ISBN13 978-975-342-983-2
13x19,5 cm, 204 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Ali Bulunmaz, "Şöyle buyurun, kendinizi keşfedeceksiniz", T24, 4 Şubat 2014

Marion Milner’ın 1926'dan itibaren tuttuğu günlüğü kitaplaştığında yıl 1934'tü. Psikoloji ve psikanaliz uzmanlığına edebiyat merakını da ekleyince bu alanda parmakla gösterilenlerin başında yer aldı.

Üniversite yıllarımda, ismi lazım değil bir hocam, "sosyoloji, antropoloji ve psikoloji; işte bunlar hep lafoloji" dediğinde birden hepsine ilgim arttı. Dışlandıklarına göre onlarda "rahatsız edici" bir şeyler bulunmalıydı. Üçünü harmanlayıp hocamı takibe aldığımda 1930'ların Almanyası'ndan, adı kendi ülkesinde bile doğru düzgün duyulmamış biriyle akademik çalışma yürüttüğünü ve ondan etkilendiğini öğrendim. Üstelik bu Alman hoca, ders notlarında "psikoloji ve sosyolojinin, insan benliğine zararlı olabileceğini, kendisini ve içinde bulunduğu toplumu didiklemenin kişiyi hedefinden saptırabileceğini" yazmıştı. Kendince büyük bir doktrin üretiyordu besbelli!

Avrupa ve Amerika'da 1960'lara kadar çoğunlukla üvey evlat muamelesi gören sosyoloji ve özellikle psikoloji, o tarihten sonra kendilerini tu kaka edenlerin kapısını aşındırdığı alanlar haline gelecekti.

Milner, 1926'dan başlayarak kendini tanıma sürecine girer ve düşüncelerle nesneleri birbirinden ayırmaya dümen kırar: göründüğü gibi olanın ötesine gitmeyi ister. Kelimeleri cümlelere çevirir ve elini nesnelere sürüp hissettiklerini anlamaya uğraşarak bunları defterinde kayıt altına alır.

Psikoloji ve psikanalizdeki ışığı önceden görenler vardı elbette ama hemen hepsi sesini duyurmada güçlük çekti. Bunlardan en ünlüleri Piaget ve Jung'du. Aynı ekolden başka bir isim daha anılıyordu: Marion Milner. 1926'dan itibaren tuttuğu günlüğü kitaplaştığında yıl 1934'tü. Psikoloji ve psikanaliz uzmanlığına edebiyat merakını da ekleyince bu alanda parmakla gösterilenlerin başında yer aldı. Kendine Ait Bir Hayat da bunun en önemli ürünüydü.

"Lafolojinin" dik âlâsı

Milner'ın hayatı boyunca peşinden gittiği şey, gündelik ya da sıradan olanla hesaplaşmaktı. Bu nedenle salt akıldan değil, onunla birlikte, belki biraz da fazla duygulardan yana zar attı. Kısacası, kendisinin de dediği gibi bir deneye girişti; onu, nelerin hangi koşullarda mutlu ettiğini kâğıda döktü. Anlayacağınız, "lafolojinin" dik âlâsını yaptı.

Kendine Ait Bir Hayat, henüz herkesin tam anlamıyla bir başkası gibi davranıp yorulmadığı günlere denk gelen bir kitap. Bu yüzden Milner'ın tarifleri de anlatımı da yer yer "basit" görünebilir. Fakat ben buna sade demeyi tercih ediyorum. Sadeliğin zorluğu, Milner'la bir kez daha ortaya çıkıyor.

Milner, kitapla ilgili "mutlu olmanın yollarını bulma rehberi değil" uyarısı yaparken mevzunun, şahsi bir irdeleme ve "Neleri seviyorum?" sorusuna samimi yanıtlardan ibaret olduğunun altını çiziyor. Öğretilen ve "doğru" denilen her şeyden süphe edip içinin sesini dinliyor. Dolayısıyla hisler bir parça öne geçiyor. Bilginin belli noktalara kadar iş gördüğünü, insanı besleyen edebiyat, sanat ve doğa gibi başka kaynakların da bulunduğunu; onların her adımda hepimize fark etsek de etmesek de yardımının dokunduğunu söylüyor. Milner'ın şüpheyle yola çıkıp kendini dinlemeye koyulduğu yerde karşılaştığı çelişki aslında hepimizi ilgilendiriyor: Bilmek mi yaşamak mı? Aradaki denge nasıl sağlanmalı? Böylece, kendine sorduğu bu sorularla onu mutlu kılacak ilk basamağa ulaşıyor: Aklı dar odağından çıkarıp hislere güvenmek.

Az önce bahsettiğim, şürekâsı tarafından "üstad" diye anılan hoca, hislerin veya duyguların "kör tapa" olduğunu büyük bir gururla savunan makaleler de kaleme almış 1930'larda. Ancak Milner, kendi döneminde benzerlerinin bolca bulunduğu bu gibi örneklere inat yalnızca akılla gidilecek yolun körleştirici etkisinden bahsediyor. "Yolculuğu gözden geçirme" dediği kendine özgü psikanalitik yöntemle o karanlık noktalara giriyor. Bu sayede fizyolojiden felsefeye, oradan edebiyata uzanan ilginç bir yay çizip nesnel akıldan öte, öznel sezginin sularına açılıyor. Bu gezintiyle Milner'ın amacı, bakılanın ardını görebilmek; öncelikle kendini sonra da etrafını saran dünyayı değiştirebilmek.

Teoriler yaşam tarafından yutulabilir

Milner, kendini ölçüp biçiyor ama derdi bir yandan da kendi üstüne kapaklanmayı unutmak. Konuyu tersten alırsak hedefi "yaşamayı hissetmek." Herhangi bir kitabı okurken yazarın kafasında dolaşmak gibi bir şey bu. Kıssadan hisse: "Başkalarının bakış açısını anlayabilmek ve duygularını paylaşabilmek."

Psikoloji öğrenimi görüp burada uzmanlaşan ve deneyimlerini kitaplaştıranlardaki ortak taraf, kendilerinde aksayan ya da tamamlanmamış yanları okurla paylaşmaları. Milner'ın önce günlük olarak kaleme aldığı ardından kitaba dönüşen Kendine Ait Bir Hayat'ı da bu minvalde. Zaten kendisi düştüğü notlarda bunu açıkça dile getiriyor.

Milner'ın bir başka keşfi, teorilerin yaşam tarafından kolayca yutulabileceğine ilişkin. Gündelik hayatın kaosundan doğan belirsizlik, her şeyi kesin çizgilerle ayırmayı, bölmeyi ve sınıflandırmayı hedefleyen görüşlerin belini bükebiliyor.

Milner, mutluluğu nasıl yakalayacağını araştırırken elde ettiği veri önemli: Gerilimden ve her şeyi bilme "zorunluluğundan" kurtularak ilgilerini genişletip kendi deneyimine uzaktan bakabilmek. Buradan hareketle "duygu değiş tokuşu" dediği yeni bir keşfe yürüyor Milner. Bir anlamda "öteki"nin alanına sızıyor.

Milner için günlük tutmanın kendi zihninde ve daha çok duygularıyla ilgili keşfe çıkmak olduğunu anlıyoruz. Adeta bir yazar edasıyla kendini, yarattığı kitabın içine atıyor. Bir gün çok hoşuna giden bir şeyin yerini ertesi gün hiç fark etmediği ve aslında hep önünde duran başka bir şeyin aldığını görüyoruz. Huizinga'nın "oynayan insan" (homo ludens) tanımı, Milner'da şekil değiştiriyor ve o, notları aracılığıyla kendiyle oynuyor. Bu oyun sırasında, kendiyle ilgili yeni bir şey yakalıyor ve "şeylerin kanunlarına dair deneyim sahibi olmak; onlara maruz kalmak" istediğini söylüyor. Bu arzuyu "bir şeyin önemini hissetmek" biçiminde adlandırıyor. Örneğin "kendin ol" buyruğunun. Fakat burada yılların tortusu Milner'ı yine ikilemde bırakıyor: "İnsanlar 'Ne pahasına olursa olsun kendin ol' diyordu. Ama insanın kendisinin ne olduğunu bilmesinin o kadar da kolay olmadığını anlamıştım. Başka insanların istediği şeyleri istemek, sonra da bunun kendi tercihin olduğunu zannetmek çok daha kolaydı." Anlamsızca ve büyük bir ihtirasla ortaya konan beklentinin, "kendin ol" çağrısını da dünyayı algılamayı da engellediğini anlayan Milner, düşüncenin körlüğünü aşmaya yönelir.

Biseksüel bir benlik

Milner, 1926'dan başlayarak kendini tanıma sürecine girer ve düşüncelerle nesneleri birbirinden ayırmaya dümen kırar: göründüğü gibi olanın ötesine gitmeyi ister. Kelimeleri cümlelere çevirir ve elini nesnelere sürüp hissettiklerini anlamaya uğraşarak bunları defterinde kayıt altına alır. Bu deneysel zamanlarını "avarelik dönemi" olarak adlandırır; filozof selamlaşmasında olduğu gibi: "Kendini tanıyacak zamanın ola." Anlayacağınız, Milner'da gündüz düşlerinin yerini gece uykusu alır. Zihninin ona oynadığı oyunlara karşılık tadını çıkarmaya ve deneyimlemeye uğraştığı yaşam gelir.

Milner, mutluluğu nasıl yakalayacağını araştırırken elde ettiği veri önemli: Gerilimden ve her şeyi bilme "zorunluluğundan" kurtularak ilgilerini genişletip kendi deneyimine uzaktan bakabilmek. Buradan hareketle "duygu değiş tokuşu" dediği yeni bir keşfe yürüyor Milner. Bir anlamda "öteki"nin alanına sızıyor. Yazarın düsturu, kitaplar ve teoriden çok birebir ilişkiyle hayatı öğrenme: Rasgele edinilen teamüller ve yanlış anlaşılan ideallerin yarattığı çelişkiden doğan kör alışkanlıkların insafına kalma hali yerine kendi yaşama kurallarını geliştirmek. Bugünün kişisel gelişim zırvalığının kabuğunu çatlatacak, kişisel görü denebilecek bir mecra Milner'ınki.

Yolculuğunu tamamlamak üzereyken Milner, bilincinin çektiği acıyı da kavrar. Yani saadet içinde kaybolmaktan ziyade, zihninin kıvrımlarında dolaşan uyuşukluğu hisseder; tıpkı Aziz Augustinus ve Kierkegaard gibi. Mutluluk arayışının böylesine zorlu, içinde acı barındıran ama rahatlatıcı bir eylem olduğunu da anlar. İşte Weininger'de ve D.H. Lawrence'ta rastladığımız, Milner'ın "dişi tavır" dediği şey tam da buna karşılık geliyor.

Milner, aklı yok etmeyen ve duyguları pas geçmeyen bir yapıdan söz ediyor. Buna, her iki tarafa da çalışan "biseksüel benlik" diyerek bir çerçeve çiziyor. Kendine Ait Bir Hayat'ta, Blake'in şiirinde dediği gibi "acı ve neşe için yapılan insanı" kendinden hareketle; kendi aptallığını cesaretle keşfederek anlamaya çabalıyor. Mesele bu.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X