ISBN13 978-975-342-573-5
13x19,5 cm, 416 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Solo, 2011
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Yankı Enki, "Son çaremiz edebiyat", Cumhuriyet Kitap Eki, 23 Temmuz 2015

Rana Dasgupta'nın kaleme aldığı Tokyo Uçuşu İptal, sadece havaalanında sıkışıp kalan yolcuların yaşadığını değil, dünyanın geri kalanının da içinde bulunduğu kaosu, felaketi, yıkımı ve çöküşü anlatan; hem bireyin hem de toplumun tekinsiz öyküsünü dillendiren bir kitap.

Başlığında bir eksiğin, bir krizin, işlerin yolunda gitmediğinin işaretini veren Tokyo Uçuşu İptal, “Ortalığa kaos hâkimdi” diye başlıyor. Hint asıllı Britanyalı yazar Rana Dasgupta, romanın arka planını henüz ilk sayfadan yansıtıyor. Şiddetli kar fırtınası nedeniyle Tokyo’ya inemeyen bir uçağın on üç yolcusu, geceyi meçhul bir havaalanında geçirmek zorunda kalıyor. Ancak burası, fantastik unsurlarla dolu romanlardan fırlamışçasına tekinsiz ve müphem bir bölge. “İki dünya, herhangi iki yer arasında gizli bir tünele benzeyen bir mekânda” kalıyor yolcular. Geldikleri yerle varmak istedikleri yer arasında sıkışıp kalan ve yazarın çok iyi yansıttığı gibi modern hayatın temposuna kapılmış yaşamları için büyük bir gecikme ve katlanılmaz bir ertelemeyle yüzleşen yolcuların geceyi geçirmek için sığınacakları bir otel yok; onlar da hem ilk hem de son çareleri olan edebiyata sığınıp birbirlerine hikâye anlatmaya başlıyor.

Yolcu hikâyede gerek

Genellikle fantastik edebiyat deyince “yolculuk hikâyesi” klişesini kullanırız ama roman bu klişenin yerine, Boccaccio’nun Decameron’u ve Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’nden de ilham alarak olsa gerek, başka bir kavram öneriyor bize: “Yolcu hikâyesi.” Böylece ünlü “yolcu yolunda gerek” deyiminin yerine “yolcu hikâyede gerek” geliyor adeta.

“Aramızda anlatacak bir hikâye bilen var mı acaba?” sorusuyla başlayan on üç hikâyelik serüven, edebiyatın insana hakikati sunan o derin, ciddi, felsefi tarafıyla, sadece oyalayan ya da iyi vakit geçirten hafif tarafının biraradalığını da düşündürüyor. Bu bağlamda roman, edebiyatın doğası üzerine eğilen ve bunu ağırlıklı olarak fantastik edebiyatın unsurları, olayları ve karakterleriyle yapan bir eser. Yazar böylece 21. yüzyılın insanına, kar fırtınasının, yani bir doğa olayının, adına kültür dediğimiz her şeyi altüst etmesi karşısındaki son kalenin edebiyat olduğunu ama diğer yandan, oyalanmak için de aklımıza ilk gelen şeyin hikâye anlatmak olduğunu hatırlatıyor. “Herkesin bildiği bir hikâye vardır elbet!.. Sırf her gün evden işe nasıl gittiğinizi anlatsanız, bana en güzel masal gibi gelir! Hatta efsane gibi!” İşte böylece edebiyat ve mitoloji kaynaşıyor ve kahramanın sonsuz ve fantastik yolculuğu da başlamış oluyor.

Her ne kadar akla ilk gelen ilham kaynakları Boccaccio ve Chaucer olsa da Dasgupta’nın eserinde Murakami gibi çağdaş bir yazarın ya da Papini gibi bir ustanın da tadını almak mümkün. Fantastik edebiyatın, büyülü gerçekçiliğin, bilimkurgunun, ironik ve absürt kara mizah eserlerinin de lezzeti bulunuyor bu metinlerde. Kitabı tanımlarken “roman” olduğunu söylediğimiz ama içeriğinden bahsederken hikâyelerden oluştuğunu gördüğümüz bu eser, alışılageldik bir roman değil bu bağlamda. Belki de hikâye anlatıcılığı üzerine bir roman olduğunu söylemek gerekiyor.

On üç hikâyenin her birini farklı bir yolcunun ağzından dinliyoruz ve okurken ilk hissettiğimiz şeylerden biri, sanki her parçanın ayrı bir yazar tarafından yazılmışçasına farklı olması. Metinler arasında yer yer benzer unsurlar kullanılıyor ama herkesin hikâyesinin farklı olması, her bireyden ayrı bir efsane ya da masal çıkması, yazar Dasgupta’nın da varmak istediği bir sonuç herhalde. Kimi hikâyeler yumuşak ve duygusalken kimisi oldukça sert, sıra dışı ve hayal gücünün sınırsızlığını resmediyor.

"Benim geldiğim yol senin haritanda yoktur!"

Her hikâye farklı bir coğrafyaya götürüyor bizi. Polonya’dan Almanya’ya, İngiltere’den Hindistan’a, ABD’den Fransa’ya kadar uzanan bu edebi coğrafyadaki duraklardan biri de Türkiye, hem de iki farklı hikâyede birden çıkıyor karşımıza bu tanıdık topraklar. Örneğin “Frankfurtlu Haritacının Evi” başlıklı hikâyede, dünyayla ilgili her türlü bilgiyi toplayıp dijital bir veritabanı oluşturmak isteyen, kısacası dünyanın bugüne kadar görülmemiş bir haritasını çıkarma peşinde olan Alman bir haritacının yolu Anadolu’ya düşüyor. Böylesi rasyonel bir Avrupalı kahraman, kendini biraz küstahça yaklaştığı Anadolu coğrafyasında bulunca bu toprakların bir Avrupalının o haritacı zihniyetinin sınırlarına sığmadığını çok iyi gösteriyor yazar. Artık rasyonalizm bitiyor, gizemli ve fantastik bir dünyanın haritasını çıkarmak zorunda olduğunu görüyor kahramanımız. Almanya’ya kaçsa da peşini bırakmayacak bir lanet, bir Türk kızı onu izlemeye, daha doğrusu ona musallat olmaya devam ediyor. “Benim geldiğim yol senin haritanda yoktur!” diyor bu hayaletimsi kahraman ve bu noktadan sonra tamamen fantastik bir hikâye okuyoruz.

“İstanbul’da Randevu” başlıklı hikâye ise kitaptaki birçok parça gibi kadın-erkek ilişkisi üzerine eğiliyor; hatta tıpkı “Frankfurtlu Haritacının Evi”nde olduğu gibi farklı coğrafyaların insanları arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Bu kez tekinsiz unsurlardan ziyade daha masalsı ve hafif bir hikâye çıkıyor karşımıza. İstanbul da bu metinde arka plan görevi görüyor.

Hâlâ gotik kuleler dikmeye devam ediyoruz

Bu kitabın ilk bakışta sinyallerini vermediği ama metinler ilerledikçe fark ettirdiği hazine ise, fantezi, korku ve hatta bilimkurgu okurlarını kucaklayan hikâyeler. Bu metinlerde yazarın üslubu ve içeriği bazen Ray Bradbury’ye bazen de Ursula K. Le Guin’e yaklaşıyor. Kitabın bu bağlamda en çok öne çıkan metni, insan gibi görünen varlıkların anlatıldığı, hikâye anlatıcılığı ve uygar insanın ölümsüzlük sorunsalı arasındaki derin bağların kurulduğu, doğa-kültür çatışmasına postmodern çözümlerin önerildiği “Dönüşken” adlı hikâye. Bu parçaya paralel diğer hikâye ise “Milyarderin Uykusu” başlığını taşıyor. Bu iki metin özellikle kitabın diğer parçalarından ayrılıyor ve köklerini gotik edebiyata kadar uzatabileceğimiz unsurlara sahip; hatta bir türe dahil etmek istersek “eko-gotik” diyebiliriz. Geçtiğimiz aylarda yurtdışında yayımlanan ve çevre felaketi ile insan felaketi arasındaki kesişimi anlatan, doğayı ve çevreciliği bir korku unsuru olarak ele alan Jordskott adlı diziyi izleyenler varsa bu iki öyküyü kesinlikle okumalı ve günümüzde “eko-gotik” dediğimiz meselenin derinliklerine tanıklık etmeli. “Günümüzde gotik edebiyat mümkün mü?” sorusuna cevap olacak birçok unsuru barındıran bu iki hikâye, içimizdeki canavar ve dışımızdaki korku arasındaki köprüleri kurup örneğin kentsel dönüşüm gibi bir çevre felaketini, Kafkaesk bir şekilde, içimizdeki dönüşümle paralel bir biçimde anlatmayı başarıyor. Hâlâ gotik kuleler dikmeye devam ediyoruz ve o kulelerin içinde tekinsizlik var olmaya devam ediyor; işte bunun altını çiziyor Dasgupta.

“Oyuncak Bebek” ise aslında farklı bir Frankenstein öyküsü anlatan, çılgın bilim adamının yerine çılgın işadamı figürünün geçtiği bir bilimkurgu hikâyesi. Bu metinde de premodern dediğimiz şeyin nasıl olup da postmoderne dönüştüğünü kurcalıyor yazar. Bir yanıyla ekolojik bir öykü, diğer yandan da bir aşk öyküsü olarak okunabilir bu parça, tıpkı kitaptaki çoğu hikâye gibi.

Görüldüğü gibi sadece havaalanında sıkışıp kalan yolcuların yaşadığını değil, dünyanın geri kalanının da içinde bulunduğu kaosu, felaketi, yıkımı ve çöküşü anlatan; hem bireyin hem de toplumun tekinsiz öyküsünü dillendiren bir kitap bu. “Ortalığa kaos hâkimdi” diye başlamıştı roman; “insana da edebiyat…” diye bitirebiliriz biz de.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X