Suzan Samancı:
"İnsanın gerçek varlığı pratiğidir"
Selen Tokcan, Birgün, Pazar Eki, 5 Aralık 2004
Suzan Samancı, uzun yıllardır Diyarbakır'da yaşayan bir öykü yazarı aslen. Yeni kitabı Korkunun Irmağında bir ilk roman olmasına rağmen dilinin akıcılığı ve verdiği bütünlük hissi ile okuru sürüklüyor. Dört ana karakter üzerinde yoğunlaşan hikaye, yazarın kendisini de bir anlatıcı olarak arasına alıp, Diyarbakır'ın acılı geçmişine rağmen ayakta kalan ince ve umut dolu insanlarını anlatıyor...

Kitap, “Kentlerde insanlar gibi yürüyüşlerinden tanınırlar” diye Robert Musil'den bir alıntıyla başlıyor... Diyarbakır'da yaşayan bir yazar olarak, kentinizin yürüyüşünü anlatır mısınız?

Kentleri anlamlı kılan insanlardır ve kentler de canlı organizmalardır; karakterleri, renkleri, duygu ve düşünceleri vardır. Kentler genel karakteristik özelliklerini geçmişlerinden alırlar, geçmiş bir nedense, gelecek de bir sonuçtur bir bakıma. Bu nedenle her insan yaşadığı yörenin ürünüdür. Şairimiz “Ağzı var dili yok Diyarbekir Kalesi” derken çok şey söylüyor aslında. Bilindik yürüyüşümüze hep set çekildi, 'rap rap' sesleriyle biz, biz olmaktan alıkonduk. Yürüyüşümüzde başkaldırıların, hüzünlerin, ağıtların yanı sıra dillendiremediğimiz acılarımız var. Her taşı sır küpü şehr-i Diyarbekir'in! Kimler geldi kimler geçti ve neler yaşandı; yaşanıyor? Tarihin derin ırmağı sürekli bir akış ve oluş içinde, bu ırmakta bir yerlere sıkıştırılmış olsak da, kendi şarkılarımızı söylemekten geri kalmadık. Kentlerin ve ülkelerin gözyaşlarını silmek onları anlamak ve onların yürüyüşlerine saygı duymakla başlar...

Korkunun Irmağında ilk romanınız... Romana geçmek zorladı mı sizi?

Edebiyata şiirle başlamıştım. Öykü yazarken de şiirle dansımı sürdürdüm. Aslında çok yanlış bir kanı var, ilkin şiirle başlanır diye... Şunu yazacağım diye bir savım olmadı hiç bir zaman. 'Kendi oluş'un içtenliğine ve özgünlüğüne inanırım. Metinler kısaldıkca zorlaşır, güçlü bir şair ve yetkin bir öykücü olmak daha zordur diye düşünüyorum. Koskoca dünyaları iki üç sayfaya sığdırmak kolay değil. En ufak bir sözcük fazlalığını kabullenmez şiir ve öykü, ama romanda bu savrukluğu yapabilirsiniz, yapılıyor da... Roman uzun soluklu bir çalışma olduğu için o karakterlerle yaşamak,onlarla çatışmak, onları taşımak farklı bir zorluğu getiriyor; bu zorluğu dayanılır kılan şey yazmaya olan sevda ve tutku elbette.

Kitap, anlatıcının dostları Dara, Kendal, Yekta ve Mizgin ile olan ilişkileri üzerinde yoğunlaşıyor... Politik duruşlarının yanı sıra, nasıl bir hayatı paylaştıkları, nasıl zorluklardan geçtikleri, içlerindeki çelişkiler anlatılıyor... İlişkiler çok sade ve içten. Böyle insanlar tanıdınız mı?

Sanat koşulsuz bir özgürlüğün ürünüdür. Sanatsal değerlendirmelerimizi estetik ölçütler çerçevesinde yapmak zorundayız, toplumsal değil. En büyük handikaplarımızdan biri sanatsal gelişim çizgisini oluşturan etmenlerin başında gerçeklikle kurduğu ilişkidir. Her yaratılan eser kendi gerçekliğini anlatır; bu nedenle de gerçekçidir. Bilindiği gibi gerçekliği olduğu gibi yazmak değil, gerçeklikten yola çıkarak imge dünyasının engin denizinde yolculuk yapıp, yasanılan gerçeklikle yeni bir dünya yaratıldığı ölçüde romanın ve öykünün oluşumundan söz edilebilir. Gerçeklik içsel ve dışsal dünyadaki her şeyi farklı algılayıp söylendiğinde yazının ve sözün büyüsü anlam kazanır. Bu nedenle yaşadığım gerçekliğin bana verdiklerinden yola çıktığım bir gerçek, ama böyle insanlar tanımadım; bu gerçeklikten firlayan karakterler gelip beni buldular. Anlatıcı, Yekta, Dara ve Kendal'i yazarken bunlar aslında bu savaşta savrulan, acı çeken, ölen herkestir; hatta yakıp yıkılan yerimiz ve yurdumuzdur...

Sıkı denetimden dolayı bir araya gelemeyen, polis tarafından gözaltına alınan, ağır işkencelerden geçen bu insanlar içlerinde hep bir umutla yaşıyorlar, yılmıyorlar ve birbirlerine her şeyden çok bağlılar...

Aynı yazgıyı paylaşmak ve acı çekmek birleştiricidir. Dikkat edilirse baskıların ve yasakların olduğu yerlerde kitle bir araya gelir, hatta illegalite oluşur. Bir şeye inanmak, bir amaç uğruna mücadele etmek insanda 'ben' olgusundan çok 'biz' olgusunu ön plana çıkarır ve yaratılan 'biz'de özgürlüğe ve güzel günlere olan inanç vardır; bu inaçta birleştirir, farklı bir dayanışmayı da getirir. Haklı oluşa olan inanç, bilinçle beslendiğinde güçlü pratikleri de doğurur. Bu anlamda Hegel'in dediği gibi, “İnsanın gerçek varlığı pratiğidir”. Bu dört arkadaşın birbirlerine olan bağlılıkları aynı yazgıyı paylaşıyor olmanın yanı sıra gerçekliklerine olan inançları, umutları ve sevdalarıdır.

Diyarbakır'da yaşamak sizi nasıl etkiliyor?

Yaşadığım kent bana varoluşumu sundu. Seksen sonrası hatta altmıştan sonra Türkiye'nin yaşadıkları ve yaşatılanlar hiçde iç açıcı değil, tarihe kara sayfalarla düşecek olayların hesabı nasıl verilecek? Diyarbakır'daki acıyı ve korkuyu bilfiil yaşadığımız için yazabiliyoruz, yaşayan bilir ancak denir ya; anlatmak değil yaşamak gerekir. Bilinçlaltımız kabarık, bu kabarıklığı giderecek ve bizleri rehabilite edecek önemli etmenlerin biri de sanat ve edebiyattır. İşte bu korkuyu romanımda işlemeye çalıştım.

Kitap, yazarın 'varoluş'un anlamına doğru yaptığı bir yolculuğu da anlatıyor bir yandan... Ve bu varoluş arayışı içerisinde, zaman zaman Kafka'nın Gregor Samsa'sını gören yazar, nasıl bir düşünce dünyası içerisinde?

Niteliksiz Adam'ın baş kişisi Ulrich'in sisteme yanıtı: Yozlaşma ve Niteliksiz Adam'a dönüşmenin yazgısıdır. 1870'ler de toplumsal yapılanmanın ve beraberinde getirdiği sarsıntı sonucunda yaşanan yabancılaşmanın sonucu değil miydi? Bu çatışmaları daha derinden yaşayanlar 'öteki'lerdi; bu yazarların eserlerine yansıyan özgün-ironik gerçeklik rastlantısal olmasa gerek. Gregor Samsa bir sabah uyandığında, kocaman bir böceğe dönüşmüş olarak bulur kendini ve çevreyi sorgulayışını, tepkilerini görürüz. 'Hamamböceği psikolojisi' aslında hiçliğe ve yabancılığa duyulan korkudur. Bu yokoluş değil de nedir? 'İlerlemeye inanmak, ilerlemenin olduğuna inanmak degildir' diyen Kafka'dan hareketle 'Barışa ve adalete inanmak, barışın ve adaletin olduğuna inanmak degildir' denebilir...
Okuyabileceğiniz diğer Suzan Samancı söyleşileri
▪ "Bir şeye inanmak her şeydir"
Vecdi Erbay, Zana Kaya, Gündem, 26 Ocak 2005
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X