ISBN13 978-975-342-056-3
13x19,5 cm, 104 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Troya'da Ölüm Vardı, 1963
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, 1970
Göçmüş Kediler Bahçesi, 1979
Kısmet Büfesi, 1982
Gece, 1985
Kılavuz, 1990
Narla İncire Gazel, 1993
Altı Ay Bir Güz, 1996
Öteki Metinler, 1999
Lağımlaranası ya da Beyoğlu, 1999
Susanlar, 2009
Halûk’a Mektuplar, 2013
Şiir Çevirileri, 2014
Enis Batur’a Mektuplar
ve Ankara Yazıları
, 2024
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Belgin Önal, “Bilge Karasu-Cemil Kavukçu: Yazarın iki ayrı dünyası”, Varlık, Mayıs 2010

80. doğum yılında

Bilge Karasu’nun anısına...

“... yazıcıdır, yazıcı olduğu için de söz-/cüklerin, sözcüklerin dünyaya kattığı im-/gelerin kölesidir...”

H. Bianciotti

El Amor no es Amado(1)

Bilge Karasu öykülerinin hemencecik, bir solukta okunmayacağını daha ilk satırında anlar kişi. Bir sessizlik, bir çift göz ve bir öykü yetmeyecektir okurken. Kılıçlar kuşanılmalı, algı, dikkat, önceki zamanlarda biriktirilmiş felsefi bir bakış, anlayış yanı başınızda olmalıdır.

“Geceleri, çoğu zaman uyanık, beklerim. Uyuyanların uykusunun kapısında dikilen nöbetçiyim ben; o uyku benden sorulur. Düşün kalıba girmez kütlesi üzerinde yüzen ruhum ben.”(2)

Okurunu yeniden yaratan yazardır Bilge Karasu. Anlamamız gerekenleri imler bize. Bu anlamda yazarın da, okuyanın da işi pek kolay değildir. Yazar, çünkü, bir kitap yazmakla bitirmemiştir işini.

“Nasıl okumak gerektiğini, gerekebileceğini durmaksızın araştıran, öğrenmeğe çalışan, biraz olsun öğrendiğini düşünebilecek hale gelmiş okur... Okumasını bilen, gerçi, okuyarak öğrenmiştir; her okuyanın (hatta “yazanın” demeli) okumasını öğrendiği ise hiç söylenemez.”(3)

Her okuyucuda yeniden yeniden yazılacak ipuçlarını bırakmıştır sayfalara, belki de öğretmen olmasının etkisi vardır bunda. Okur, bir satır okuduktan sonra geriye dönmek ister, sanki eksik bir şey kaldı ya da peşimden beni takip eden bir şey var tedirginliğiyle hep arkasındaki varlığını hissettiği o gölgenin gücüyle okuduklarını tekrar anlamaya çalışır. Satır aralarına saklanmış ipuçlarının düğümünü sabır ve maharetle çözmeye uğraşır. Çünkü okuyucu olmak, en az yazabilmek kadar ciddi, önemli bir iştir. Bilge Karasu’nun dili kullanırken gösterdiği inceliği, kuyumcu titizliğini okuyucu da göstermelidir. Çünkü “Türkçe, yeterince gelişememiş, ya da sevdiğimiz için, kendisinden umudu kesmeye kıyamadığımız bir delikanlı değildir ki!”(4)

Okurken çoğalan ve çoğaltan öykülerin yazarıdır Bilge Karasu. Kendisi ne kadar zor yollardan geçtiyse okurunu da peşi sıra sürükler.

“Yolculuk bir yola vurmaktır kendini; karşı yakaya ulaşmanın bütün hazlarıyla acılarını, güçlükleriyle kolaylıklarını yaşatacak bir yola... Kendimizi sınayıp tanıyacağımız, çeşitli yol arkadaşlıkları kurabileceğimiz ya da yalnız, yapayalnız kalacağımız bir yola...”(5)

Okuyucusuyla birlikte yol almak ister. Yalnızlığını hissettirecek kadar kalabalık bir yol arkadaşlığı ister içten içe sanki. Çünkü yalnızlık yolculuğun kendisidir başlı başına.

“Öykücü, romancı, her yazdığının nereye varacağını bilen kişi sanılır; kendi de zaman zaman buna inanır, ya da inandırılır... Oysa yazdığı her tümcenin ardından ne geleceğini –o ‘bir sonraki’ tümceyi yazmadıkça– hiçbir zaman bilemeyeceğini, kendisi, unutmamak zorundadır.”(6)

Ama böyle söylese de ne yazacağını, nereye doğru gideceğini pekâlâ bilir.

Karasu, zamanın ve hayatın ötesinden yazar bir anlamda. Bu nedenle zamanın kayığında batmadan ya da şişenin içine saklanmış bir sonraki zamanlarda kıyıya vuran köpüklerin arasında bulunup okunacak yazılar yazar. Görünen insan ve hayatının başka katmanlarından kelimelerdir okunan. Bilincin ötesinden, derin kuyudan doldurmuştur kovasındaki harfleri.

“Diller yaşamağa başlıyor. Her şeyden önce, çözülmeğe...”

Hızla çözülen diller, uzun süre söylemeden durdukları şeyleri, sıra sayı gözetmeden, ölçü biçi bilmeden söylemeğe başlarlar.

Çeşitli katlarda işler diller.”(7)

Anlam yüklü imgelerin gücü hemen fark edilir Karasu’nun öykülerinde. İmgeler olmalıdır, çünkü bilinç ötesindekileri karşılayacak kelimeler yoktur gerçeklikte.

“‘Gerçeklik’ dediğimiz, her birimiz için, imgelerimizden başka bir şey değildir bir bakıma. İmgelerimizi sürekli olarak bozup düzelterek, yeniden kurarak, onlara bu özümleme ile uyarlanma işlemlerini uygulayarak, kendimizi, kendimizin dışında kalanı, anlamlı tutmağa çalışırız.”(8)

Anlamak bu bağlamda zorlaşır okurken Bilge Karasu’yu. Bilincin ötesine geçebilmek çok kolay olmasa gerek. Kendini paranteze alıp dışarıda kalanlara ulaşmak sayılmalı bir anlamda bu. Çok derinlerinden dalıp çıkardığı mercanların, istiridyelerin içindeki incilerin ve hatta daha önce varlıklarından habersiz olduklarımızın yazarıdır. Bilge Karasu’nun “karasuları”nda dolanmayı bilmek gerekir okurken. Öykülerdeki dil biraz bize yabancı ve öğrenilmesi gereken yeni bir dil gibidir.

“... bir dilde kendi söyleminizi kurabiliyorsanız, başkasının söyleminin yalnız anlamına değil, tadına da varabiliyorsanız, o dili bilmekten söz edebileceğiniz ölçüde o dilde kurallardan öteye geçebiliyorsunuz, bir başka deyimle, yaratıcılığa yaklaşabiliyorsunuz demektir.”(9)

Cemil Kavukçu ise gündelik, hepimizin ağzında dolanan dili kullanır. Anadilimizle yazar. Hepimizin içinde olduğu hayatlardan, yabancısı olmadığımız, hatta yanı başından geçip giderken durup dikkat bile etmediğimiz kareleri yazar.

“Yemekten sonra bulaşıkları yıkayıp yeniden yukarıdaki odaya çıktı ablam. Çok üzgündü, çok kırgın.

O gece rüyamda gördüm, bir motosikletim varmış. Hem de Nam Kadir’in motosikletinin aynısı. Kıpkırmızı, pırıl pırıl. Evin önüne gelip duruyormuşum. Ablam kapıyı açıp dışarı çıkıyormuş. Çok güzel gülüyormuş. Arkama oturup belime sarılıyormuş. Öyle bir fırlıyormuş ki motosiklet, uçuyormuşuz. Eşarbını fırlatıp atıyormuş. Uzun saçları savruluyor, peşimiz sıra dalgalanıyormuş. Caddelerde, sokaklarda kimseler yokmuş. ‘Canım,’ diyormuş, ‘pastanenin önünde dur da sana dondurma alayım.’”(10)

O kadar meşgul, telaşlı ve büyük işlerimizin peşinde koşmaktayızdır ki, Cemil Kavukçu’nun üzerinde ayrıntılarıyla durup kaleme aldığı, içinden öyküler çıkardığı küçük kareler üzerinde durmayız bile. Fotoğrafçının bir “an”ı kaybolmasın diye sabitleştirmesi gibi Cemil Kavukçu da “an”ları geriye doğru hikâyeleştirir. Gördüğünüz insan, hayvan, kasaba görüntülerinin arka plandaki hikâyeleri kolaycacık anlaşılır, “Bak yahu benim gibi konuşuyor buradaki kahraman” dedirtecek kadar bizden yazar. Anlatıcıdır. Gördüklerini yalınlıkla anlatır.

“Mahallemizde adı haylaza çıkmış bir çocuk vardı. Babasından her gün sopa yese de yapacağını yapardı. Her türlü oyunu oynar, küçük yaşına aldırmadan yetişkinler gibi sigara içerdi. Bir gün onu sarhoş görmüştüm, iki arkadaşı koluna girmiş taşıyorlardı. Henüz erkekleşmemiş sesiyle nara, daha doğrusu çığlık atıyordu. Arkadaşları hem gülüyor, hem de çevrede nasıl bir etki yarattıklarını kontrol ediyorlardı. İçki içmiş olabilirdi, ama sarhoş değildi. İçkiyi, büyümenin bir ölçütü gibi değerlendiren abilerini taklit ediyordu. Yıllar sonra İnegöl’de karşılaşmıştık. O seslenmese, kendini tanıtmasa asla tanıyamazdım. Kırlaşmış sakalı, kederli bakışlarıyla bambaşka biri olmuştu. Çevresindekiler ona ‘Hacı Abi’ diyorlardı. Uzun yıllar otobüs şoförlüğü yapmış, hacca gitmiş. Bir oğlu, iki kızı varmış, hepsini evlendirmiş. Oğlu da onun gibi otobüs şoförüymüş. Artık çalışmıyormuş. Anlaşılan her şeye tövbe etmiş, geçmişine bir sünger çekmiş.

Kasabada kalmak buydu işte.”(11)

Cemil Kavukçu bize sorulacak, sorgulanacak dünyalar bırakmaz. Aktarıcı ve anlatıcı yönüyle okuyucunun işini kolaylaştırır. Gösterir. Olanı olduğu gibi, hatta hüznü dahi içimizi çok acıtmasına fırsat vermeden anlatır. Bilge Karasu’daki izler, imler, ipuçları yoktur peşinden gidilecek. Cemil Kavukçu, anlatıcılığıyla keyiflenilen bir dostla karşılaşmanın verdiği rahatlıkla, o var olduğu düşünülen samimiyete dayanılarak; Bilge Karasu ise, öğreticisinin karşısında az sonra parmak kaldırması gereken sorulara vereceği cevapları kafasında yaratmaya çalışan bir öğrenci disipliniyle okunur. Çünkü Cemil Kavukçu herkese doğru, Bilge Karasu kendine doğru yazar. Ne sadece erkek, ne sadece kadın, ne de sadece bir “an”ı yazar.

“Aynada tanıyamadığım ben. Binlerce parça. Artık ben de olmayan yüz binlerce parça.”(12)

Karasu’da asıl kahraman kendisidir ve kendisinde “insan”ı yazar. Bir dişi ya da erkek olmanın, “insan”ın kimlikler ötesinde kalan yanının aynılığını gösterir. Okuyucuya görülecek, anlaşılacak yenidünyalar yaratır, ödevler verir. “Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?”(13) Bu soruyla baş başa kalan bir okurun zaten felsefeden başka sığınacak yeri kalmıyordur.

Felsefe bakışıyla gördüklerini çepeçevre saran, büsbütün kavrayan ve görünen ötesinde –buna bilinçaltı süreçler denebilir pekâlâ– buzdağı altındaki coğrafyamızın yazarıdır Karasu. Okuyucusundan kendini saklayarak yazar. Belki de bir oyundur bu yakalanmak için.

“Yazmasaydım unutup gidecektim belki, çoğunu... Oysa şimdi geviş getirip duruyorum. Şu ‘aracı olmak’, ‘araç olmak’, ‘bir oyunun taşı, ya da taşları olmak’...

... İşin tümü bir oyun belki, ama bu oyundaki taşlardan biri, yalnız biri, ben, neyi oynadığımı bilmiyorum. Oyundaki yerimi bilmek şöyle dursun, birilerinin beni oynatıp oynatmadığını da kestiremiyorum.

Ölümden de kaygılandırıcı olan, dönülmez olan durum, bu muydu acaba?”(14)

Bilge Karasu’yu yakalama becerisi olan okuru için yarattığı bir oyun. Hem de kelimeleri sıralayışı, harfleri dizişi, güçlü imgeleri kullanışı bakımından okuruna karşı özenli bir yazar. “Okuyanın şaşırması gerek; okuyanın şaşması, ürkmesi gerek. Dünyayı bütünüyle elimde tutabileceğim duygusu artıyor. En değişik kişilerin ben’liğini elimde tutabileceğim duygusu...”(15)

Bu, onun kadar yaşamışlıkla mı, onun kadar derinlerde yüzebilmekle mi, yoksa yarattığı oyuna katılmakla mı başarılır bilinmez ama okuyucudan da aynı saygı ve özeni bekler.

“Bir imgeden yararlanarak üretebileceklerimiz, ya da, bu imgenin ‘içine’ yerleştirip doldurabileceklerimiz, bu imge yardımıyla kavrayıp yorumlayabileceklerimiz tükenmez, tüketilemez. Öyle sanıyorum.”(16)

Kendisi göçtükten sonra dahi okuru olacak çok uzak ve başka coğrafyalardaki her kişiye gösterdiği bu incelikli özenden ötürü zamanın demir teknesinden her çağda denize dalıp ellerinde yeni imgelerle okuyucusuyla oyununa devam edebilecektir.

“Ama yazarın, farkına varmaksızın, içinde yaşadığı dünyadan alıp kullanarak yazılı dolaşıma ilk kez (ya da, yeniden) soktuğu, kattığı imgeler vardır. Bunlar yeniden üreyecek, başka tüketimlere kaynaklık edecektir.”(17)

Bilge Karasu’yu anlamak hangi yaşa denk gelir bilinmez. Belki de derinden derine hissedilen hüznüne hüznümüz denk geldiğinde.

Cemil Kavukçu, zaten içinde olduğumuz oyunları hatırlatır bize. Rahat bir anlatım, günlük hayatın içinde her gün karşılaşabileceğimiz olaylar, kahramanlar, oluşturur onun öykülerini.

“Önce Karga Vahit’in sesini duyuyorum, bir şey söylüyor, ya da gaklıyor. Anladığım kadarıyla, ‘Bu Fatma Girik,’ diyor. Ya da, ‘Aaa, Fatma Girik buraya geliyor,’ diye bağırıyor. Birden kendime geliyorum. Başımı kaldırıp duvardaki saate bakıyorum. Akrep de, yelkovan da yerli yerinde. Karga ağzını açabileceği kadar açmış, gözleri dışarı uğramış. Saat on sekiz! Hayat başlamış. Başlamış ama, kaldığı yerden değil. Arada iki saatlik bir kayıp var.

‘Sefiiil!’ diye haykıran tiz sesi duyuyorum.

Başımı sesin geldiği yana çevirmeden Karga Vahit’in karga gözlerine bakıyorum.

‘O kadın, Fatma Girik değil,’ diyorum, ‘o, beni almaya gelen karım.’

Meyhaneden bir karga sürüsü havalanıyor. Hepimiz ellerimizle kulaklarımızı tıkayıp başımızı önümüze eğiyoruz.”(18)

Kavukçu, erkek dünyasının ironik acısının yazarıdır bir anlamda. Erkek dünyasının altyazısı gibidir.

Doğal, samimi, sanki karşı komşunuzun açık kalan perdelerinin arasından içerdeki hayatı izliyormuşçasına sizi sıkmayan bir yakınlıktan anlatılır yazılanlar. Başrolde bazen kendinizin, bazen tanıdıklarınızın oynadığı iç içe geçmiş hayatların ne kadar basit nedenlerle birbirlerini etkilediğini, domino taşlarına benzerliklerimizi yalınlıkla anlatmasından neredeyse bir filmi izler gibi okursunuz rahatça. Güven, farkına varmadan önemsiz ayrıntılara tutunup gittiği için çabuk kaybolandır.

“Elli kuştan yalnızca biri geri dönmüş. O anda ihanete uğradığı için çılgına dönen biri, güvercinin sadakatini anlayacak durumda olabilir miymiş? Nasıl olsun muş ki. Bütün firarilerin cezasını ona kesmiş ve boynuna tasma geçirip iple kafesine bağlamış. Bir kuşun minicik kalbini çok büyük kırdığını bilmiyormuş tabii.

Anlaşılamamak bu işte, demişti adam. Rakısından bir yudum içmişti.

Anlaşılamamak bu işte!”(19)

Ve her şeye karşın yaşamın keyifli bir yanı mutlaka kenar süsüdür öykülerinde. Bunu hisseder okuyucu. Ama yine de Felsefi derinlik yoksunluğunu hissetmemek mümkün değildir okurken. Soru bırakmaz kafamızda ya da merak edilecek, bizi rahatsız edecek küçük bir ayrıntı, bir diken, görünenin ötesinde bizi gölgeleyen bir sır. Kendimizi gördüğümüz, bizi aynalayan öykülerdir okuduklarımız. Bildik, tanıdık bir yüz, merak edemeyeceğimiz kadar aşina bir hayat. Belki de hayatın basit, sıradan, sadece görünen gözüyle yazılar yazmak felsefeye yakın durmaktır Cemil Kavukçu için.

“‘Sınırlı olan, engel yaratan, dil değil, vericinin kafası; metin değil, alıcının kafası...’ Bizim dile getiremediğimizi bir başkası getirebilir, bizim anlayamadığımızı bir başkası anlayabilir. Çok görülmüştür bu; biraz tarih bilmek yeter...”(20)

Zamanın ateşine hangi yazar dayanacak? Onu ancak başka çağın okuyucuları bilecek...

“İnsan ölür, gövdesi yeniden toz olur/ benzerlerinin hepsi toprağa döner yeniden/ ama kitap, anısının ağızdan ağza iletilmesini sağlar./ Bir kitap, sağlam bir evden yeğdir/ ya da Batı’dan bir tapınaktan,/ bir kaleden de yeğdir...”(21)

Notlar

(1) Aktaran: Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz, 6. Basım, Metis Yayınları, İst. 2006, s. 18. Yukarı

(2) Karasu, Gece, 6. Basım, Metis Yayınları, İst. 2007, s. 11. Yukarı

(3) Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz, s. 12. Yukarı

(4) Age, s. 29. Yukarı

(5) Age, s. 14. Yukarı

(6) Karasu, Gece, 6. Basım, Metis Yayınları, İst. 2007, s. 176.. Yukarı

(7) Age, s. 23. Yukarı

(8) Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz, s. 17. Yukarı

(9) Age, s. 26-27. Yukarı

(10) Cemil Kavukçu, Başkasının Rüyaları (“Ablam”), 6. Basım, Can Yayınları, İst. 2008, s. 26. Yukarı

(11) Kavukçu, Angelacoma’nın Duvarları, Can Yayınları, İst. 2008, s. 101-102. Yukarı

(12) Karasu, Gece, s. 230. Yukarı

(13) Age, s. 231. Yukarı

(14) Karasu, Kılavuz, 6. Basım, Metis Yayınları, İst. 2008, s. 57. Yukarı

(15) Karasu, Gece, s. 97. Yukarı

(16) Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz, s. 14. Yukarı

(17) Age, s. 20. Yukarı

(18) Kavukçu, Başkasının Rüyaları (“O Kadın Fatma Girik Değil”), s. 52. Yukarı

(19) Kavukçu, Tasmalı Güvercin, Can Yayınları, İst. 2009, s. 28. Yukarı

(20) Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz, s. 34. Yukarı

(21) Aktaran: Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz, s. 10. Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X