ISBN13 978-975-342-690-9
13x19,5 cm, 192 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Görme Biçimleri, 1978
G., 1984
Ve Yüzlerimiz, Kalbim,
Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü
, 1987
O Ana Adanmış, 1988
Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı, 1989
Düğüne, 1996
Fotokopiler, 1997
2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus, 1997
Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar, 1999
Kral, 2001
Buluştuğumuz Yer Burası, 2006
Kıymetini Bil Herşeyin, 2009
Bento’nun Eskiz Defteri, 2012
Uçuşan Etekler, 2014
Bir Fotoğrafı Anlamak, 2015
İstanbul'dan Gelen Telefon, 2016
Hoşbeş, 2016
Sanatla Direniş, 2017
Portreler (sert kapak), 2018
Yedinci Adam, 2018
Portreler (karton kapak), 2018
Manzaralar (karton kapak), 2019
Manzaralar (sert kapak), 2019
Top Sende, 2020
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Naime Narin, "Duvarın biz tarafı: Hiçbir yer’in her yerindekiler", Virgül Dergisi, Temmuz-Ağustos, 2009

Virginia Woolf, 1920’lerde yazdığı bir makalede, Richmond-Waterloo treninde görüp Bayan Brown adını verdiği yoksul bir kadını anlatır:

Temiz fakat yıpranmış, abartılı düzenliliği paçavralardan veya kirden daha fazla fakirliği çağrıştıran yaşlı hanımlardan biriydi: Her şeyi ilikli, bağlı, tutturulmuş, yamanmış ve temizlenmişti. Ona ıstırap veren bir şeyler vardı, görünüşü kederli ve endişeliydi, üstelik çok da ufak tefekti. Temiz küçük botları içindeki ayakları ancak yere değiyordu. Ona bakacak kimsesinin olmadığını, kararlarını kendi başına vermesi gerektiğini, senelerce önce terk edildiğini ya da dul kaldığını, belki de tek oğlunu büyüterek geçirdiği sıkıntılı, ziyan olmuş bir hayatı olduğunu ve oğlunun artık kötü yola sapmaya başladığını hissettim. (Akt. Ursula K. Le Guin, Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar)

Woolf’un aynı makalede “çok ufak tefek, çok direngen, hem çok kırılgan hem de çok cesur” olarak tanımladığı Bayan Brown, yanındaki adama “Acaba yaprakları iki yıldır tırtıllar tarafından sürekli yenen bir meşe ağacı ölür mü?” diye sorar. Adam böcek salgınlarından uzun uzun söz ederken, Bayan Brown küçük beyaz bir mendil çıkarıp sessiz sedasız ağlar.

Bayan Brown’un bir roman konusu olduğunu söyleyen Woolf, bu makaleyi, o dönem karakter-özne ile ilgilenmeyen yazarları eleştirmek için yazmış. Le Guin ise, teknolojik konuların tuzağına düşmeye yatkın olan bilimkurgu edebiyatında Bayan Brown’lara yer olup olmadığını sorgularken, klasik roman kahramanı olarak “özne”nin kaybolduğuna dikkat çeker. Bayan Brown’un öldüğünü, yerine kitlelerin, istatistiklerin, kafa sayılarının, tüketicilerin vb geçtiğini, ama asıl konunun Bayan Brown’un yaşayıp yaşamadığını gerçekten önemseyip önemsemediğimiz olduğunu söyler. Le Guin, 1975’te yazdığı bu denemede, zamanımıza iyiden iyiye damgasını vuran bir durumun ilk nüvelerini de anlatır:

Klik, kamera gözü – bir an; bir insan ya da bir portre değil; sadece geçmişi ve geleceği içine almayan bir tek an, süreksizlik, klik. (...) Şiir hâlâ var, ama artık Bayan Brown’lar yok. Bir kadının çeşitli yerlerde çeşitli insanlarla hareket eden görüntüleri var. Bir “karakter” olarak, hatta bir kişilik olarak bile, öyle sağlam, sabit, Viktorya çağına veya Ortaçağa özgü bir kesinlik oluşturmuyorlar. Bunlar anlar, ruh halleri; akışın şiiri, parçalanmışın parçaları, değişmişin değişimi. (agy, s. 79-80)

Le Guin’in öngördüğü, geçmişi ve geleceği içine almayan “süreksizlik” halinin yaygınlaşıp sistemleştiği dönemlere geldik. Başka şeylerin yanı sıra Duvar’ın yıkılmasıyla beraber, muktedirlerin elleri gezegenin her yerine ulaşabilir oldu. O çok bildik laf: dünya küçüldü, zalimlikle ve zalimlikte. Yeni tiranların “yeni” düzeni ise, bu sefer küresel çapta yeni yoksullar ve evsiz kalabalıklar oluşturuyor. Bu evsizlik, yoksulluk ve yoksunluk biçimi (evet, “yeni”) sadece mülksüzlükle açıklanamayan, derin ve çok katmanlı bir nitelik taşıyor.

Bayan Brown’un gözümüzde bir an için canlanan resmi bile yoksulluğun biçiminin nasıl derinden değiştiğini gösteriyor. Zamanımızın yoksul ve yoksun bırakılmışlarıyla kıyaslandığında Bayan Brown, toprağına bir hayli kök salmış, kim olduğunu ve ne istediğini bilen, bir geçmişi ve alışkanlıkları olan, hayatını iyi kötü idame ettirebilen, aidiyetleri epeyce güçlü olan bir karakter. “Her şeyi ilikli, bağlı, tutturulmuş, yamanmış ve temizlenmiş” haliyle, geleceğe dair umudu, hiç değilse hayatını bu kadarıyla da olsa sürdürme güvencesi olan biri.

Günümüzde ise “yoksulluk” sözcüğü, sayıları hızla artan “dışarıdakilerin” durumunu tanımlamaya artık yetmiyor. Yeni sömürgenlerin düzeni, birilerine hayat hakkı tanıyıp tanımamanın da ötesine geçip doğrudan hayata kastediyor. Akli olduğu varsayılan kapitalizm, büsbütün çıldırmış görünüyor. Bu çılgınlık, yıkıcı bir güç halini alarak, her gün katledilen, işkence edilen ya da göç etmek zorunda bırakılan sayısız insanın yanı sıra toprağa, havaya, suya, tohuma, hayvana, insan ve doğanın ruhuna, gezegen üzerindeki istisnasız her şeye yönelmiş durumda.

John Berger’ın A’dan X’e isimli romanı işte böyle bir dünyanın Bayan Brown’larından birini anlatıyor. Hiçbir yer’e sürülen ama artık her yerde bulunan bir özne, Berger’ın görüş alanımıza taşıdığı. Roman, hapishanedeki bir sevgiliye yazılmış mektuplardan oluşuyor; A’ida’nın sevgilisi Xavier’e yazdığı, gönderilmiş ve gönderilmemiş mektuplardan ve Xavier’in bu mektupların arkalarına düştüğü notlardan.

Berger, kapısında güvenlik görevlisi olan bir site ya da havuzlu bir villada değil, içinde çok kişinin barındığı, küçük derme çatma evlerin birinde görmüş A’ida’yı. Yetenekli elleriyle, kırık bir sandalyeyi, özenle, sabırla, dikkatle, incelikle onaran bu genç kadını izlemiş. Kadının onarma işini bitirdikten sonra sandalyeye bakıp birden hıçkırıklara boğulduğunu görmüş. Gezegenin tüm canlılarının küçük, zayıf, kırılgan varlıklarının üzerinde koparılan devasa anaforlar halindeki kasırganın içinde görmüş, bu “çok ufak tefek, çok direngen, hem çok kırılgan hem de çok cesur” kadını. Aynı anda, dünyanın her yerindeki A’ida’ları, onların birbirine benzeyen hikâyelerini. Sanki Berger’ın A’ida’yı ağlarken gördüğü o anda, Woolf’un Bayan Brown’u bir alt ses olarak usulca konuşuyordur: “Acaba yaprakları iki yıldır tırtıllar tarafından sürekli yenen bir meşe ağacı ölür mü?”

Romanı oluşturan mektuplarda, A’ida’nın yaşadıklarını, özlemlerini, arzularını, umudunu, umutsuzluğunu görürüz. Aynı zamanda, diğer A’ida’ların hayatlarını da: A’ida’nın yanında çalıştığı, ilk kadın eczacılar kuşağından İdelmis’in; yeğeni kaybolan, görümcesi hastanede ölen, kocası işsiz, kendisi kataraktlı gözleriyle dikiş dikerek para kazanmaya çalışan Soko’nun; elli dokuz yaşındaki, sokaklarda bulduğu madenleri eriterek ailesinden uzakta yaşayan Ved’in; otobüs durağında bekleyenlere çalıntı sigara satan, yaşadığı oda bir hücre kadar olan on dokuz yaşındaki Ama’nın; yıllarca çalışarak yaptığı ev örgüt evi olduğu iddiasıyla başka pek çok evle beraber füzeyle vurulup yerle bir edilen Gassan’ın; on sekizine varmadan hapse girdiğinde tanıştığı ve onu ilk hapis bunalımından çıkaran, müzik öğretmeni, lavta çalmayı seven ve sonra A’ida’nın da katıldığı bir eylemde öldürülen arkadaşı Manda’nın; hayatın olmaması gereken bir kaza olduğuna inanan ve belki de kendisi de buna inanmaktan korktuğu için A’ida’yı öfkeden kudurtan Nininha’nın; sokağa çıkma yasağından sonra sokakta bacağından vurulan, on üç on dört yaşlarındaki, erken olgunlaşmış Raf’ın; Ama’nın âşık olduğu, devriyeler tarafından yatağından kaldırılarak bir nehre götürülüp vurulan, üç gün sonra da cesedi bulunan Rami’nin; annesi bütün gün yalnız kaldıktan sonra hikâyeler dinlemek istediği için, Türkçe olmayan “anadilinde” ona uzun bir şiir yazmakta olduğunu söyleyen, Toros Dağlarından gelen Hasan’ın hayatlarını. A’ida’nın, uzaktan yakından ilişki kurduğu bu insanların hayatlarını detaylarıyla anlatmaz Berger. Bir araya geldiklerinde zamanımızın yoksul ve yoksun bırakılmışlarının resmini oluşturan çizgilerdir bunlar. Aynı resim içinde A’ida’nın hayatı, mektupların satır aralarından anladığımız kadarıyla örgütlü bir direniş hikâyesini de taşır. Xavier’in notları ise, onlara reva görülen hayatın ideolojik yalanlarla nasıl örüldüğünü/örtüldüğünü çıplak ve çarpıcı biçimde gösterir bize.

A’ida’lar, muktedirlerin bize sunduğu “merkez hayat”ın içinde görünmezler. Olsa olsa, artık sıradanlaşan çatışma, ölüm, açlık, terör haberleri olarak yer alırlar. Merkez hayatın huzurunu kaçıran, onu rahatsız ve hatta tehdit eden olgular oldukları için, algı sınırlarının içine girmesine imkân tanımayacak bir hızda geçip gitmesi istenen haberlerdir bunlar. Bu merkez hayatın ideolojisi, edebiyatın çehresine de bulaşmış gibi. Yazıyla uğraşanların, yoksul ve yoksun bırakılmışlarla bağları oldukça zayıf. Berger’ın ise gerek denemelerinde, gerekse kurmacalarında bu bağ her zaman güçlü olmuştur. Onun bu duruşu bilinçli bir seçim. Yazarın yirmili yaşlarında farkına vardığı ve sonrasında tüm yazın hayatını şekillendiren bir seçim. Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü’de, 1940’ların sonlarına doğru Livorno sokaklarını resmettiği çizimlerinden söz ederken, “Şehir o zamanlar savaştan yeni çıkmıştı ve yoksulluk içindeydi ve maldan mülkten yoksun insanların soylu içtenliğini ilk kez orada öğrenmeye başlamıştım. Bu dünyada güçlü olanlarla mümkün olduğu kadar az bir ilişkim olmasını istediğimi de ilk orda keşfetmiştim. Bu sonraları bütün bir hayat boyunca süren bir tiksintiye dönüştü,” diyordu Berger. (s. 79)

Berger’ın deyişiyle “modern evsizlerin,” dünyanın her yerinde, az çok benzerini yaşadıkları ortak durumlar var: Askerler, cipler, sokağa çıkma yasakları, silah sesleri, yeraltı hayatları, cezaevi kapıları, kontrol noktaları, bin çeşit duvar, kimyasal silahlar, füzeler, öldürülen, içeri alınan erkekler, çocuklar, hayatlarını idame ettirmeye ve erkeklerini, çocuklarını yaşatmaya çalışan kadınlar, özlem, arzu, yoksunluk, büyük acılar... Zamanımızın yoksul ve yoksun bırakılmışlarına düşen, normal bir hayatın akışında geçici kriz dönemi olacak bir halin içinde sürekli yaşamak. Sürekli yıkımla karşı karşıya iken yapılabilecek tek şey, hayatta kalmaya ve etrafındakileri hayatta tutmaya odaklanmaktır. Her gün üzerine yenileri eklenen onca ıstırabı, bütün katlanılamazlığı ile birden su yüzüne çıkaran ise “küçük şeyler”dir. Bir anlık bir boşluk, zırhı delen, o yüzden de korkutucu olan. İmkânsız olanı hayat diye neden ve niçin yaşamayı sürdürdüklerine dair o cevapsız soruyu içinde taşıyan, anlamsızlığı, beyhudeliği, vazgeçmeyi koynuna almaya hazır bir boşluk anı.

Beni ağlatan neydi? Sandalyeyi tamir etmek bu kadar kolayken başka şeyleri tamir etmenin bu kadar zor olması mı? Yoksa artık böyle işlerin senden soruluyor olmaması mı? Senden!

Küçük şeyler korkutuyor bizi. Ölümümüze sebep olabilen büyük şeyler cesaret veriyor. (A’dan X’e, s. 75)

A’dan X’e, bir roman; ama daha da çok, bir uzun şiir duygusu uyandırıyor insanda, okudukça koyulaşan. Bunda Berger’ın her zaman şiire yakın duran üslubunun etkisi olduğu açık. Yazarın anlatıda bize verdiği ipuçlarından, bu hikâyeyi oluşturan mektupların beş yıldan uzun bir süreye yayıldığını anlıyoruz. Metnin bu denli uzun bir zaman dilimini kapsamasına rağmen yine de şiirin zamanında –şimdide– kalmasını sağlayan, Berger’ın üslubunun yanı sıra hikâyeyle ilgili başka sebepler de olsa gerek.

Belki bunun bir sebebi, bu hikâyenin, araya ayrılığın girdiği bir aşk hikâyesi olması. Tüm bu zaman boyunca, cezaevindeki Xavier’le ilişkisinde A’ida, aşkın –şiirdekine benzer– akmayan, genişleyen zamanında kalır. Arzusuna, özlemine, isyanına, yaşadığı tüm zorluklara karşın ayrılığa ve zamana direnir. “Aşk bütün uzaklıkları aşmayı amaçlar,” diyordu Berger Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü’de. (s. 90) A’ida’nın hikâyesinde de bir yanıyla olan budur. Ama aynı zamanda aşk bir direnme biçimi de olmuştur A’dan X’e’de, duvarlara, onları ayıranlara, hayata kastedenlere inat.

Öte yandan, bu beş yılda, ne içeride ne dışarıda olumlu yönde bir değişiklik olur. Yoksunluk ve yoksulluk sürüyor, hatta hayat yeni kayıplarla daha da eksiliyordur. Hayatın, sadece hayatta kalmayı içeren bir askı zamanda, bir arada zamanda kalıp orada sürüyor olmasıdır, belki de bu anlatıyı şiirin zamanına taşıyan bir diğer sebep. Sanki sonsuzca sürecekmiş gibi görünen, bir arada zaman bu. Belki de, küreselleşen, zalimliklerini teknolojiyle azami boyutlara çıkaran, insan dahil tüm canlı türlerinin varlığını tehdit eden “yeni” muktedirlerin dünyasında hepimizin sıkıştırıldığı, sürüldüğü bir ara zamandır bu. Beklediğimiz; her şeyi öğüten bu delirmiş çarkın, bir gün bir yerde duracağını umduğumuz; beklerken, küçük kırıntılardan ibaret de olsa, hayata dair, insana dair bir şeyleri kurtarmaya çalıştığımız bir ara zaman.

Berger, yakınlarda yayımlanan Kıymetini Bil Herşeyin’de, Le Guin’in “geçmişi ve geleceği içine almayan bir tek an, süreksizlik” olarak tanımladığı durumun bugün aldığı biçimi anlatıyor:

Sayısal zaman. Gece ve gündüz, mevsimler, doğum ve ölüm demeden, kesintisiz, sonsuza dek sürüp gidiyor. Para kadar lakayt. Sürekli ama tamamen bağlantısız. Geçmiş ve gelecekten bağımsız kılınmış şimdiki zaman. Zaman söz konusu olduğunda yalnızca şimdi ağırlık taşıyor, öteki ikisinin önemi yok. (...) Soyutlanmış bir şimdiki zaman içinde, sayısal zamanda, hiçbir yer bulunamaz ya da kurulamaz. (s. 110)

Bu “sayısal zaman,” Xavier’in mektuplara düştüğü notların birinde söz ettiği “Hiçbir Yer”in zamanı.

Yersizleştirme. Sadece üretimin ve hizmetlerin emeğin en ucuz olduğu yere taşınması uygulamasına değil, daha önceki bütün sabit yerlerin statüsünü ortadan kaldırarak dünyayı Hiçbir Yer’e, tek bir likit piyasaya dönüştürme planına işaret eder. (A’dan X’e, s. 31)

A’ida’lar için bu sayısal zamanda bir hayat yok. Onların dünyasında, başka bir zamanı olan bir yer oluşuyor. Kayıplarından ve ölümlerini reddettikleri ölülerinden bir geçmiş, sadece hayatta kalmaya odaklı bir şimdi ve umudunu bile taşımadıkları bir gelecekten oluşan bir yer burası. Hiçbir yer’in içinde, ama her geçen gün orayı daha fazla tehdit etmeye başlayan bir yer.

Gerek güvenlik, gerekse diğer nedenlerle cezaevindeki bir sevgiliye yazılamayacaklar saklıdır mektupların satır aralarında. Gönderilmemiş mektuplardan, A’ida’nın Xavier’e anlatamadıkları hakkında fikir edinirken, mektupların tümünde A’ida’nın giderek koyulaşan, kimi zaman yorulan, ağırlaşan ruh halinin izlerini görürüz. Hikâye anlatmanın “kurucu” gücünün farkında olan A’ida, ruh hali koyulaştıkça, kendine ve sevdiğine güç verecek, anlam yaratacak, hayatı yeniden kuran hikâyeler anlatır. Duvarların aşılabileceğine kendisini de, sevdiğini de inandıracak hikâyeler, belki de en çok kendisini. Hayatın küçük gerçeklerinden derlediği, onları hayatta tutacak büyük sonuçlar.

Şimdi insanların hayatlarını düşün, her dakikalarını, gündelik hayatlarını! Herkesin katkıda bulunduğu, üzerinde uzlaşılmış bir nizama bağlıdır hayatları. Sözünü ettiğim unutulmuş pratik bu nizamı muhafaza etmek.

Meyvenin her sabah pazara gelişini, geceleri sokak lambalarının yanışını, mektupların kapının altından atılışını, kutudaki kibritlerin başlarının hep aynı yöne bakışını, radyoda duyulan müziği, yabancıların birbirine gülümsemelerini. Nizamın bir ritmi vardır, çok hafif, çoğunlukla kulağın duymadığı, aynı zamanda kalp atışına benzer. Burada yanılsamaya yer yok. Bu ritim yalnızlığı bitirmez, acıyı dindirmez, ona telefon edemezsin – sadece paylaşılan bir hikâyeye ait olduğunu hatırlatır.

Ama günümüzde, hayatımızda sonsuz bir nizamsızlığa mahkûmuz. Bunu bize dayatanlar nizamsızlığımızdan korkuya kapılıyorlar. Bu yüzden de bizi dışarıda tutacak duvarlar inşa ediyorlar. Yine de duvarları asla o kadar uzun olamaz, etraflarından, üzerlerinden, altlarından geçmenin bir yolu bulunur. (agy, s. 178)

A’ida buna inanır. Buna duyduğu arzu, Xavier’e iki kere müebbet verdiklerini öğrendiğinde inanmayı bıraktıklarından daha gerçektir. Bir adım sonrası her şeyin mümkün olduğu yerdir. Ve ancak böyle bir duruş o derin kuşatmayı yarabilir, onu ve sevdiklerini hayatta tutabilir. Kim bilir, belki de Xavier’i hapishaneden bile kaçırabilir.

Merkez hayatın dışına sürülenler, derin bir dilsizliğe de mahkûmdur. Merkezin dilinde, anlam kategorilerinde yaşadıklarının bir karşılığı yoktur – merkezin onları anlamak gibi bir arzusu da. Bu nedenle de, acıyı, ayrılığı, yokluğu/yoksunluğu yaşayanlar, aynı zamanda kendilerini anlayan, teselli eden, kendilerine merhamet duyan olmak zorunda kalır. Bir hikâyenin hem kahramanı, hem anlatıcısı hem de dinleyicisi de olmaktır bu aynı zamanda. Hiç kimsesi olmayanlar kendilerinin her şeyi olurken, kendi hayatlarına dışarıdan bakan “üçüncü bir kişi,” bir dış göz de olurlar.

Sana EVET diyorum, sürdürdüğümüz hayata HAYIR. Yine de o hayattan gurur duyuyorum, yaptığımız şeyden gurur duyuyorum, bizimle gurur duyuyorum. Bunu düşündüğümdeyse üçüncü bir kişi oluyorum, ne ben ne sen, sen de aynı üçüncü kişiye dönüşüyorsun – bütün evet ve hayırların ötesinde! (agy, s. 181)

Muktedirlerin, bilmedikleri, anlamadıkları ve belki de sonlarını hazırlayan hikâye tam da burada sezdiriyor kendini. Onları, karşı konulamaz güçlerine rağmen, korkutması gereken de bu. Bayan Brown, muhtemelen tanımadığı yol arkadaşına “meşe ağacı ölür mü?” sorusuyla yarasını gösterirken, hâlâ başkalarınca “görülme” inancını da ifade ediyordu. A’ida’ların dünyasında ise bu inanç çoktan iflas etmiş durumda. A’ida’lar, kendilerinin ebeveynleri, doktorları, askerleri, taziyecileri, her şeyleri olurken, aynı zamanda hiçbir şekilde “görülmedikleri” muktedirlerin düzeninden artık bir şey beklemeyenler haline de geliyorlar. Hiçbir beklentisi olmayanların bu düzenin koruyucusu olmayacakları çok açık – A’ida’ların sayısının artmasıyla birlikte, hikâyelerinin giderek yayıldığı da.

Hikâye zamanı (yani hikâye içindeki zaman) düz bir çizgide seyretmez. Yaşayanlar ve ölüler bu zaman içinde dinleyici ve hakem olarak buluşur; dinleyici sayısının arttığı hissedilirse, her dinleyici hikâyenin daha derin bir mahremiyete büründüğü duygusuna kapılır. Hikâyeler bir anlamda adaletin her an tecelli edeceği inancının paylaşılmasıdır. Ve bu inanç uğruna kadınlar, erkekler, çocuklar tarihin belirli bir anında insanüstü bir şiddetle savaşırlar. Tiranlar bu nedenle hikâye anlatılmasından hoşlanmaz: Tüm hikâyeler bir bakıma onların iktidarlarının yıkılışına dairdir. (Kıymetini Bil Herşeyin, s. 91)

Adaletin “her an tecelli edeceği” inancının paylaşılmasının yanı sıra, hikâye anlatma, anlatanların evini de kurar. A’ida ve Xavier gibi Berger da biliyor bunu. Berger, romanda, onların sesinin yanına diğerlerinin sesini, sözünü de katmış; yaşayanların ve ölmüşlerin. Can Yücel, Marcos, Chavez, Bejan Matur, Galeano, Lorca, Kanafani gibi. Ve yanı sıra biz okurlar, hepimiz bu hikâyenin içinde dinleyici ve hakem olarak buluşuyoruz; hissettiğimiz ise, anlatılanın bizim de hikâyemiz olduğu. Ve Berger’ı da, geleceğe dair tasavvuru olanlarla birlikte kurduğu kendi evinde görürüz: “Evet ben, başka şeylerin yanı sıra hâlâ Marksistim.” (agy, s. 112)

Le Guin, klasik roman kahramanının öldüğünü söylerken haklı görünüyor. Ne Viktorya dönemine, ne ortaçağa ne de daha yakın döneme özgü bir roman karakteri A’ida. Bayan Brown’la benzerlikleri olsa da, bir klasik roman kahramanı olacak kadar şanslı bir dönemin insanı değil. Aslında A’ida, yoksul ve yoksun bırakılmışlığın kendisinin kahramana dönüştüğü bir hikâyenin nesnesi. Böyleyken, insanı sessiz bir kedere boğan sonsuz bir çabayla bir özne olabilmek için direniyor. Bu direnme “Umudumuz var diyemeyiz – sadece ona kucak açıyoruz,” noktasında, boğucu kuşatma altında, insanın içine çöküp, oradan inatla, neredeyse aşkın bir biçimde ortaya çıkarılan bir direnme. A’dan X’e, inat, irade, direnme, umut, aşk, hayat, yoksunluk ve daha birçok sözcüğün bugüne kadar bildiklerimizin çok ötesinde içerikler yüklendiği hayatların romanı.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X