ISBN13 978-975-342-153-9
13x19,5 cm, 128 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar, 1975
İnsan Olmak, 1983
Psikanaliz ve Sonrası, 1988
Varoluş ve Psikiyatri, 1990
Kırmızı Kitap, 1993
Dersaadet'te Dans, 1996
Kimbilir?, 1998
Kızarmış Palamutun Kokusu, 2001
Hayat, 2002
Tren, 2004
Seyyar, 2005
Kuru Su, 2008
Zamane, 2010
Mesela Saat Onda, 2012
Rastgele Ben, 2014
Orada, Bir Arada, 2017
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

"Düş", s. 5-9

Hızla inen kılıcın göz kamaştıran pırıltısı ve eskimiş kanın siyahıyla kararmış kütüğün üzerinden sepete düşen genç ve yakışıklı baş. Bir an için direnen başsız gövdenin boynundan fışkıran kan. Utanmaz zafer çığlıkları, yüzlerini kapatır gibi yaparken sadizmin keyifli suçluluğuna rağmen gözlerini kesik baştan ayıramayan kadınlar, dikkatlerin infaza yönelmesinden yararlanıp hızla işe koyulan yankesiciler. Yüksek sesle mistik bir ezgi söylemeye başlayan yaşlı adamın sararmış maşlahına eliyle yapışmış mavi sümüklü çocuk. İnfazın ardından hızla meydana girip ortalığı sarı toz bulutuna boğan atlı araba. Yuları birden çekilince kişneyen yaşlı atını hiddetle kırbaçlayıp, yere okkalı bir tükürük yapıştıran karanlık yüzlü sürücüsü. İnfazı kıl payı kaçırmış olduğu belli.

Yankesiciler dışında, infaz sırasında gözleri başka yerde olan biri daha vardı meydanda. On dokuz yaşında temiz yüzlü bir delikanlı. Adı İdris. O kadını, celladın kılıcını indirmesine az kala görmüştü. Meydanı çevreleyen binaların siyaha boyalı işlemeli ahşap pencerelerinden birinden bakan esmer güzeli kadını. Kara gözlerinin çevresi sürmeli, saçlarının yanından inen siyah tül baş örtüsü yarı çıplak memelerinin üzerinden sarkmış. İdris gözlerini bir an ondan ayırıp kütükten yuvarlanan başa baktı, sonra tekrar kadına. Diğer binaların pencereleri infazı seyretmeye gelenlerle silme doluyken bu evin diğer pencereleri boş.

Meydanı kaplayan sarı toprakla eş renkte binalar dört ya da beş, kimi ise altı katlıydı. Küçük dar pencereleri süslemeli demirden, çoğu siyaha boyanmış. Kadının bulunduğu binanın görünürde diğerlerinden farkı yok gibiydi, ama İdris oranın ayrıcalıklı bir yer olduğunu biliyordu. Sultan'ın himayesinde olduğu söylenen, ülkede türünün örneği tek ev. Kadının oranın en pahalı fahişesi olduğunu da biliyordu. Adı Samira'ydı. Onu daha önce de görmüştü bir kez, yaklaşık üç ay önce. Bol siyah çarşafının altındaki narin bedeni ve baş döndüren dişi yürüyüşüyle o evden çıkarken. Boyasız gözlerinde çocuksu saflık ve bir şeyleri zamanından önce yaşamışlığını yansıtan hüznün karışımıyla. Bakışları bir an oracıkta heykele dönüşen İdris'e yönelmiş, sonra hızla yürüyüp gözden kaybolmuştu. O günden bu yana bu güzel çöl ilahesi delikanlının düşlerini tutsak almıştı, ama İdris'in düşlerini gerçekleştirecek parası yoktu. Hiçbir zaman olmamıştı, çıraklık yaptığı demirci dükkânından aldıklarıyla olamazdı da.

İdris ısrarlı bakışını Samira'dan ayırmak üzereydi ki beklenmedik bir şey oldu. Kadın onun bakışını fark edip gülümsedi, sonra da eliyle işaret etti gelmesi için. İdris önce inanamadı. Ulaşılmaza ulaşıldığı anda yaşanan duyarsızlıkla, soluveren yüzü ve kendisinin de duyabileceği kadar gümbürdeyen kalp atışları dışında. Sonra kadın pencereden kayboldu ve delikanlı ürkek adımlarla evin siyah demir kapısına doğru yürüdü.

Kalın kaşlı, yüzünü çevreleyen çarşafın arasından görünen dalgalı siyah saçları ve pençe pençe pembe yanaklarıyla Azima, meydanın tenha bir köşesinde kalabalığın dağılmasını beklerken buruktu. Az önce İdris'i görmüştü, gözleri günah evinin penceresinde duran o hayasız kadına dikilmiş. Aylardır bu aydınlık yüzlü delikanlının kendisini fark etmesi için her yola başvurmuştu. Yoluna çıkmış, çalıştığı demirci dükkânının önünden geçmiş, yakınında yürürken mendilini düşürmüş, bir keresinde de tökezlemiş gibi yapıp kendini yere atmıştı. Ne var ki İdris için Azima sanki görünmez bir varlıktı. İdris demirci çırağıydı, o ise sarayda yönetici bir seçkinin kızı. İdris onu fark etmiş olsaydı bile geleceklerinin olmadığını biliyordu. Yine de fazla bir beklentisi olmadığına kendini inandırmıştı. Yalnızca fark edilmek, belki de beğenilmek. Beklentileri denetlemek mümkünmüş gibi.

İdris'le ilgili düşüncelere dalmışken birden insanların telaşla kendisine bağırmakta olduğunu fark etti. Onu uyarıyor gibiydiler. Dönüp arkasına bakmasıyla birlikte kendini sol yanına doğru attı ve bıraktığı boşluğu, üzeri kırmızı, yeşil, sarı ve mor süslemelerle örtülü bir devenin adımları dolduruverdi. Devenin üstünde, beyaz sarığı ve altın yaldız işlemeli kahverengi cübbesiyle dimdik oturan Şeyh Abdülaziz. O da infazı izlemeye gelmiş, anlaşılabilir bir nedenle. Gövdesinden ayrılan baş, kızını doğudaki bir vahaya kaçırmaya kalkışan bedevi delikanlısına ait. Ya da az öncesine kadar öyleydi. Bir bedevi ile bir prensesin yasak aşkının acıklı sonu. Yakalanmalarının ardından zehir içip dünyaya veda eden prenses ve kesik başlı âşığı.

Azima o anda Abdülaziz'in kendisini görmemiş olması için dua etti. Babası infazı izlemeye gittiğini duyarsa aylarca dışarıya çıkmasına izin vermez ya da her çıktığında peşine adam salardı. Hele prensesin hazin yazgısından sonra. Sonra kendisini soluna doğru atmış olduğunu hatırlayıp yüzü asıldı. Bu uğursuzluk demekti. Kara düşünceleri zihninden uzaklaştırmaya çalışırken İdris'in o eve doğru yürüdüğünü görüp kendisini hangi yana attığını unutuverdi. Bir gün kendisinin olmasını düşlediği erkek, adımlarını bir başka kadının koynuna doğru atarken, celladın palası sanki kendi karnına girmiş, içindekileri parçalıyormuşçası bir acıyla. Sonra birden, belden yukarısı çıplak iri kıyım celladın tilki gözlerle kendisine bakmakta olduğunu görüp yakalanmış gibi bir duygu yaşadı, bir süre olduğu yerde hareketsiz kalakaldı. Biliyor muydu acaba?

Son aylardaki infazların ardından kaybolan kesik başların esrarı şehrin başta gelen konusuydu. Kaybolan başların genç ve yakışıklı mahkûmlara ait olması üzerine üretilen varsayımlar da. Kimi bunun, ülkenin merkezindeki yüksek tepelerin ardında yaşadıklarına inanılan insan avcısı Allahsızların işi olduğunu düşünüyordu. Zaten onlar ele geçirdikleri insanların başlarını kesip kurutmazlar mıydı? Ne var ki bugüne kadar ne kimse onları görmüş, ne de hangi tepelerin ardında yaşadıklarını tarif edebilen olmuştu. Tepelerin ardında zaman zaman bulunan insan iskeletleri, aslında o tekdüze tepelerde yolunu kaybeden kervanlardan akbabaların arta bıraktıklarıydı. Kafaları da kopuk değildi. Sultan kaybolan kesik başlardan haberdardı tabii. Gün batımından bir saat önce uygulanması âdet olan infazların kalıntıları güneş yeniden doğana kadar meydanda teşhir edilir, sonra da bir at arabasına konup götürülürdü. Kesik başlar kaybolmaya başlamadan önce cesetlerin başına nöbetçi koyma gereği duyulmamıştı, sonrasında da. Allahsızlarla ilgili söylentilerin halk arasında yarattığı korkunun, Sultan'ın baskıcı yönetimini besleyen bir yanı vardı çünkü. Allahsızların neden yalnızca genç ve yakışıklı erkek başlarıyla ilgilendikleri sorusuna ise kimse cevap bulamıyordu. Oysa Sultan, kesik başları Şeyh Amr'ın kızı Azima'nın götürdüğünü biliyordu. Onları gecenin ilerlemiş saatlerinde evlerinin bahçesine gömdüğünü de. Olayı takibe aldırtmıştı. Azima'nın bundan haberi yoktu tabii, Azima'nın kesik başları neden götürüp gömdüğünü ise Sultan bilemiyordu.

Cellat çıplak göğsüne küçük gelen kara cepkenini üzerine geçirip kılıcını kınına soktu, sonra ağır adımlarla uzaklaştı. Azima bakışlarını tekrar o eve çevirdiğinde demir kapının kapanmakta olduğunu fark etti. Celladın palası bir kez daha içini kurcaladı, yüzüne de vuran acısıyla. Batan yaz güneşinin meydana ve çevresindeki binalara yansıttığı turuncu loşluk, yerini mor gölgelere bıraktı giderek, ortalık iyice kararmaya başladı. Azima için eve dönme zamanı çoktan gelmişti, ama mavi sümüklü çocuk meydanın ortasında durmuş, gözlerini ayırmadan ısrarla ona bakıyordu. Azima ise karanlıkta eve dönmenin bedelini unutmuş, gözleri sürekli kesik başta. Mavi sümüklü oğlanın gözleri sürekli Azima'da.

Ve o ağustosun bu gecesi böyle başladı.

O ağustosa gelince... Çizgisel zaman olarak, o ağustosun bu gecesi şu an için hayli eskilerde, farkındasınız. Oysa, olanlar bu akşam da olabilir, ya da gelecek hafta bir akşam. Çünkü hikâyemiz tanımlanmış zamanları anlatmıyor. Çizgisel zamandan özgür, sürüp giden süresizlikteyiz artık. Coğrafyaya gelince, yani zamanın aktığı mekânlara, şu anda güneyde bir yerlerdeyiz. Yani hikâyenin anlatılmakta olduğu yere göre güneyde. Sırtını denize, yüzünü çöle dönmüş, ilk bakışta insana pek de sevimli gelmeyen bir ülkeydi bu, denize yüz çevirmelerini fazla yadırgamamak gerek. O kişiliksiz denizin nesine baksınlar ki! Orada öylece duran, hareketsiz bir deniz. Bir limanı var ama, başka ülkelerdeki balıkçı iskeleleri bile buralıların liman dediği kayalıkla çevrili kovuktan daha bir liman sayılır. Ayda yılda bir, baharat ticareti için Hindistan'a giden gemilerin su almak için uğradıkları bir kovuk. Yine de, ülkenin toz rengi taşından yapılmış, siyah işlemeli pencerelerle süslenmiş binalarını bir gören bir daha kolay unutamaz. Bu verimsiz topraklardan beklenmedik bir görkemle sarımsı mavi gökyüzüne yükselen bu abideler topluluğunun yarattığı hiçlik duygusu, ilk karşılaşıldığında insanı sarsar. Tanrı'nın bu ülkeye sırtını dönmüş olduğu yolundaki söylentileri yalanlarcasına. Görkemli demir kapıları ve işlemeli pencereleriyle olağandışı bir gösteridir bu. Zaten semavi kudret de yeryüzüyle her temasında böyle kurak çorak yerleri seçmemiş midir?

Anlatılanlarla yetinmeyip, bir gün gelip buraları görmelisiniz. Bitmeden!

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X