Bilge Ulusman:
"Bir Erkek Vasat Bir Yazar Olabilir Ama Bir Kadın Asla!"
Eda Yılmayan, gazetepencere.com, 27 Nisan 2025
Söyleyiniz bana yazmakta devam edeyim mi? Yazılarım bir gün okunmaya değer şeyler olabilecek mi? Ne kadar korkuyorum bilemezsiniz. Romanlarımı takip eden karilerden birçok, birçok mektuplar aldığım, onlardan çok sevgi ve alaka gördüğüm halde; memlekette eli kalem tutan adamlardan bir tanesinin benim için teşvik veya tenkit sözü yazmamaları benim cesaretimi öyle kırıyor ki… Halbuki bugün memlekette tercüme ve adapteden başka eser yok gibi… (…) Vaziyet böyle iken, yazıları acemice ve fena olsa bile kendi ruhundan ve kendi kaleminden akıtan yeni bir romancı etrafından teşvik görmemeli mi? (…)

Yukarıdaki satırlar Muazzez Tahsin’e ait. Tahsin 26 Ekim 1937 tarihinde Halide Edib’e bu mektubu gönderir. Halide Edib’le Beyrut’ta öğretmenlik yaptığı yıllarda tanışır. Erkek egemen edebiyat kamusundan mustariptir ve kendi hem cinsinden destek bekler.

Bundan 33 yıl sonra 1970’de Yeni Gazete’de Peride Celal’in bir söyleşisi yayımlanır. Celal kadın olarak yazmanın güçlüklerini şöyle anlatır:

“Kadın yazar olmak şöyle bir şeydi: Yazı işleri müdürünün odasına girersiniz. Kadın olduğunuz için gözler tümüyle sizdedir. Projektör gibi üzerinize yapışır her bir göz. Onun için ben hikâyemi bırakıp bir an önce kaçmaktan başka bir şey düşünmezdim. Yazınızın yerine sizinle ilgilenmeye başlamaları beni müthiş deli ederdi. Yüzlerine bakmazdım.”

Şimdi de Zabel Yaseyan’ın sözlerine kulak verelim.

“Bayan Düsap edebiyat dünyasına atılmaya aday olduğumu duyduğunda, bu yolda kadınları defne yaprakları taçlardan çok dikenlerin beklediği konusunda beni uyardı. Bizim gerçekliğimizde, bir kadının ortaya çıkıp kendine bir yer edinmek istemesine tahammül edilmediğini, bunu aşabilmek için, vasatın çok üzerine çıkmak gerektiğini söyledi ve ekledi: Bir erkek vasat bir yazar olabilir, ama bir kadın asla.” (Silahtar’ın Bahçeleri, 1935)

Bir başka örnek; Güzide Sabri. Kocasından gizli gizli yazar. Eşi Güzide Sabri adının duyulmasını istemez. Müstear (takma) adlarla yazsa da Güzide Sabri’nin yazdıkları okurlara ulaşır.

Gazeteci Hikmet Münir, Güzide Sabri’nin yazarlık serüvenini şöyle aktarıyor: Nihayet bir yolu bulunarak eser yazılıyor. El altından tab’ilere gönderiliyor. Eserin basıldığı haberi şayi oluyor. Kadıncağız kitabı görmüyor. Kitabı görse de okuyanları görmüyor. O bir gün kafesli bir pencerenin ve perdelerin ardında mahpus otururken, “Senin romanın herkesin elinde” diye müjdeliyorlar. Seviniyor. … Beyazıt kahvesinde bütün gençlerin ellerinde senin kitabın… Vapurlarda, gazinolarda da öyle… (1938)

Bunun gibi pek çok örneği sıralayabiliriz. Peki bugün bu örnekleri okumak ne işimize yarar?


Eğer kadınlar bugün hala ataerkil düzeni sorguluyorsa kendilerinden önceki kuşakların bunun mücadelesini nasıl verdiğini bilmeleri gerekir. Çünkü tarihsel kökler mücadeleyi diri tutar. İşte bizi o köklere götürecek bir çalışmayı sayfamıza taşıyacağız. Metis Yayınları’ndan yeni çıkan kadın yazını üzerine araştırmalar yapan Bilge Ulusman’ın Edebi Babanın Reddi kitabına odaklanacağız. Ulusman 1895 – 1950 yılları arasında yayımlanan kadınların yazdığı metinleri inceliyor. Fatma Aliye, Emine Semiye, Halide Edib, Muazzez Tahsin, Suat Derviş, Halide Nusret Zorlutuna ve daha birçok yazarın romanlarından, hikâyelerinden yola çıkarak kadınların metinlerinde ataerkil düzeni nasıl ele aldıklarını, bununla ne tür mücadeleler verdiklerini, evlilik kurumunu, kadınların eğitimi, eşitliği nasıl yazdıklarını, erkek egemen edebiyat kamusunun ortaya koyduğu “makbul kadın” imajını alt üst ederek oluşturdukları “makbul erkek” anlatısını inceliyor. Edebi Babanın Reddi’ni Bilge Ulusman’la konuştuk.

Edebi babanın reddi ile neyi kast ediyorsunuz? Bu reddedişi sadece Ahmet Mithat Efendi ve Fatma Aliye üzerinden okumamız yeterli olur mu?

Edebi babanın reddi, geç dönem Osmanlı edebiyatında modern kurmacanın (modern edebi türler bağlamında romanın ve öykünün) dolaşıma girmesiyle birlikte, kadın yazarların verdiği varlık mücadelesini vurgulamak üzere kullandığım bir ifade. Bu dönemde kadın yazını, erkek egemen bir matbuat dünyasının içinde kendine alan açma gayreti gösteriyor, bu failliğe işaret etmek istiyorum. Zira patriarkal bir sistemde, kalemin metaforik bir penis olarak imlendiği; erkek Osmanlı entelektüelinin edebiyat yoluyla toplumu inşa etme misyonunu temellük ettiği bir dönemde, kadın olarak yazma edimiyle ilişkilenmek bir dizi yazınsal güçlüğü ve politik mücadeleyi de beraberinde getiriyor. Yalnızca dönüşen edebi türler üzerinden estetik kaygılarla değil, bir kadın olarak erkeklerden müteşekkil bir edebiyat kamusunda yazıyla ilişkilenmenin ve ürettiğiniz metni yayımlayabilmenin zorlukları var.

AHMET MİTHAT’IN ERİL TAHAKKÜMÜ

Ahmet Mithat’ın Fatma Aliye’yi maruz bıraktığı sansür, onun edebi babalığını, hamiliğini, vesayetini üstlenerek uyguladığı kurucu tahakküm, elbette yalnızca bir örnek. Ahmet Mithat’ın Fatma Aliye’ye mektubundaki “Her kadının mutlaka bir Ahmet Mithat’ı vardır. Onunla istişare etmeksizin hiçbir şeyi meydan-ı intişare koymaz [yayımlamaz].” cümlesini, bu eril tahakkümü ve Fatma Aliye’nin sansür ve otosansürle başlayan yazarlık serüvenindeki dönüşümü çok önemsiyorum. Bu çalışmada da 1895-1950 aralığında kadın yazınının; erkek yazarların, erkek imtiyaz sahiplerinin ve yayıncıların, erkek eleştirmenlerin ve edebiyat tarihi yazarlarının tahakkümüyle mücadele stratejilerini ve kadın yazınının kendine özgü kurucu söylemini üretme güzergahını ele alıyorum. Edebi babanın reddi, eril kanonun sunduğu kadınlık temsillerinin, türsel çerçevelerin, estetik anlayışın, metin içi hakikatin sınırlarının, fallogosantrik dilin ve söylemin reddi aslında. Kadın yazını bu sayede eril kanonun çarpık aynasından kurtulmuş metin içi hakikatler kuruyor; kadın yazınına özgü bir edebiyat geleneği üretiyor.

Kadın yazarlar dilde babanın yasasını, edebiyatta edebi babaların tahakkümünü aşmak üzere mücadele veriyor. Bunu romanlarına, hikâyelerine nasıl yansıtıyorlar?

Bu elbette oldukça geniş bir tarihsel aralık; dolayısıyla her dönemin, her yazarın, her metnin mücadelesinin dinamikleri ayrıca tartışılabilir. Örneğin II. Meşrutiyet’in ilanının ardından “hürriyet, müsavat, uhuvvet” söylemi revaçtayken, kadın yazarlar kurmaca ve kurmaca dışı metinleriyle, kadınların bu söylemin dışında bırakıldıklarını dillendirerek “müsavat-ı tamme” (tam eşitlik) taleplerini gündeme getirecekler. Ya da 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi yürürlüğe girmeden önce, metin dışı hakikatte kadınların henüz “talak” (boşanma) hakkı yokken kadın yazınının gündemine bu mücadele girecek. Keza erken Cumhuriyet döneminde devlet feminizmiyle girişilen müzakere, erkek aydınların yarattığı hayal kırıklığıyla veya anti-militarist anlatılarla temsil bulacak. Fakat bu çalışmanın dikkat çekmeye çalıştığı nokta, kadın yazınının kendi güzergahı içinde takip edebileceğimiz ortaklıklar: Bir diğer deyişle metinlerarasılıklar, paralel izlekler, anlatıcı, mekân kurgusu, olay örgüsü ya da climax kullanımlarındaki benzer anlatısal stratejiler, türsel çerçevelerle oynanan oyunlar ya da kadın yazınına özgü “nefsi müdafaa anlatıları” gibi türsel çerçeveler. Dolayısıyla kadın yazarın yazma, yayımlama, fallogosantrik bir dilin, patriarkal bir sistemin içinde kendi dil ve söylemini kurma mücadelesinin metinlerdeki yansımasını, kadın yazını eleştirisi odaklı bir okumayla (gynocriticism) ele almak anlam kazanıyor. Bu metinlerin mücadele yöntemlerini, ancak bu metinleri birlikte okuyarak tespit etmek mümkün hale geliyor. Böylece kadın yazınının ilk modern kurmaca örneklerinde dahi karşımıza çıkan “erkek gayzı”, “erkek ezvakı”, “erkek hodbinliği”, “erkek tahakkümü” gibi terkiplerin bir kadın yazını geleneği ürettiğini; bu metinlerde toplumsal cinsiyet deneyiminden doğan ortak bir söylemin belirdiğini de iddia edebiliriz. Bu tespitler, geç dönem Osmanlı ve erken dönem Türkiye kadın hareketlerini yok sayan ezberi de altüst edebilecek veriler sağlıyor. Bu bağlamda bu metinlerdeki kadın karakterlerin patriarkal sistemle mücadelesi, failliği, hakk-ı hayat isyanı, cinsel arzu beyanı ya da erkeklik eleştirileri çok kıymetli.

“KADINLAR HİSTERİK ERKEK KARAKTERLER ÜRETİYOR”

19.yüzyılda dünya edebiyatında kadınlar kendilerine yer açabilmek için erkek isimleriyle yazıyorlar ya da bir deli kadın imgesi yaratıyorlar. Erkek isimleriyle yazan kadın yazar örneklerini kendi edebiyatımızda da görüyoruz. Peki deli kadın imgesi var mı?

Türkçe edebiyatta kadın yazınının bu anlamda yarattığı en büyük kırılma, öyle sanıyorum ki eril kanonun kadın karakterizasyonundaki “histerik kadın” imgesini ters yüz edip histerik erkek karakterler üretmek. Halide Edip’in ilk öykülerinden (“İmzasız Mektuplar” ve “Bir Kadının Jurnalinden” gibi), Safiye Erol’un Ülker Fırtınası’na, histerik erkek karakterlerin erkeklik krizlerini, psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddetini temsil eden metinlerle karşılaşıyoruz. Bu temsil, erkek yazarların metinlerindeki “marazi” aşklar yaşayan histerik kadın imgesini de erkeği akılla, kadını akıl dışıyla/duyguyla ilişkilendiren cinsiyetçi perspektifi de alt üst ediyor. Kadın yazınının kendi kurucu söylemini ürettiği dönemde, eril kanondaki kadınlık temsillerinin, erkeklik temsillerine dönüştürülmesinin rastlantısal değil; aksine Sandra Gilbert ve Susan Gubar’ın Tavan Arasındaki Deli Kadın çalışmasında ileri sürdükleri gibi eril kanonun “çarpık ayna”sında kendi temsilini görme, onunla yüzleşme ve kendi temsilini yeniden inşa etme refleksi olduğunu düşünüyorum. Modern Türkçe edebiyatta kadın yazınının ilk örneklerinden biri, Fatma Aliye’nin Ahmet Mithat’la birlikte yayımladığı ve 1891’de Ahmet Mithat’ın Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilen Hayal ve Hakikat’tir. Bu iki yazarlı metnin “Hakikat” kısmını erkek yazar, edebi baba, Ahmet Mithat üstlenir ve “Hayal” başlıklı bölümü de Fatma Aliye’nin yazmasını ister. Üstelik metnin sonuna da histerinin kadınlar arasında yaygın bir hastalık olduğuna dair bir zeyl, kadın karaktere “histeri” teşhisi koyan bir bölüm ekler. Bu cinsiyetçi kurgu, eril kanonda oldukça yaygın bir kadın histerisi imgesinin örneği. Dolayısıyla kadın yazarların bunu erkek karakterlere devşirmeleri ve bu histerinin erkek şiddeti de içeren bir erkeklik krizi olarak imlenmesi çok önemli. Öte yandan Gilbert ve Gubar’ın ya da Elaine Showalter’ın vurguladığı gibi, deliliğin, kadın karaktere bir özgürlük alanı sağladığı; temsil edilemez olanın metne bu sayede sızdığı örnekler de var. Örneğin maruz kaldığı erkek şiddetinin (çoğunlukla da cinsel şiddetin) ardından aklını yitiren, deliren kadın karakterler, Emine Semiye’nin Gayya Kuyusu, Peride Celal’in Dar Yol, Halide Nusret’in Sisli Geceler romanlarında dolaşıyorlar.

“KADIN OLARAK YAZMAK AYRI BİR MÜCADELE”

Edebiyat kanonuna dahil edilmeyen, adı tamamen unutulan yazarlar var. Yayınlanmayan, kendilerine yer bulamayan metinler kadın tarihini sizce nasıl etkilemiştir?

Bu alternatif edebiyat tarihleri ya da kanon tahayyüllerimiz, elbette üzerine spekülasyon yapabileceğimiz; fakat ne yazık ki bugün yerleşmiş edebi değer, kanon ve edebiyat tarihi anlayışlarımızın ne denli değişebileceğini öngöremeyeceğimiz bir -Freud’un cinsiyetçi varsayımıyla- “kara kıta”ya dönüşüyor. Bu nedenle bu çalışmada akademinin de aktivizm üretme sorumluluğundan bahsediyorum ve edebiyat araştırmacılarını kadın yazınını kara kıta olmaktan çıkarmaya; kadın yazını bibliyografyası çalışmalarını, arşivciliğini ve kadın yazını eleştirisi odaklı okumaları arttırmaya çağırıyorum. Hala yeterli ilgiyi görmemiş bir alanla, eksiksiz bir dökümü dahi çıkarılamamış bir kadın yazını arşiviyle karşı karşıyayız. Üstelik bu sorunuzun iki ayrı perspektiften yanıtlanabilir: Öncelikle akla gelen, tefrikalarda kalmış, kitaplaşamamış, kanonlaşamamış, edebiyat tarihinden -edebi değeri gözetilmeksizin- çeşitli ideolojik saikler ve cinsel politikalarla dışlanmış metinler. Fakat bir de kadın yazarın “yazarlık endişesi”yle başa çıkmakta yaşadığı zorluklarla ya da maruz kaldığı eril vesayetle hiç gün yüzüne çıkaramadığı, yayımlanmamış metinler var. Örneğin geç Osmanlı dönemi dergilerindeki okur mektuplarında, babasının ya da kocasının sansürüyle yazamadığından dert yanan ya da imzasını kullanamayan veya dönemin erkek gazete imtiyaz sahipleri tarafından metinlerinin basılmamasına isyan eden pek çok kadının sesini takip edebiliyoruz. Bu yazarların ve metinlerinin -ya da tüm yazarsal motivasyonlarına rağmen yazamadıkları metinlerinin- akıbetine maalesef ulaşamıyoruz. Örneğin Nigâr Hanım’ın 1883’te yazdığı Tesir-i Aşk metni, yaklaşık yüz yıl boyunca, 1978’de bir el yazması halinde bulunup yayımlanana dek edebiyat tarihine eklemlenemeden bekliyor. Dolayısıyla kadın yazınının edebiyat tarihine etkisini Virginia Woolf’un “Shakespeare’in aynı edebi dehaya sahip bir kız kardeşi olsaydı başına ne gelirdi?”, sorusuna verdiği yanıtla da düşünülebiliriz. Woolf’a göre, yazmak isteyen ancak ev içi emeğe ve gönülsüz bir evliliğe zorlandığı için evden kaçan, psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalan Shakespeare’in varsayımsal kız kardeşi Judith, istemediği bir hayatı yaşamak yerine, bir faillik biçimi olarak intiharı tercih eder. Kadın olarak yazmak, bu nedenle ayrı bir mücadele deneyimi içeriyor. Hem yazmak için savaşmak hem yazma edimiyle savaşmak hem de yazdıklarını yayımlayabilmek için savaşmak zorundalar.

Kadınlık, üzerine çokça düşünülen, tartışılan bir alan. Dönemin erkek yazarları tarafından bir ideal kadın tasviri yapılıyor. Bazı kadın yazarların metinlerinde de bunu görüyoruz. Ancak siz çalışmanızda farklı metinleri inceleyerek kadınlar arasındaki bağa dikkat çekiyorsunuz. Kadınlar bu bağ sayesinde nasıl bir bellek oluşturuyorlar?

Kanonik anlatıların sınırlarını aşan temsillerin çeşitlenmesi ve birikmesiyle oluşan bir kadın yazını geleneği kuruluyor diyebiliriz. Kadın yazınındaki metinlerarasılıkları takip ettiğimizde, yazar-anlatıcı kadın karakterlerin ya da mektup ve günlük formlarının sağladığı “otobiyografik sözleşme” anlatıların “öteki” temsiliyle kurulabilen özerklik, erkek anlatıcı-karakterlerin kullanımıyla üretilen itiraf anlatılarının sunduğu ifşa zemini, kadın yazınına özgü semantik yapılar ve terkiplerle kurulan yeni simgesel söylem alanları, merkezcil/eril söylem karşısında “diyalojik bir hakikat” üretmeyi sağlayan anlatısal düzlemlerin ve anlamların kesiştiği bir dilin üretilmesi, türün işlevlerinden yararlanılarak kadınların arzu ve aşk failliğinin, nefs-i müdafaa cinayetlerinin, erkek şiddetinin yahut kadın cinayetlerinin anlatılabilir kılınması gibi anlatım stratejileri bu ortak belleğin parçaları diyebiliriz. Bu sayede bir kadın yazını geleneği şekilleniyor ve kadın yazarın “yazarlık endişesi”ni yenmesi, biçimde de içerikte de eril söylemden sıyrılması mümkün oluyor. Kadın yazarlar arasındaki bu ortak anlatısal stratejilerin, kadın karakterler arasında kurulan bir homososyal bağ ile de pekiştirildiğini düşünüyorum. Örneğin kadın karakterler arasındaki refikalıklar, metinlerin kapanışlarını değiştirebilecek güçte bir kadın dayanışmasına işaret edebiliyor. Kitabın bir bölümüne de adını veren “mahpus kadın dayanışması” da öyle. Ya da kadın karakterlerin yazdığı günlükler, kadınlık deneyimini kız çocuğuna aktarıyor. Kadın gazeteci karakterler, kadın mahpusların belleğini yazıya taşıyor. Kadın yazar-anlatıcılar, kadın protagonistin hikayesini kaleme alıyor. Bu dönemde kadın yazınında bir leitmotive’e dönüştüğünü düşündüğüm yazı masaları, defterler ve kalemlerle, kadınlar durmaksızın kendi hikayelerini, hemcinslerinin hikayelerini yazıyor. Metin içi hakikatte de metin dışı hakikatte de, bu yazan kadın imgesi, bir kadın belleği inşa ediyor.

Kitabınızda Emine Semiye, Fatma Aliye, Nigâr Hanım, Makbule Leman’ın arasındaki dayanışmayı, birbirlerine ifade biçimlerini okuyoruz. Bu dayanışma ve iletişim daha sonraki kadın yazarlar arasında da devam ediyor mu?

Kadın yazınının kurucu söylemini ürettiği dönemde, erkek egemen edebiyat kamusu içerisinde yer alamamaktan, kendilerine, metinlerine alan açamamaktan yakınan kadın okur mektuplarının artmasıyla başlayan bir süreçten bahsedebiliriz. Bir kadın olarak yazma deneyimindeki bu ortak isyan, kadın yazarlar arasındaki mektuplaşmalara da yansıyor. Bu dönemin, modernleşme ajandasında kadının nasıl ve ne kadar modernleşeceği sorusuna bir sınır çizme ve bu vesayeti üstlenme çabasındaki erkek yazarların ürettiği “kadınlara yönelik dergi” furyasının içinde, kadın yazarların kadrolaştığı bir süreli yayın olarak Hanımlara Mahsus Gazete’de, bu destek ve kadınlararası homososyal bağ içeren mektupların yayımlandığını da görüyoruz. Keza, kadın yazarlar birbirlerinin metinlerini yayımlanmadan önce okuyor, yayımlanırken takrizler yazıyor, bu sayede kendi gelenek ve kanonlarını da oluşturmayı deniyorlar. Yukarıdaki örneklerin elbette devamı da geliyor. Örneğin Muazzez Tahsin Halide Edip’e bir mektup yazarak sorar: “Söyleyiniz bana, yazmakta devam edeyim mi? Yazılarım bir gu¨n okunmağa değer şeyler olabilecek mi? Ne kadar korkuyorum bilemezsiniz. Romanlarımı takip eden karilerden birçok, birçok mektuplar aldığım, onlardan çok sevgi ve alaka gördu¨ğu¨m halde; memlekette eli kalem tutan adamlardan bir tanesinin benim için iki teşvik veya tenkit sözu¨ yazmamaları benim cesaretimi öyle kırıyor ki...” Kadın yazarları birbirleriyle dayanışmaya yönlendiren belirgin ve o dönemde kendilerinin de adını koydukları bir erkek yazar/yayıncı/eleştirmen tahakkümü var.

MAKBUL ERKEKLER

İncelediğiniz metinlerde dikkat çeken bir başka şey de kadınların makbul kadın kurgusu karşısına bir başka kurguyla “makbul erkekle” çıkmaları. Bu “benim de arzularım var” diyen güçlü bir ses. Siz makbul erkek vurgusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu henüz 1896’da Fatma Fahrünnisa’nın Dilharap romanında belirdiğini görebildiğimiz; Emine Semiye’nin Gayya Kuyusu’ndan Safiye Erol’un “Gel Seninle Dertleşelim” öyküsüne, Halide Edip’in Vurun Kahpeye metninden Şükufe Nihal’in Yalnız Dönüyorum romanına takip edebileceğimiz, çok belirgin bir ortak izlek, ortak bir eleştiri: Makbul erkeğin yokluğu. Hem geç dönem Osmanlı hem de erken dönem Cumhuriyet modernleşmesi sürecinde, kadın yazarların metinlerinde ortak bir vurgu, eril söylemin hem kurmaca hem kurmaca dışı metinlerde kurduğu makbul kadın temsiliyetinin karşısına bir makbul erkek arayışını koymaları; ancak varolmaması ve yokluğunun eleştirisiyle birlikte. Bu aslında metin dışı hakikatteki bir simetri arayışı. Bir müsavat-ı tamme talebi. Eril vesayeti kendisiyle yüzleşmeye bir çağrı, erkek entelektüelde bir epifani yaratma gayreti diyebiliriz. Zira kadın yazınında olay örgüsünün bize işaret ettiği bir eksiklik var: Kadın karakter, “ahlak dairesi”nin ya da “devlet feminizmi”nin sınırlarından çıkmasa, makbul kadın, makbul vatandaş tanımlarına uysa dahi, kendisine bu yolda eşlik edecek bir erkek karakter bulamıyor. Dolayısıyla erkek entelektüelin kendisine eşlik etmesi için bir “yeni kadın” üretme vesayeti de eleştiriye açılıyor. Örneğin Şükufe Nihal’in bir ulusal alegori olarak okuyabileceğimiz Yalnız Dönüyorum metninde kadın karakter, Millî Mücadele döneminde tanışıp genç Türkiye’yi ve makbul aileyi birlikte kurma planlarıyla yola çıktığı kocasının, bir diğer deyişle erken Cumhuriyet dönemi Türk aydınının etik ve ideolojik vaatlerini yerine getirmemesi, şiddeti, tahakkümü ve bu yoldaşlığın eşitlik içermemesi üzerine evliliğini sonlandırır. Metnin kapanışında “Yalnız dönüyorum.” diyerek kocasını geride bırakır ve yola yalnız devam eder. Dolayısıyla, kadın yazını bir yandan profeminist babalarla genç kadın karakterlerine bir özgürlük alanı açmayı denerken; bir yandan da ürettiği erkek karakterler üzerinden hala sağlanamayan müsavatın eleştirisini sunar.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2025. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X