Dilara Ulu, "Bir kaybın ardından: Annem", K24, 17 Temmuz 2025
Miray Çakıroğlu’nun Metis Yayınları aracılığıyla Nisan 2025’te okurlarıyla buluşan Annem kitabı bir yas anlatısı. Beklenmedik bir kaybın ardından geride kalanlar için devam eden hayatın seyrinden bir pencere. Bu pencere Miray Hanım’a açılıyor. Kitap boyunca Miray Hanım’ın hayatının akışının –belki kimi zaman akmadığı zamanların– bir kısmına şahit oluyoruz. Zaman zaman da zihnimizde beliren kendi hikâyelerimizle bizler de sürecin bir parçası oluyoruz.
Annemi Kasım’da kaybettim. Sokağa çıkma yasaklarının tekrar getirildiği ilk hafta sonu, sokağa çıkmanın yasak olduğu cumartesiyi, yine sokağa çıkmanın yasak olduğu pazar gününe bağlayan gece, geride balkonda ortaya doğru çekilmiş bir kütük ve kopmuş bir çamaşır ipi bırakarak. Devam ettiğim terapide bunu bir anksiyete intiharı olarak adlandırdık. Yani annem evden çıkmak istemiş. (s. 11)
Bu denli gerçek ve içten anlatısıyla Annem, üzerine söz söylemesi çok zor kitaplardan. O yüzden kelimelerime dikkat edeceğimin sözünü şimdiden vermek isterim. Fakat sürçülisan edersem Miray Hanım’dan ve sizlerden şimdiden özür dilerim. Bu kadar zor bir sürecin nostaljiye ve isyana kaçmadan bir anlatıya dönüşebilmesi beni çok etkiledi ve kitapla kısa sürede bir bağ kurmamı sağladı. Ve bana göre metindeki nostaljiden ve isyandan arınmış dil, kitabın iyileştirici yönünü açık ediyor. Kaybedilen kişiyle birlikte bir şekilde yaşamaya devam etmenin yollarını görünür kılıyor.
Miray Çakıroğlu’nun kalemi üzerine düşünürken not aldığım cümlelerin birçoğunda “usul usul” ikilemesini kullanmışım: “Kitap usul usul beni içine çekti.” “Kitabın ölümle sizi usul usul yüzleştiren bir tarafı var.” “Kitaplığını düzenlemesi, usul usul.” Yani Miray Hanım belli etmeksizin, ağır ağır, yavaş yavaş, usulcacık kuruyor yas sürecinin anlatısını ve aynı şekilde içinize işliyor, beklenmedik bir hissinize dokunuyor. Yasla birlikte ev, evde olmak, evden uzakta olmak ve bir kaybın ardından dönüşen ev üzerine düşünmeye başlıyoruz:
Ben şimdi uzun bir süre İzmir’de kalacağım. Annem orada değilken ne anlamı var? Evde olduğum günlerde başka bir şey yapmak hissiyle uyanmıyorum. Evin kendi işleyişi var. Kahvaltı etmek, evdekilerle konuşmak, kimin ne gündemi varsa onu konuşmak, sonra evin işlerini yapmak, gün kendi kendine böyle geçiyor. Ben bu akışa ait hissederdim, başka bir şey yapıyor olmam gerekmedi. (s. 20)
Annem bir günlük gibi işliyor önce, kronolojik bir zamanda. Fakat ritmi bozuk; zaman zaman rüyalarla genişleyen bir anlatı. Sonra bu anlatı zamandan tamamen kopuyor. Bizi daha da yakına davet ediyor ve birlikte hem bugüne hem de geçmişe bakmaya başlıyoruz. Önce Miray Çakıroğlu kendisine ve annesine bir yer arıyor, “Tavan Arasındaki Deli Kadınlar”ın arasında, Woolf, Brontë ve Shelly ile birlikte:
Evi toplarken hem kendi hapisliğimi hem de annemin ömrüne atfettiğim hapisliği anlamaya çalışıyorum. Ne de olsa, annem çıkmak istemiş. (s. 67)
Bu sırada Miray Çakıroğlu annesinin tüm eşyalarını büyük bir titizlikle elden geçiriyor. Sıra evdeki kitaplığına gelince başka bir diyalog başlıyor Miray Hanım ve annesi arasında. Bu diyalog bazen annesi için aldığı bir kitapla, bazen annesinin bir kitap arasına sıkıştırdığı bir notla, bazense bir dua çetelesi ya da kâğıt kese gibi annesinin kitaplığa eklediği farklı nesnelerle kuruluyor.[*]
Fotoğraflara bakmak
“Fotoğraf Albümleri” bölümünde, kitabın başlarında okuduğum şu cümleye yeniden dönme ihtiyacı duydum:
Benim çektiğim fotoğraflarda içten güldüğünü düşünüyorum ama ben şimdi fotoğraflarını paylaşmıyorum. Şimdi artık ölmüş biri olarak görüneceksin, halbuki bu fotoğraflardaki halinin şimdi ölmüş olmanla ya da nasıl öldüğünle ilgisi yok. (s. 41)
Bu cümle bana babaannemin ölümünden sonra baktığım ya da bakamadığım fotoğrafları düşündürdü. Babaannemin ölümünden sonra gardırobunu boşaltırken, onun geçmişine dair bulduğumuz fotoğrafları ilk gördüğüm andan itibaren hemencecik sarıp sarmaladım. Defalarca elime aldığım bu fotoğraflara her seferinde daha yakından bakıyorum. Fakat ne zaman babaannemin telefonumdaki fotoğraflarına, yani benim, annemin, amcalarımın ya da kuzenlerimin çektiği fotoğraflara denk gelsem, kendimi çabucak ekranı kaydırırken ya da kapatırken buluyorum. Sanırım bunun nedeni fotoğrafın çekildiği anlara yakından ya da uzaktan tanıklık etmiş olmam. Bu cümleleri okuduktan sonra daha iyi anlamaya başladım. Telefonumda kayıtlı o anları geride bırakmak, babaannemle ölümü yan yana getirmek istemiyordum.
Miray Çakıroğlu, “Siyah Telefon” bölümünde annesine sorma imkânı bulamadığı soruları konu alıyor. Birinin ardından akılda kalan cevapsız soruları, “keşke bunu da sorsaydım” anlarını ve bunların yarattığı hissin ortaklığını düşündürüyor. Bu bölüm beni babaannemin ölümünün ardından gün yüzüne çıkan fotoğraflarına bakarken dediğim keşkelere götürdü: “Keşke babaannem yaşıyorken bu fotoğrafları bulsaydık.” “Keşke babaannem şimdi burada olsaydı da bu fotoğrafı bana anlatsaydı.” Sonra ister istemez kendimi bu hikâyelerin peşine düşmüşken buldum. Fotoğrafları babamdan, amcamlardan ve diğer fotoğraflardan öğrenmeye, anlamaya çalışırken. Şimdi babaanneme sormak istediğim soruları bir kez daha düşününce, bana öyle geliyor ki, cevabını tam olarak bilmediğim tüm bu sorular, onların yarattığı tüm boşluklar bana bir alan açıyor. Ve bu bilinmezliğin yarattığı olasılıklarla hikâyeleri yeniden, yeniden inşa edebilmek belki de babaannemle hâlâ iletişimde olmamın bir yolu.
* Miray Çakıroğlu’nun kitaplığına yakından bakmak isterseniz.