Niyazi Zorlu:
"Biz yazarken, yapayalnızdık"
Emine Bora, Virgül, Aralık 1998
İzmir'in yoksullarını, dışlanmışlarını, şehrin ışıklarının kıyısında yaşayanları anlatıyorsunuz. Bunun Latife Tekin'in, Metin Kaçan'ın kitaplarını akla getirdiğini söylemek herhalde sizin için de sürpriz sayılmaz. Özellikle şehrin dedikoduları, efsaneleri, hurafeleri biraz Latife Tekin'in tarzını andırıyor. Sizce bu çok mu kolaycı bir benzetme olur?

Şehir İçi Öyküleri'nde şehrin kıyısını ve aynı zamanda tam göbeğini anlatıyorum. Şehrin yoksulları, uzunca bir süredir, artık şehrin tam da göbeğindeyken dışarıya itiliyorlar. Şehrin karnına hapsedilmişler, hazmedilmeye, haklanmaya çalışıyorlar. İnsanlar şehirlerin göbeğinde hem gece hem de güpegündüz "ölümü gör"üyorlar. Hiç acelesi olmayan gri bir yama gibi serili kalıyorlar sokakların üzerinde ve ben onlara her baktığımda dilimi şiir arısı sokuyor, konuşamıyorum. Metin Kaçan'ın anlattığı yerlere bir baksanıza. Metin Kaçan ve Latife Tekin, benzer gecelerde ve yokuşlarda dolandığımıza inandığım yazarlar. Bunlara İlhami Bekir Tez'i, Emine Sevgi Özdamar'ı, Ece Ayhan'ı da katabilirsiniz. Hepimiz korkunç bir olayın ayakta kalmış birkaç görgü tanığından biri gibiyiz; kimse inanmıyor bize, kimse dil'imizden anlamıyor... "Kâbus görmüş olmalısın!" diyorlar... Hoffman'ı nasıl kıskanıyoruz ama, korkuyla yazarken, onu dindirecek bir karısı olduğu için... Biz yazarken, yapayalnızdık.

Kitapta hem bir sıkışmışlık duygusu hem de bunun açıkça dile getirilmeyen çaresi var. Aslında bir “çare” sayılamayacak çareler bulmuş yoksullar: Küfürden, olur olmaz efelenmeden, diklenmeden, kendilerine ve benzerlerine uyguladıkları şiddetten oluşan bir aldırışsızlık, umursamazlık da var hayata karşı. Kitabın dilinde de var sanki bu. İroni ve hüzün, kayıtsızlık ve neşesizlik, gülsem mi ağlasam mı duygusu iç içe...

"Çare"den ne kastettiğinizi anlayamadım doğrusu. Sonuçta öykünün alanındayız ve yazın'dan çare beklenen günlerin geride kaldığını sanıyordum ben. Kitaptaki kahramanlar çaresizlik içindeyse, gerçek yaşamda da öyle oldukları içindir. Onlar olsa olsa, baş yana yatırılarak görülebilecek bir şiire sığınabilirler. Çocuklar çıkmaz bir sokağı ancak üst mahallelerden birinde görüldüğü haykırılan bir Şahmeran'ın peşine düşerek yarabilirler. Burada çocuklar kanepe altlarına, bodrumlara, karabasanlara kilitleyerek koruyabilirler kendilerini. Çünkü öyle!

Yarattığı efsaneler ile mahallenin delisi Piç Mahmut kitabın, bana kalırsa, tek "kahraman"ı. Kitaptaki “olumlanabilecek” neredeyse tek kişi olan Piç Mahmut, neden hep çatılarda geziyor? Yoksa ayağının (hayatının) her an kayabileceğini, aşağıya uçabileceğini mi ima ediyorsunuz?

Ben bir yazın yapıtını değerlendirirken, olumlanabilecek-olumlanamayacak kişiler ölçütünü kullanmıyorum. Yapıtın değerlendirilmesinde tek ölçü dil'dir bana göre. Elbette, tek başına dil, bir yapıtı açıklamaya yetmeyebilir. Bu kitapta yapmaya çalıştığım gibi, kullanılan dilin anlatılana "cuk oturması" gerekir. Belki tam da burada Latife Tekin'in kullandığı pılı pırtık dile geri dönüp şöyle bir hafızamızı tazelemek gerekiyor. Emine Sevgi Özdamar'ın "deli kız çeyizi"ni eşelemek gerekiyor. Ece Ayhan'ın altın çağı'ndaki şiirlerine göz atmak gerekiyor. Çok şey yapmak gerekiyor iyi ki! Ondan sonra Piç Mahmut'un neden çatılarda gezindiği, neden hayatını çatılarda çattığı anlaşılabilir.

Anne kitapta çok baskın bir figür. Fakir çocuklar birbirlerine çok benzemiyorlar, ama anneler hep birbirlerinin aynı gibi. Kendi hayatları üzerindeki kontrolü kaybettikleri gibi, bir de çocuklarının hayatı üzerinde hiçbir kontrolleri kalmadığını farketmenin hırçınlığı ve kaygısı var üzerlerinde.

Anne her yerde anne işte! Ben bu kitabı anneme ithaf ettim. Onun mavi gözlerine, ılık kucağına adadım. Beni bağışlasın istedim, ahrette iki elini yakamdan kalbime indirsin. Çünkü bu kitapta görüleceği gibi onun dilini o kadar kendi dilimmiş gibi gösterdim ki!

Uşaklıgil'e ithaf edilen “Kuşlar”, diğer bölümlerden biraz farklı; zengin sınıfı anlatıyor. Ama atmosfer daha temiz ya da 'steril' sayılmaz. Yoksa bütün ailelerin, yoksul-zengin fark etmez, damarları iltihaplı mı?

Beni Halit Ziya'ya sevgili Bilge Karasu gönderdi. İyi ki de göndermiş. “Kuşlar” öyküsü, Halit Ziya'nın Kırk Yıl adlı anı kitabından yararlanılarak oluşturuldu. Sanırım dikkatinizi çekmemiş ama öykülerin en başında italik bir evden söz edilir ve kitap da o evde sonlanır. Kitaptaki çocuğun kâbuslarına giren bir evdir bu, çevresindeki evlerle hiçbir bağıntısı olmayan, nasıl yapıldığı ve kimin yaptığı/yaptırdığı bilinmeyen. Böylesine devasa bir eve yerleştirebileceğim kişiler üst sınıftan insanlar olabilirdi ancak ve tam da burada Halit Ziya imdadıma yetişti. Atmosfere gelince, ne ben ne de kitaptaki öyküler steril ortamları seviyoruz.

Şehir İçi Öyküleri genel olarak çocuklukla hesaplaşmak, yüzleşmek amacıyla yazılmış sanki. Hatırlamak için değil de unutmak için yazılmış bir kitap sayılamaz mı?

Zaten anımsarsanız, kitabın en başında, bozkırdan gelip de benim Marika adını verdiğim kahramana bir şehri gezmenin başta gelen koşulu olarak "unutmayı" dayatıyordum. Ama zaten kitaplar unutulmak için yazılıp okunmazlar mı? Yine de unutmak için yazılmış bir kitap olup olmadığına okur karar verecek.
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X