Birhan Keskin:
"Her şey tüccarların elinde"
Figen Şakacı, Radikal Kitap Eki, 9 Nisan 2010
Soğuk Kazı, arkadaşlığa bilhassa da şahsıma ithaf edilmeseydi, bu söyleşinin başında cesaret edebilir miydim ondan bahsetmeye emin değilim. Ama bir şairle arkadaş olmanın, arkadaşlığın tüm yan anlamlarını da içeren, bütünleyen, ‘artık bana bir şey olmaz’ dedirten bir yanı var. Şöyle söylemek daha doğru olur belki; o bir martının kanadına hayretle bakarken, kırmızılanan sardunyanın başını beklerken, ‘yalan dünya, pıtraklı memleket’in yoksunluğuna içerlerken yaşamak için gösterdiği gayrete omuz vermek Birhan’la arkadaşlığımızın amentüsüdür.
Bize birlikte yürümeyi öğreten Y’ol kitabı çıkmazdan evvel bir akşamüstü masama misafir olduğunda, uzun suskunluğunu üstüme vazifeymiş gibi dağıtmaya kalkmış hatta bir adım daha ileri gidip, elimle başını tutmuş, içindeki sıkıntıyı söküp almaya çalışmıştım. O, bu ‘densiz kadının’ ne yaptığını anlamaya bile kalkışmadan, sadece başını değil, nerdeyse gövdesini avcuma bıraktığında, çoktan arkadaş olmuştuk bile. Belki de arkadaşlık, tam da böyle bir ‘henüz olmamışlarla’ başlamalı, dışarda ‘artık her şey tüccarların elindeyken’ birbirine bilmeden sığınmakla, önce kimsesizliği bölüşmekle. Giderek küçülen dünyamızın şu huysuz ve kekre zamanlarında arkadaşlıktan başka gidecek bir yerimiz yoktur belki de.

Soğuk Kazı, sekizinci kitabın ama bizim senle ikinci röportajımız... Hem en yakının hem de sadık bir okurun olarak soracağım her soru elbette nesnellikten nasibini pek alamayacak ama yine de yanından kalkıp karşına geçerek sorayım, Y’ol’dan bu yana geçen dört senede ne oldu da bu ‘yalan dünya, pıtraklı memleket’in yakasına yapışıverdin. Soğuk Kazı’nın tam da dünyaya hesap soran bir yanı var çünkü...

İlk röportajımızda biz seninle yeni yeni arkadaş olmuştuk. Sonrasını okur bilmez, ama uyaralım bilsinler, sonra biz seninle hacı-fışfış olduk. Ve şimdi bu söyleşiyi nasıl olacak da su koyvermeden yapacağız çok emin olamıyorum. Ama deneyelim. Ve başlayalım: Şairin meselesi, bilirsin, hayatla iç içedir, hayatla birlikte yürür. Fakirinki gibi. Asla düze çıkmayan bir yokuşu, sırtında takır takır bir kestane çuvalıyla tırmanmaktır da diyebiliriz buna. ‘Yalan dünya pıtraklı memleket’ sözü, ki nasıl da güzel anlatıyor dünyayı, bana aileden yadigar. Sanırım bu sözcüklerin içini duyacak yaşlara da erdim artık. Bu dünyanın yakasına yapıştığımı söylüyorsun ama, bence ben şimdilik sadece bir paçasına asılabildim henüz. İlerleyen zamanlarda yakasına da yapışırım, hatta belki kündeye de getiririm, kim bilir. (Yahu fışfışım seninle söyleşince benim de dilim ‘şakacı’ bir şey oluveriyor. Şükür ki, şiirleri yazarken yanımda yoksun!)

Buna sevineyim mi üzeleyim mi bilemedim şimdi... Dur hemen geçmeyelim bu ‘paçaya yapışma’ halini; Ba’da, Y’ol’da bizi alıştırdığın o keskin ses, bu kez daha aşkın bir yere doğru gidiyor. Olgunluk çağına mı girdin yoksa?

Başından beri kalkış noktası yeryüzü ve insan olan bir şiir yazdım ben. Ama bunun içinde örneklemim olan insan bendim, örneklemim olan serüven de kendiminkiydi. Bazıları buna otobiyografik bir şey olarak bakabilirler. Ama söz konusu olan şey şiirse, şiirde gerçek bir otobiyografi olmaz aslında, olsa olsa yansımalar görürüz. Şunu düşünürüm şiir söz konusu olduğunda: Şair kendine çok bağlı bir yaratıktır, ipi kendinden menkul. Bazıları buna egosantrik der. Ama işte bu kendine bağlılıktır ki, insan denen muammayı en içerden kurcalama şansı tanır. Böylece aslında şair bize insan denen şeyi en yakından anlatır. Bu kitap özelinde konuşursak, Soğuk Kazı’nın birinci bölümü de yine benim serüvenimin duraklarından biridir. Soğuma durağı diyelim ona. Dünyanın Katı Huyu adını verdiğim ikinci bölümde, evet, kendimden kalktığım pek söylenemez, dışarıya ait fotoğraflar var orada. Artık kırklı yaşlarının ikinci yarısına atlamış biri olarak muhtemeldir ki olgunlaşmışımdır da bir parça, ama şiirde genç kalayım isterim açıkçası.

Külliyatına baktığımız zaman her kitapta bir mesele çarpıyor insanın gözüne (yoksa kalbine mi demeli?) ve bir ana duygunun izleğinde yol alıyor şiirlerin... Hani nerdeyse derdine derman arar gibi yazıyor, yazdıkça o derdi de çoğaltıp, eğip büküyor ve herkesin kılıyorsun... Yanılıyor muyum?

İlk kitabım hariç, tüm kitaplarımın aslında benim deyişimle bir omurgası olmuştur. O omurganın ne olacağını, bazen önceden bilirim, bazen de deneyim, hayatın kendisi dayatır. Bu kitap, yani adından da anlaşılacağı üzere, bir soğuma-katılaşma halinin etrafında dönüyor. Özellikle ben kurmadım bunu. Ama nedense evet, bir kitabı şiirler toplamı olarak görmek istemem. O yüzden bir omurga biçerim kitaba. Hem kişisel serüvenim hem de içinden geçtiğim dünyanın hali benzer kavramlarla örtüşüyordu. Ben soğumak zorundaydım, bunu en iyi sen biliyorsun. İkincisi, dünya da belli ki hep kötü huyluydu ama zalimliğinin boyutunu bizler bu kadar net ilk bu yaşlarımızda gördük. Ben bir derdi herkesin kılmıyorum aslında, benim gördüklerimi zaten herkes görüyor, bu ‘dert’ zaten herkesin. Ama o az önce bahsettiğim mesele var ya; şair insan denen muammayı en yakından kurcalar diye. O işte, benim yaptığım da bu. İyi bir şair bu insan denen muammayı hayat denen serüveni kendi duyuşundan geçirip kristalize eder, bunu becerdiğindeyse o şiir artık herkesindir, herkesi anlatır. Şiirin gücü de budur zaten. Duyuş. Güçlü bir duyuş.

Son bölümde yer alan, ona üçüncü bölüm mü demeliyiz, bilemedim; ‘Soğuk Kazı’, “Faşizm önce iki insan arasında başlar” diyen Bachmann’ı yad ettirecek kadar sert, tekrarlarıyla insanı şaşırtan tuhaf bir metin...

Kitabın en son şiiri, kitaba adını da veren şiir, her iki bölümü de bir sonuca bağlayan şiir. Evet bir metin de diyebiliriz ona. Ama ben onu hem kitabın ana derdinin özeti, hem de insanlığın topluca fotoğrafa durduğu yer olarak görüyorum. İki kişi arasındaki mesele olarak okunması mümkün olsa da çoğul bir derdi var. İnsanoğlunun Babil kulesinden bugünkü kulelere değin aldığı bir arpa boyu yolu anlatıyor,hiç değişmeyen kadim meşrebimizi.

O herkese ait olan derdi açalım o halde biraz... İçimiz-dışımız soğudukça kabuğumuz da mı kalınlaştı, yalnızlığımız mı çoğaldı? Bireyin, bireyleşmenin, kişisel gelişim teranelerinin nerdeyse yeni bir din gibi pompalandığı bu çağda aslolan şey nerede kaldı, neyi boyuna unutup duruyoruz?

Bu çağa ait ‘kişisel gelişim’ mavrasını da, başka pek çok mavra gibi zerre kadar umursamıyorum. Bu çağda bizim önümüze konulanların hepsi ticaretten ibarettir. Kişisel gelişimi kim pazarlıyor? Tarihin belli zamanlarında yazılan/kazılan büyük bir miras vardır. Bunlar bu mirası kesip biçip oradan bir parça buradan bir parça kolajlayıp pazarlıyorlar. Bireyselliğin açmazlarına ya da fakirliğin de bu çağın da yalnızlığına kimler nasıl deva oluyor? Ve niye? Ben şunu anladım ki; bu çağın adını ‘tüccar’ koymalıyız. Unuttuğumuz değil de, hiçbir zaman tam olarak kavuşamadığımız, insanda bir hasret gibi duran temel bir şey var bana göre; bu gezegene de hayata da saygı. Hayatı ve canlılığı her ne adına olursa olsun önde tutan, kutsayan bir saygı.

Pu’u ‘’Ô’ô gibi telaffuz bile edemediğim bir şiirin var kitapta... Yine seslerle mi oynadı diye safça ilk aklıma gelene inanmışken bir baktım ki, meğer orası Hawaii’nin Büyük Adası’nda, patlama sonrası lavların yanardağ ağzında birikmesi sonucu katılaşmış bir kratermiş. Okur, birinci bölümden itibaren nice kraterlerden, kabuklardan geçiyor ve bir yanardağ gibi patlayıp, soğumaya yüz tutmanın dize dize izini sürüyor...

Baş edilmesi zor bir bilgisi ve mirası var insan olmanın. İnsanlığın temel dertleri hiç değişmiyor. ‘Sen bir şahinsin ben garip serçe/ attın boynuma demirden pençe’ diye bir şarkı vardır, bilirsin mutlaka. Bir aşk şarkısı olarak okunuyor. Bağdat bombalandığı günlerde tesadüfen bir radyoda çalıyordu bu. Al uyarla Bağdat’ın bombalanışına. Aşkın dili ile savaşın dili arasındaki aynılık bu basit şarkıdan bile anlaşılıyor. Az önce Bachmann’ı andın ya. Evet iki insan arasında başlıyor faşizm de zalimlik de. Ve değişmez bir model olarak topluluklar arasında da geçerli. Bu arada bu senin soruna cevap gibi olmadı pek ama, idare et.

Neyse Bağdat şiirine geldi laf hiç olmazsa... Müthiş bir şey var orada, tam bir eli kolu bağlı seyircilik hali. Bir yandan vahşet bir yandan vicdan üzre döşeli metinler. Ki, hem ‘Bağdat’ hem ‘Gazze’ hem de ‘Vicdan’ şiirinde haklı olarak öfkenin dozu bir hayli yüksek... mi?

Evet özellikle Dünyanın Katı Huyu bölümündeki şiirlerin öfkesi yüksek diyebiliriz. Ama sadece öfkeli değil, maytap da geçiyor bazen. Ama fışfışım, ‘Bağdat’ şiirinde bir eli kolu bağlı olma halinden ziyade insanın nutkunun tutulması söz konusu. O geceyi hepimiz hatırlarız, çok geçmedi üstünden. Bağdat bir gece vakti bombalanırken, içerde haber kanallarında cayır cayır canlı yayında savaş seyrettik. Siyah bir gökyüzünde yıldızlar havai fişekler filan mı patlıyordu, yoksa bir bilgisayar oyunu mu bu gibi bir şeyler hissetmedik mi hepimiz. Oysa B-52’lerden tonlarca bomba yağıyordu bir şehrin orasına burasına. Bu görüntüler karşısında sadece elimiz kolumuz bağlanmadı, ruhumuz, aklımız sendeledi. Bir kalbin varsa savaşı yazamazsın, kalbin elvermez. Savaşın şiiri olmazdı. Bağdat şiirinde tam da bu sebeple tersine bir anlatım var. İnsanın dünyaya fırlatıldığı o ilksel, saf halini anlamaya çalışıyor. Böyle bir halin olduğunu umarak, varsayarak. Yeryüzüne henüz gelmişiz gibi. İnsan hafsalasının almadığı şeyler karşısında nutku tutularak ‘Neden’ der ya. Öyle işte. Bu şiir için o gece sabaha kadar niçin böyle notlar aldığımı ve böyle yazdığımı aradan yıllar geçtikten sonra şimdi düşünürken kavrayabiliyorum ancak. Gazze ise sadece bir kayıt tutuyor. Oradaki hava sıcaklığının rüzgarın derecesine kadar. Diyeceğim, ben savaşı yazamam, yazamadım. Nasıl yazılamayacağını yazdım bir bakıma.

Yeryüzüyle hemhal bir dünyadan başka bir de sokaklara çıkan bir Birhan var bu sefer. “Ben İstanbul’a çok benzerim sevgilim” diye başlayan bir şiirin var ki, bilmeyen de seni bu şehrin her sokağını karış karış geziyorsun sanır... Eyüp, İstanbul ve Sulukule gibi şiirler, dolaştırıyor da oralarda insanı... Sokakların ya da İstanbul’un sendeki karşılığı ne?

Fotoğraf makinesi biliyorsun son yıllarda elimden düşmedi desek yeridir. Hani neredeyse çok gezen bir Japon turist kadar deklanşöre basmış olabilirim. İstanbul’un sokaklarını dip kıyı gezdiğim söylenemez tabii. Ama belirli güzergâhlarında obsesif bir şekilde dolaştığımı bilirsin, seni de az alet etmedim bu obsesif gezilerime. Bir de Yeşim’i tabii. Özellikle Haliç-Karaköy-Eminönü hattında. Şimdi bu söylediğimi bir kenara bırakalım ama benim güzel fotoğrafa bakmak gibi iflah olmayan bir huyum var, bu çok yeni de değil aslında, Yeryüzü Halleri’ni yazmaya başladığım (1998-99) yıllara denk gelir esasen. Bütün bu açıklamaları bir yere bağlayacağım merak etme. Şuna: önce yeryüzü varlıklarına sonra da sokaklara bakmakla, -çok bakmakla ama, uzun uzun bakmakla- bir yeryüzü bilgisi ve şiir bilgisi edindim ben. Bunu nasıl yaptığımı tam olarak izah edemem ama, böyle. Kendimden çıkıp baktığım varlık olmayı ama aynı zamanda baktığım varlıkta kendimi bulmayı öğrendim. Yeryüzü varlıklarına saygıyı böyle idrak ettim. Tamamen baka baka. Baka baka. Sokaklara da çıktıysam, sokakları da biraz şiire aldıysam bu kez, sebebi biraz da şu son yılların obsesif gezilerine bağlıdır.

Ve biz kendimize, varoluşa, birbirimize bakarken, “ve katılaşıyor dünya giderek”... Bir yandan da, “artık her şey tüccarların elinde” olduğuna göre, insan da insandan soğuyor... Bunu kabul etmeli hatta hazmetmeli miyiz? Bu kadar karanlık mı gidişat sence... Bir yandan da kitabını arkadaşlığa ithaf ettiğin için “yok be canım o kadar da değil” demeni bekliyorum hâlâ...

İnsan insandan soğur mu sorusu çok naif kaçmadı mı şimdi fışfışım! Baksana, insan ölebildiğine göre, kendinden bile soğuyor. Benden asla vazgeçmez dediğimiz âşıklarımız bizden soğumuyor mu? Biz kendi aşklarımızdan soğumuyor muyuz? Yani ben şimdi bunları söylemeyeyim mi. Artık her şey tüccarların elinde değil mi yani? Dünya hakikaten giderek daha katı bir yer haline gelmiyor mu? Evet bunlar böyle. Ama bu kitabın omurgası böyle zaten. Bu dünyada ılık yumuşak tatlı bir sürü şey de var. Sadece bu kitaba aydınlık, yumuşak, ılık bir şey girmedi. Belki bir iki şiir var görece ılık sayılabilir, o kadar. Ama ılık bir şeye, arkadaşlığa ithaf hiç olmazsa...
Okuyabileceğiniz diğer Birhan Keskin söyleşileri
▪ "O ağaçlar bizim kardeşimiz!"
Serap Çakır, Cumhuriyet Kitap Eki, 3 Mart 2016
▪ "Burası değil, burası değil, böyle değil"
Çağlayan Çevik, Ian Edebiyat, Mart 2016
▪ "Yeryüzü karşısında konuşmak ne zor!"
Pelin Özer, Cumhuriyet Kitap, 30 Nisan 2002
▪ "Yeryüzüne bakmaya geldim ben"
Can Bahadır Yüce, Zaman Kitap Eki, 1 Mayıs 2006
▪ "Şiir benim iyiliğimdir!"
Figen Şakacı, Radikal, 9 Mayıs 2006
▪ "Birhan Keskin’le birkaç saat"
Hacer Yeni, Elle, Eylül 2009
▪ "İkimiz de üryan şiir yazıyoruz"
Serpil Gülgûn, Milliyet Kitap Eki, 2 Mayıs 2006
▪ "Şiir, neşe ve tedirginliktir"
Birhan Keskin, 1999
▪ "Bir kolum çolaktır şiir yazarken"
Birhan Keskin, Radikal Kitap, 8 Nisan 2016
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X