında doğal bir ilişki bulunduğu gerçeğiyle de örtüşmektedir. Kitabın bu bölümü, bilişsel algılama yoluyla çağdaş grafik logoların yorumu üzerinde yeniden düşünmeye yönlendirmektedir okuru. Modern resim sanatının temel sorunlarından biri olan soyutlama konusundaki bölüm (soyutlama ne değildir?) ve onu izleyen bölüm (soyutlama nedir?) algı ile soyutluk kapsamında ilginç yorumlar içermekte. Bu konuda yanıltıcı kavrayışların da varlığını göz önünde tutarak, olmayana ergi yöntemini deniyor önce yazar. Locke, bir nesneyi kendisinden soyutlamak için, belli nesnelerden edinilmiş belli fikirleri alıp onları zaman ya da başka fikirler gibi bütün varoluşlardan ve gerçek varoluş koşullarından ayırmak gerektiğine işaret etmişti. Bu ise böyle bir yetiye sahip olan insanı hayvandan ayırıcı temel özelliklerden biridir yazara göre. Yazar, fiziksel olana somut, zihinsel olana soyut demenin yanıltıcı olduğuna değinmektedir burada. Bu türden basit ayrımlar, ontolojik bir karmaşıklığı içerir çünkü. Oysa bu terimler, karşıt anlamlı sözcükler değildir ve her zaman birbirine dönüşebilirler. (Arnheim bu aşamada, Bergson’un algının tek tek durumların kaydıyla sınırlı olduğu tezine karşı çıkmaktadır.) Soyutlamada öncelik, genellik ilkesine bağlıdır yazara göre. Soyutlama kavramı ise gene yazara göre, tipler ile kapsayıcı kavramlar arasında uzlaşmayı gerektiren pratik bir zorunluluk değildir. (Örneğin en tipik kübist, en büyük kübist değildir.) Soyutlama eylemi, bir genelleme edimini gerektirmez. Aksine, algı verileri, başlangıcından itibaren genellikleri içermektedir zaten. Bu ilk algısal kavramların tedricen farklılaşmaları sayesinde düşünce, incelmeye başlar.Saf şekiller aracılığıyla düşünmenin en tipik göstergesi olan rakamlar üzerinde de duruyor yazar. Rakamlar hayatı yansıtırlar çünkü. Ayrıca sanatsal kompozisyonlarda sayılar keyfi değildirler ve zihnin geç bir kazanımına işaret ederler. Aynı zamanda da hem görsel, hem işitsel, hem de bir ölçüde dokunsal kendilikleri gösterirler. Bu nicelikler dünyası, Pythagoras’tan bu yana, bilimin ve sanatın ilgi alanları içinde yer alırlar. Euclid’in geometrisi için de aynı şeyler geçerlidir.

Raslantısal İlişki

Arnheim, kitabının sonuna doğru sözcüklerle imgelerin bağlantısından söz ederken ressam Braque’ın bir sözüne değiniyor: Fincanın yanındaki bir kahve kaşığını ayakkabı ile topuk arasına yerleştirdiğinizde, kaşık derhal farklı bir işlev kazanacak ve bir ayakkabı çekeceğine dönüşecektir. Demek ki sözcüklerle imgeler arasında görece, aynı zamanda rastlantısal bir ilişki söz konusudur. (Burada Magritte’in ünlü tablosu ‘Bu bir pipo değildir’i anımsamanın tam zamanıdır.) Buradan hareketle dilin, pratik ihtiyaçlar için üretilmiş ve işlevsel kategorilere göre uyumlandırılmış olduğu sonucuna varmaktadır yazar. Örneğin, bir resim öğretmeninin öğrencilerine aletlerden çok, şekiller gördürmeyi amaçlaması ve söylemsel dilin etkisini azaltmaya çalışması bundandır. Görülebilir resmin sözel ifadeden daha fazla betim öğesi içeriyor olmasını da bu yolla açıklayabilmekteyiz. Sanat ile düşünce arasındaki bağı irdelerken çocuk resimleri üzerinde duruyor yazar, yaş kategorilerine göre karşılaştırmalar yapıyor. Rudolf Arnheim, görsel algıyla düşüncenin birliğini yeniden kurmaya çalıştığı kitabının sonunda, eğitimde görme sorunu üzerinde durmakta, sanat konusundaki bilişselliğin ve onun hizmet ettiği diğer amaçların bu temel bilişsel işleve dayandığını göstermeye çalışmaktadır. Sonuç olarak sanat, sanat yapıtlarından ibaret değildir. Sanat yapıtları, birer önermedir. Eğitimcilerin başarısı, bu konuda sistematik bir görsel duyarlılık eğitimi almalarını gerektirir.Görsel düşünmenin doğası ve içeriği konusu üzerinde düşünmek isteyenler ve özellikle de sanat eğitimcileri için vazgeçilmez bir kaynak özelliği gösteriyor Arnheimin kitabı.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X