ISBN13 978-975-342-878-1
13x19,5 cm, 512 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Nalan Mahsereci, “Bilime hak ettiği karneyi verme(me)k…”, Bilim ve Gelecek Dergisi, Nisan 2013

Yıl 1871. Canterbury Başpiskoposu, İngiltere’deki tüm kiliselere telgrafla şu mesajın ulaştırılmasını buyuruyor: Tifonun pençesinde yaşama tutunmaya çalışan Galler Prensi için, tüm kiliselerde özel dualar okunmalıdır. Din adamları gibi, seçkin doktorların da iyileşmesi için seferber olduğu prensin tifonun serdiği ölüm döşeğinden kalkması, tartışmayı başlatır: Bu mucizevi iyileşmeyi tıp mı sağlamıştır, duaların gücü mü? Saygın bir cerrah tartışmayı bitireceği inancıyla, içtenlikle önerir: Belli bir hastane koğuşu birkaç yıl boyunca duaların hedefi yapılarak başarı oranının artıp artmayacağına istatistik olarak bakılabilir... Günümüz Türkiye manzarasında sıkça göze çarpan zikirmatikler gibi bir tür dua sayacı öneren bu deney önerisi, hayata geçmemiş olsa da çarpıcıdır: Tarafların bilim ve din olmasından da ilginç olan, doğruya ulaştıracak çözüm için başvurulması düşünülenin, deney, gözlem, istatistik gibi uygulamalar içeren bilimsel yöntemden başkası olmamasıdır! Bilimsel yöntemin kazandığı toplumsal güveni gösteren bu tarihsel anekdotun yer aldığı Bilim: Dört Bin Yıllık Bir Tarih adlı kitabın içindeydim geçtiğimiz ay.

Bildiğimiz bilim tarihinin sonu mu?

Ezber bozma çağındayız ya, her alanda olduğu gibi, bilim ve bilim tarihinde de ana akımı eleştirdiğini söyleyen kitaplar art arda yayımlanır oldu. Ezber bozmak, kuşkusuz “ezberi” sorgulatan, onun taşıdığı tarihsel, ideolojik yükleri görmemizi sağlayan, zihnimizi açan, düşüncelerimizi bağlarından kurtaran bir eylemdir. Ama aynı ezber bozma eylemi “ölçme araçlarımızı” elimizden alırsa, kör kuyularda merdivensiz, engin okyanuslarda pusulasız kalakalırız… Tutturulması ve devam ettirilmesi zor, ince bir dengedir, kurulması gereken. Bilim: Dört Bin Yıllık Bir Tarih kitabı, bu “ince denge” üzerine düşündürdü beni.

Bilim tarihi doktoru Patrica Fara “yeni bir tür bilim tarihi” yazdığı yönünde uyarıyor ve çarpıcı bir görsel metaforla başlıyor kitaba. Kuzeyi yukarıda gösteren bildik dünya haritalarının yerine, güneyi yukarıda düşünün, Avustralya Kıtası haritanın üst-ortasında duruyor. Coğrafya algımızdaki ideolojik belirlenmişliği deşifre eden bu haritada, gözlerimin hemen aradığı Türkiye coğrafyası da altüst olmuş durumda; tahmin edeceğiniz gibi Karadeniz altta, Akdeniz üstte.

Bu başlangıç, yazarın Avrupamerkezci yaklaşımların dışında davranacağı beklentisi yaratıyor yaratmasına ama, bilimin Batı Uygarlığı dışı kaynakları ve Avrupa-dışı gelişim hattının, kitapta hakkıyla ele alındığını söyleyemeyeceğim. Yunanlıların beslendiği Mezopotamya Uygarlıklarına bir bölüm ayrılıyor, ancak Mısır ve İndus (Hint) Uygarlığı’nın etkisi birkaç cümle ile geçiştirilmiş; aynı biçimde Çin ve İslam bilimine (o da belirli tarihsel dönemlerin sınırları içinde) yasaksavar gibi ayrılmış birer bölüm dışında, bildik Avrupamerkezci gelişim seyri kurgudaki esas ağırlığı oluşturuyor.

Kitabın reddettiği bilim tarihi yazımlarından biri de, biliminsanlarının kahramanlaştırılması. Fara, biliminsanlarını ideal-dışı yanları olan, hatalar yapan, rekabet eden, hırs sahibi, zaman zaman bulgularını kendi teorilerini haklı çıkaracak şekilde çarpıtmaktan çekinmeyen insanlar olarak ele alıyor. Ürettikleri bilgiye, insani zaaflarının ya da kişisel inançları ve duygularının da etki edebileceğini gösteriyor. Newton, Darwin, Einstein gibi en baba bilimciler için bunu bastıra bastıra yapıyor. Doğru bir yaklaşım olmakla birlikte, dozu kaçırıldığında, ne yazık ki, “Avrupamerkezcilik eleştirisi” gibi, “kahramanlaştırma” eleştirisi de yüzeysel kalıyor ve “haksız”laşıyor. Fara, kitabın pek çok bölümünü bu büyük bilimcilerin katkıları üzerinden ilerletmeye bir çözüm bulamamış; kaçınılmaz tabii ki bu, çünkü bu insanların bilim tarihine etkileri, onların “bireyselliklerini” ve hatta “teorilerini” aşacak kadar köklü olmuştur; sözü geçen biliminsanları kendilerinden sonraki bilimsel üretimi belirlemiş, geleceğin üzerinde yükseleceği temelleri kurmuşlardır; sadece bilimde değil, kültürün tümünde bir zihniyet devrimine yol açmışlardır.

Yazarın, “Din bilimi teşvik eder ya da kısıtlar mı?” gibi sorular yoluyla amaçladığıysa, din-bilim ilişkisinin gerçekten karşıtlık taşıyıp taşımadığını sorgulamaktır. Yazar, bilim etkinliğinin inanç sistemlerinin içeriğindeki kimi sorunları çözmek için (ibadet zamanlarını belirlemek, insanların kaderlerini okumak vs.) ve yer yer dini kurumlarda gelişmiş olduğunu ya da biliminsanlarının inançlarının teorileri üzerine etki edebildiğini vurgulayarak, din ve bilim arasında birbirini dışlama ilişkisi olmadığını göstermeye çalışıyor. Fara’nın yaklaşımının zaafı, din-bilim ilişkisindeki tarihselliği değerlendirmemesinden kaynaklanıyor. Dinin toplumun hâkim ideolojisi ve dinsel kurumların etkin birer siyasi iktidar paylaşımcısı olduğu tarihsel dönemler boyunca, insanın bütün entelektüel etkinlikleri esas olarak “dinsel” kurumlar içinde ya da dinsel gereksinimler ve bilgilerle iç içe yapılıyordu; felsefe gibi, bilim de böyleydi. Ne zaman ki bilim, insan, dünya ve evrenin oluşumu, insanın evrendeki konumu gibi din öğretileri içinde geniş yer tutan temel sorulara “öğreti dışı” yanıtlar aramaya girişti; işte o zaman bilim etkinliği dinsel dogmalarla karşı karşıya geldi ve bilimsel bilgiye olgularla, deneylerle, kısaca yaşamla sınanma ölçütleri getirerek, dinsel dogmaların sorgulanamazlığının karşısına dikildi. Tabii ki bu süreçler, toplumdaki sosyo-ekonomik süreçlerin dışında değildir; bu aynı zamanda dinin toplumsal iktidarını ideolojik alanda olduğu kadar, pratikte de yitirmesinin (en azından Batı’daki) tarihidir.

Yazarın Rönesans Dönemi büyüsünün, kuramsal bir çerçeve, kuramsal araştırmalar ve pratiği birleştiren özelliğiyle, modern bilime en yakın etkinlik olduğunu söylemesi, sarsıcı bir etki yaratıyor, ilk okuduğunuzda. Ama bu yakınlık, büyü ile bilimi eşit kılabilir mi? Kuşkusuz doğaya, insana ve toplumsal ilişkilere açıklamalar getirmeye çalışan entelektüel insan etkinlikleriyle bilim arasında tarihsel bir süreklilik vardır. Yazar, kitabında bu süreklilikleri vurgulamaktadır. Ama Fara’nın eksik bıraktığı nokta, bu etkinlikler arasındaki kopuşlardır. Bilim, kabaca söylersek, örneğin dinden insanı, toplumu, doğayı tutarlı ve anlamlı bir bütünlük içinde ele almayı, felsefeseden akli süreçlerle kuram geliştirmeyi ve matematiksel modellemeyi, büyüden ise deney yöntemini almış olabilir. Ama bilim, bunları birleştiren ve bilgiye sınama ölçütleri getiren bilimsel yöntemiyle, bu etkinliklerden farklılaşmış, yani kopmuştur.

Fara, kitapta bilimsel bilginin ne oranda “nesnel” olabileceğini de sorgulamakta, bilginin tarih boyunca, siyasi ve mali iktidarların yanı sıra, kurumsal ve kişisel iktidar savaşlarından da etkilendiğini örneklerle göstermektedir. Fara ile tartışırken, dönüp dolaşıp bilimsel yöntemin önemine geliyoruz. Bilim, Fara’nın yer yer söylediği gibi “mutlak, doğruluğu su götürmez” gerçeği ortaya koymak iddiasında olan bir etkinlik değildir. Bilim üretme etkinliğinin akılsal ve nesnel boyutlarının yanı sıra, biliminsanının (toplumdan bağımsız olamayacak) değer yargılarını, zihinsel becerilerini ve hatta duygusal yanlarını içeren boyutları da vardır. Ama biliminsanının kendi kişiselliği ve döneminin damgasını taşıyarak ürettiği bilgi, sürekli akan bilim nehrine girdiğinde, bir olgularla yoklanma, sınama-yanılma ve yanılgının ayıklaması sürecine de girmiş olur. Bilimsel bilgiyi güvenilir kılan, işte bu süreçlerden sürekli süzülmesi, öznel yanlarından ayıklanması, nesnelliğe yaklaşmasıdır.

Bilimin insanlığa asıl mirası, yazının başındaki örnekle de vurgulamaya çalıştığım gibi, bilimsel yöntemidir. Bilgiyi sağlamlaştırma, gerçeğe mümkün olduğunca yaklaştırma konusunda insanın eline büyük bir güç vermiştir bilim. Bilimsel yöntem, kör kuyularda merdivenimiz, engin okyanuslarda pusulamız ve bilimin karnesindeki en geçer nottur. Karneye Einstein’ın şu sözleri not edilmelidir: “Uzun yaşamımda öğrendiğim bir şey var: gerçeklikle ölçüştürüldüğünde tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır; ama gene de sahip olduğumuz en değerli şeydir, bilim!”

Karnedeki zayıf notlar

Kuşkusuz, bilimin tarih boyunca kendi dinamikleriyle, bağımsız geliştiğini söyleyemeyiz. Diğer üstyapı kurumları gibi bilim yatağı da, toplumsal sistemin dışında değildir. Bilim, kapitalizmin şafağında doğmuştur; sanayi devrimine en önemli girdiyi o sağlamıştır. Günümüzde de bilimin gelişeceği alanlar ya da üzerinde çalışacağı sorular, toplumsal sistemin (küresel piyasanın) ihtiyaçları tarafından belirlenmektedir. Sistemin sorumlu olduğu insan ve doğa aleyhine pek çok uygulamada (örneğin atom bombasında) bilimin de payı vardır.

Patricia Fara da, kitabın son bölümünde, genetik, silah teknolojileri, bilişim ve uzay araştırmalarında gerçekleşen bilimsel atılımlarla ilgili endişelerini dile getirmektedir. Küresel piyasa sistemi, insan yaşamını hiçe sayan, toplumsal eşitsizlikleri derinleştiren ve doğanın yıkımını hızlandıran uygulamalarında, bilimden güç almaktadır. Bilim, sistemin devamını sağlayan can simitlerinden biridir. Ama burada sorunun, sistemin kendisinde olduğunu görmek gerekir, kullandığı araçlarda değil. Bilimin kullanım biçimine yöneltilmesi gereken ok, bilime yöneltildiğinde, hedef şaşmakta, eleştiri güdük kalmaktadır. Bilimin hem gerçek arayışında, hem teknoloji yaratma becerisinde, insanoğlu için önemli bir güç olduğunun farkına varmak; onun toplumcu uygulamalarda, insan yararına kullanılabileceğini kavramak önemlidir.

Bilimin tarihinde eleştirileşecek şeyler kuşkusuz çoktur. Patricia Fara, kitabında, kadınların bilim tarihi yazımlarında görülmemesini de eleştirmektedir haklı olarak. Kadına erkeklerden daha dar sınırlar çizen cinsiyetçi toplumsal yapının, sınırları aşmayı başarmış az sayıda kadını da görmezden gelerek, durumu korumaya çalışmış olmasını, yeri geldikçe kadınların bilim tarihine yaptığı katkıları, önemlerinden bağımsız olarak görünür kılmaya uğraşarak deşifre etmektedir.

İnce bir dengede

Sonuç olarak, Fara’nın kitabı, dikkat çektiği sorularla, insanın kafasını açan, düşündüren, heyecan veren bir okuma vaat ediyor. 510 sayfalık kitaba dönüp baktığımda, altını çizdiğim, yanına notlar, işaretler düştüğüm pek çok paragraf görüyorum. Fara, bilim tarihi birikiminden, anekdotlar, olgular, analizler açısından zengin ve besleyici bir seçme çıkarıyor okurun karşısına. Her dönemin taşıdığı düşünsel, kültürel eğilimleri, kuramsal düzeyde yürütülen iktidar savaşlarını, bunun bilimsel bilgi üretimine yansıyan yanlarını gösteriyor. Kitabın renkli yanlarından biri de, bilimle ilişkilendirilebilecek resimlerdeki unsurların taşıdığı dönemin kültürüyle ilgili sembolik anlamların okumasıdır.

Fara’nın, bilim tarihi üzerindeki sorgulamasını yorumlardan ziyade, yer yer kritik sorular sorarak yaptığını söyleyebiliriz. Ana akım bilim tarihi yazımından gerçekten kopabilmiş midir kitap? Biz de sormakla yetinelim. Ama sağlam bir temele oturtulamayan, içerikle desteklenemeyen ve bilimin asıl mirasının bilimsel yöntem olduğunu vurgulamayan bir sorgulamanın, çağımızın ruhuna uygun bir biçimde bilim-karşıtlığına düşmeye hazır ince bir dengede duracağını belirtelim.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X