ISBN13 978-605-316-164-6
13x19,5 cm, 384 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Cenup, 2022
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Birinci Bölüm, Doğa Tarihi (1999-2006), s. 15-21

1

Yıllar boyunca tuhaf bir saplantıya sadık kaldım. Ne zaman bir başlangıçtan söz edilse, benim aklıma çocukluğumda televizyonda izlediğim, birbirinin neredeyse tıpatıp aynı manzara resimleri yapan yaşlı ressam gelirdi. Gerçek mi sahte mi olduğunu asla öğrenemediğim ciddi bir sesle konuştuğunu hatırladığım sakallı ihtiyarın sureti gözlerimin önünde canlanırdı. Birkaç saniye sonra, yavan ama etkili kıssadan hisse gelirdi: Bir başlangıçtan kaçınmanın en iyi yolu önceki bir başlangıcı taklit etmekti. Sonunda bu kartpostal bilgeliğini istemeden ciddiye almaya başlamıştım. İhtiyar yine küçük ağaçlar ve tepelerle dolu bir resim çizmeye koyulurken ben hafızamdan çaldığım bir başlangıcı kopya ederdim: top sürmece, ansızın ortaya çıkan bir ilk satır, bir sohbete başlangıç teşkil edecek bir giriş. Bu başlangıç tekrarı her şeyi kapsardı. Yıllar boyunca, yeni bir şey yaptığını düşündüğü an insanın içini kaplayan korkunç kaygıdan bu şekilde korunabileceğimi zannettim. İhtiyar öncekilerin tıpatıp aynı bir resim daha çizmeye koyulur, ben de hayatıma devam eder, tekrarlarla ilerlerdim.

Belki o yüzden, bu gece saat onu geçtikten sonra paketi aldığımda hiçbir şey olmadığını, sadece bir şeyin tekrarlandığını düşündüm. Dışarıda bir arabanın durduğunu işittim, pencereden baktım ve her şeyi gördüm: koyu yeşil renkli eski araba, şoförün arka taraftan bir şey alışı, ne oluyor diye bakmak için duran bisikletli çocukların şaşkın yüzleri. Ne olduğunu derhal anladım, buna rağmen kapıyı açmam birkaç dakikamı aldı, sanki aslında beklemiyormuşum gibi. Kapıyı açacağıma kendime bir içki koyup müziğin sesini biraz yükseltmeye ve son dakikaya kadar beklemeye karar verdim. Ancak şoförün gitmek üzere olduğunu hissettiğim zaman içkiyi masanın üstüne bırakıp merdiveni inerek kapıyı açtım ve zaten beklediğim şeyle karşılaştım: gece saat onu geçtikten sonra bana bir paket bırakmaktan başka işlevi olmayan tanıdık ama neredeyse unuttuğum çehre. Yüzümde bir başsağlığı ifadesiyle paketi aldım; çocuklarla bir babanın dikkatli ve biraz yargılayan bakışları üstümde, kapıyı kapatmakla yetindim. Bunun üzerine sokağın ortasında motorun homurtusu duyuldu; kim bilir kaç kez gecenin bir yarısında beni şehre geri getiren arabanın geçmişte kalmış görüntüsü geçti aklımdan. Her şeyi sanki yedi yıl önceymiş, vakit gece değil sabahmış, gelen bir paket değil bir telefonmuş gibi yaşadım ve o zaman manzaracı ihtiyarı hatırladım. İşin garip yanı, dedim o zaman kendi kendime, bu başlangıçta keskin bir sekte, felaket ya da çöküş değil de, hafif bir kopya hissi olması – artık kimse beklemezken, ama hâlâ uyanık olunan saatte, sanki gerçek bir aciliyet değil de sadece bir gecikme söz konusuymuş gibi saat tam onda gelen bir paket. Saat sekizde gelmesi gereken bir şey onda gelir ve ansızın oyunun kuralları da, bakışlar da değişir. Bununla birlikte paketi elime alıp tarttım ve odaya vardığımda masanın üstüne bıraktım. Böylece, sıcak yazın ortasında, şimdi gerçekten boş görünen sokağa bakan pencere açık, yedi yıl önce saat sabahın beşini biraz geçe, uykusunun bölünmesini kimsenin beklemeyeceği saatte gelen o telefonu düşünmeye koyuldum. Bunun üzerine paket sanki ağırlaştı, gerçek ve biraz da rahatsız edici oldu, açıp içindekiyle yüzleşmekten başka çarem kalmadı: sonuncusunda onun yanılgıya yer vermeyen elyazısıyla yazılmış kısa not olmasa imzasız sayılabilecek bir dizi sarı zarf. Şüphelerimde haklı çıkınca umutsuzluğa kapılmadım. Tancredo’nun dediği gibi, keser döner sap döner.

Tancredo’nun kendi kuramları var. Her şeyin bir komplo olduğunu söylüyor mesela, esmer bira içiyor ve gülümsüyor. Yıllardır benim kararlarımı espri ve bira çerçevesinde bir bir eleştirip çürütmekten başka bir şey yapmıyor. Tancredo benim küçük şaşırtma makinemdir, yalanlama aygıtımdır, bir başka deyişle arkadaşımdır. O telefona cevap vermemin hata olduğunu söylüyor mesela. Ardında neler olduğunu bildiğimden değil de, uyuyor olmam gerektiği için. Ayrıca, diyor, sen kimsin ki bu dünyaya ilişkin bir şeyler bildiğini sanıyorsun? Bana böyle şeyler söylüyor, sonra bira içiyor, gülümsüyor ve bir başka kuram geliştiriyor. Bence, diyor, olay başka: Bir gün dönecekler ve bütün bunların koskoca bir şakadan ibaret olduğunu anlayacaksın. Küçük bir şakayken giderek büyümüş, sonunda kimsenin şaka olduğunu sana söyleyecek cesareti bulamadığı ve senin de olayın trajedi mi, komedi mi olduğunu anlayamadığın bir şaka. Kuramlarının beni ilgilendirmediğini görünce strateji değiştiriyor. Anekdotların kuramlardan daha çok hoşuma gittiğini biliyor ve belki bu yüzden soruyor:

“William Howard hikâyesini biliyor musun?”

Başımı hayır anlamında sallamakla yetiniyorum. Tancredo’nun hikâyelerini nereden çıkardığı hiçbir zaman belli değildir, ama daima el altında bulunurlar, ikram edilmeye hazır bir paket sigara gibi. Sonra da William Howard denen adamın, Karayipler’de tanıştığı bir Yanki’nin hikâyesini anlatıyor. Onunla sokakta tanışmış; adam üstü başı lime lime, leş kokulu ve sarhoş halde yanına yaklaşıp para istemiş. Her gün aynı şey oluyordu, diyor Tancredo; adam onu tanımazmış gibi yanına yaklaşıp berbat bir İspanyolcayla sadaka istiyormuş. İki ayın sonunda adam onu meraklandırmaya başlamış: Acaba niye oradaymış, nasıl gelmiş, niçin kalmış? Bunun üzerine, diyor Tancredo, bir yandan birasını yudumlayarak, adama yanaşıp bizzat sordum hikâyesini. Arsız herif, ne cevap verse beğenirsin? Ada koleksiyonu yaptığı için gelmiş oraya. Önce dil hatası zannettim, ama ardından adamın söylediğine inandığı açık seçik anlaşıldı: Adaları sikke ya da pul gibi koleksiyonu yapılan bir şey sanıyordu. Böyle bir saçmalığa onu kimin inandırdığını hep merak etmişimdir. Ama adam karşımda, bir adanın ortasındaydı işte; sanki biri ona espriyi açıklamayı unutmuş gibi. Tancredo gülümsüyor, sırtıma bir şaplak indiriyor ve sözünü bağlıyor: Merak etme, keser döner sap döner.

Dolayısıyla, bir hafta önce gazetedeki o ölüm ilanını görünce Tancredo’nun sözlerini ve William Howard hikâyesini hatırladım. Ada koleksiyoncusu; bilmem neden Yanki’nin adalarla ilgili lafı geldi aklıma ve ansızın bütün ölüm haberlerini, hem basılı hem dijital olanları, hiçbirini atlamadan, sanki birer adaymışlar gibi toplamak gerektiğine hükmettim. Tek tek hepsini bir çeşit koleksiyoncu bağımlılığıyla topladım; ta ki bugün saat onu geçtikten sonra arabanın sesini duyup ne olduğunu anlayıncaya kadar. Sonra da bir saati aşkın bir süre, oturup erken saatte gelen o ilk telefonu düşündüm, sonunda ani bir içgüdü şaşkınlığımı bastırdı ve gerçekle yüzleşmeye beni mecbur etti: Adalar gibi üst üste yığılan zarflar, kadının bunca zaman boyunca bu notlarla ilgili gizli bir amacı olduğunu düşünmeye mecbur ediyor beni. Tancredo’nun gürültülü bir kahkahanın stratejisini belgelediğine yemin ettiği bu arşivi açmaya şimdilik yanaşmıyorum.

Üç büyük sarı zarf. İnce kırmızı kordonla bağlanıp hediye paketi gibi fiyonk yapılmış. Zarfların yanındaki ölüm haberlerinden biri, ölümü bu tür haberlere çok yakışan o kısa ama çarpıcı üslupla bildiriyor: Giovanna Luxembourg, Designer, Dead at 40.* Altında kadının siyahlar giyinmiş, başında küçük bir şapka, başka bir yere bakarken çekilmiş bir fotoğrafı yer alıyor. Ölüm haberinde işinden biraz bahsediliyor, birkaç kişisel sergiye değiniliyor, ebedi bir kültür mirasından dem vuruluyor, o kadar. Sonra da bu genç yaştaki ölümüne hayıflanılıyor. Sırrı ifşa etmenin bir yolu, diye düşünüyorum, belki de onu esrarengizlik kılıfına sokmanın. Basının saçmalıkları. Ne var ki zarflar daha gerçek; kapalı halde karşımda duruyorlar. Bu halleriyle, açmadan önce bile içlerindeki kâğıt miktarının çokluğu anlaşılıyor. Numaralandırılmış olmamaları tuhaf; bu yüzden de yakın zamanda ve belirli bir sisteme uymadan hazırlanmış oldukları düşünülebilir. Bugün arabayla garip şekilde tam vaktinde gelmiş olmaları ise aksini düşündürüyor. Bunun dışında ilk bakışta fark edilen tek ayırıcı özellik, başlık vazifesi gören küçük bir not: Notlar (1999). Ben de bunun üzerinde duruyorum. Onun elyazısını, harflerin birbirini izledikçe tükenişini, sonunda zayıf ve ayırt edilmez hale gelişini tanıyabiliyorum. Tam o sırada, başlıklı zarfı diğerlerinin üstüne koyduğumda, bir dalgınlık ânında zarfın kenarına çiziktirilmiş gibi görünen bir şekil ortaya çıkıyor.

Dominoya benzer bir şekil. Hiç şüphe yok, domino beşlisine benziyor, ama değil. Şekli fark edince, bu çiziktirmenin bana her şeyin nasıl başladığını hatırlatmak için orada yer aldığını düşünüyorum. Tekrar ölüm haberine dönüyorum: Giovanna Luxembourg, Designer, Dead at 40. Tancredo burada olsaydı fırsatı kaçırmazdı. Dikkat edersen, saygıdeğer tasarımcın seni çağırttığında tam otuz üç yaşındaymış, İsa’yla aynı yaşta, derdi. Durup onu ejderhaya ya da Sancho’yu da epey andıran bir Don Quijote’ye benzeten sakalını sıvazlar, sonra ileri sürdüğü saçmalığı irdelerdi. Belirgin bir davası olmayan bir havari, derdi bana, Napoléon’un Waterloo’dan çekilirken rastladığı havariler gibi. Peşini bırakmıyor, ona tapıyorlarmış, iki tarafın da istemediği ümmiler, mağlup bir Musa’ya tutunduklarını bilmeyen cahiller. Bunu söyleyip güler, yine ada hikâyeleri anlatırdı, her şey hafiflerdi. Ama Tancredo burada değil, saat on biri gösteriyor ve tekrar beliren simgeyi net olarak tanıyorum: bir dönem beni büyülemiş olan quincunx** bu. Ölüm haberi birkaç ay sonra benim de kırk yaşımı dolduracağımı hatırlattı bana.

2

Üniversite yıllarımda, matematikçi olmaktan henüz vazgeçmemişken, sahte filozof havalı sakallı bir arkadaşım laf arasında her türlü doğal çeşitliliğin ve farklılıkların ardında tek bir şablon –bir çeşit asli desen– bulunduğunu kanıtlamayı amaçlayan bir metnin varlığından söz etmişti. Arkadaşımın sözlerini unutup gitmiştim; iki kış sonra, ilkinden çok farklı, asla cebinde sabunsuz seyahat etmeyen çok titiz bir arkadaşım Thomas Browne’dan bahsetti: Barok XVII. yüzyılda yaşamış melankolik bir tipmiş ve ölümünden sonra yayımlanan bir eserinde doğayla kültürün quincunx adı verilen beş noktalı bir şeklin tekrarında buluştuklarını ileri sürmüş. Bunun üzerine ilk arkadaşımın sakalını, sahte peygamber havasını hatırladım ve kütüphanenin yolunu tuttum. Aradığım kitabı bulmam biraz zaman aldı. Kütüphaneci kadının söylediğine göre biri yerini değiştirmiş, kitap her nedense çizgi romanlar bölümünü boylamış, Miki Fare’yle Tom ve Jerry’nin, Walter Disney’in ilk çiziktirmelerinin arasında kaybolmuştu. Bunun üzerine çizgi romanlar bölümüne geçtim ve orada, haklarında onca laf edilen bu resimli romancıklar arasında kitabın eski bir basımını buldum. Söz konusu eserin adı The Garden of Cyrus (Kyros’un Bahçesi), ilk basım yılı 1658’di, yazarın ölümünden yirmi dört yıl önce. Arkadaşım yanılmıştı; hayattayken yayımlanmış son eseri olmakla birlikte yazarın ölümünden sonra yayımlanmış değildi. Buna rağmen arkadaşlarımın ikisi de kitabın konusunu doğru biliyordu: tanrısal bir tasarının kanıtı olarak doğada quincunx şablonunun tekrarı. Kapakta ufak tefek, gözleri iri ve kızarık, bakışları derin ve hüzünlü, sivri sakallı, uzun saçlı bir adamın resmi vardı. Thomas Browne’un bir bakıma iki arkadaşımın ezberden çizilmiş portrelerinin bir karışımına benzediğini düşündüğümü hatırlıyorum. Bununla birlikte bu izlenimin üzerinde durmadım. Eski basım kitaba hızla göz gezdirdim ve bir dakika sonra şekli buldum. Bir deniz yıldızına, geometrik bir kelebeğe benziyordu, hemen ilgimi çekti. Kitabı alıp kütüphaneciye kaydettirdim ve öğrenci yurduna götürdüm. Hatırlıyorum, yurda vardığımda arkadaşım melankolik İngiliz’le herhangi bir benzerliği bulunmadığını ileri sürmüştü.

On beş yıl sonra, uzun okumaların ve beklenmedik bir meslek değişikliğinin ardından saplantım bir dizi makaleyle sonuçlandı; yazdıklarım beni gururlandırmasa da tatmin ediyordu. Aralarında en az bilinen ve yayımlananı, tropikal kelebeklerin şablon çeşitlemeleri tarihiydi; “Quincunx Şablonunun Çeşitlemeleri ve Tropikal Lepidopterolojide Kullanımları” adlı kısa yazının bir bölümü İngiliz The Lepidopterologist dergisinde “The Quincunx and Its Tropical Repercussions” egzotik başlığıyla yayımlanmıştı. Hatırlıyorum, makale sırf aklıma öyle estiği için bizzat Browne’dan güzel bir alıntıyla başlıyordu: “Bahçeler bahçıvanlardan önce ve topraktan hemen birkaç saat sonra var oldular.” Şimdi bile makaleyi okuduğumda bu alıntıyı orada görmek tuhafıma gider, gerekli ve alakalı çevirinin içinde kaybolmuş gereksiz bir çeviri gibi. Henüz çözemediğim bir nedenden ötürü, adını duymuş olduğum, ama projesi hakkında pek az şey bildiğim bir kadın modacının ilgisini çeken de bu kısa makale olmuştu. Daha açmadan biliyorum: Önümde duran üç zarf, basit bir telefon görüşmesiyle başlayan bir işbirliğine tanıklık ediyor.

*İng. Tasarımcı, 40 yaşında öldü. –ç.n.

** Dördü bir dikdörtgenin köşelerine, biri de ortasına yerleştirilen beş nesne ya da işaret dizilişi. –ç.n.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X