ISBN13 978-605-316-292-6
13x19,5 cm, 296 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Çağımızın Salgınları, s. 17-20

Halalarımdan ikisiyle hiç tanışmadım. Geçen yüzyılın başında doğdukları küçük kasabada, ikinci doğum günlerini görememişler. Ateşlenmişler; başka neleri olduğunu bilemiyorum. Durum o kadar kötüymüş ki, büyükbabam ölüm meleğini kandırmak için ibadethaneye gidip kızlarının adını değiştirmiş. Bunu kızların ikisi için de yapmış. Hiçbir işe yaramamış.

1850 yılında ABD’de doğan her dört bebekten biri, ilk doğum gününden önce ölüyordu. İnsanların kötü kokulu, akan suyu olmayan, karanlık ve kirli odalara sıkıştıkları kalabalık kentlerde, ölümcül salgınlar hızla yayılıyordu. Kolera, zatürre, kızıl, difteri, boğmaca, verem ve çiçek hastalığı alışıldık dertlerdendi.

Günümüzde ise ABD’de bir yaşından önce vefat sayısı öngörüsü, her bin bebek için sadece altı bebek; dikkat çekici bir iyiye gidiş bu. Son 150 yıldır, ulusumuz ve gelişmiş dünyadaki diğer ülkeler giderek daha sağlıklı oluyor. Bunu gelişen sağlık önlemlerine, fare kontrolüne, temiz içme suyuna, pastörize süte, çocukluk dönemi aşılarına, anesteziyi de kapsayan modern tıp yöntemlerine ve elbette 1940’lardan beri kullanımda olan antibiyotiklere bağlayabiliriz.

Günümüz dünyasında çocuklar, D vitamini eksikliği nedeniyle şekil bozukluğu oluşan kemikler ya da enfeksiyonlardan kaynaklanan “bulutlu” sinüsler* olmadan büyüyor. Doğum yapan kadınların neredeyse hepsi sağ kalıyor. Seksen yaşındakiler eskiden evlerinden pek çıkmazken, şimdi tenis oynuyor; çoğu zaman metal bir kalça eklemi yardımıyla.

Yine de son yıllarda, şu son birkaç onyıllık zaman diliminde, tüm bu tıbbi ilerlemelerin ortasında bir şeyler feci şekilde ters gitti. Pek çok farklı biçimde daha sağlıksız oluyor gibi görünüyoruz. Manşetleri her gün görebilirsiniz. Benim “çağımızın salgınları” adını verdiğim bir dizi esrarengiz derdimiz var: obezite, çocukluk diyabeti, astım, saman nezlesi, gıda alerjileri, yemek borusu reflüsü ve kanseri, çölyak hastalığı, Crohn hastalığı, ülseratif kolit, otizm, egzama. Büyük olasılıkla kendiniz veya ailenizden biri ya da tanıdığınız bir kişi bunların birinden muzdariptir. Nispeten hızlı ve sert vuran eski ölümcül salgınlardan farklı olarak bunlar, hastaların yaşam kalitesini onlarca yıl boyu düşürüp kötüleştiren kronik durumlar.

Bu salgınlar arasında en göze çarpanı olan obezite, kişinin boyu ile kilosu arasındaki ilişkiyi ifade eden vücut kitle indeksine (VKİ) göre tanımlanıyor. Sağlıklı kiloda olan kişilerin VKİ değeri 20 ile 25 arasında oluyor. 25 ile 30 arasındaki VKİ değeri kilo fazlası anlamına geliyor. 30’dan yüksek VKİ değeri olanların ise hepsi obez sayılıyor. Barack Obama, 23 civarında bir VKİ değerine sahip. Bir keresinde Beyaz Saray küvetine sıkışıp kalan William Howard Taft dışında, ABD başkanlarının çoğunun VKİ değeri 27’nin altındaydı. Taft’ınki ise 42 idi.

1990 yılında, Amerikalıların yaklaşık %12’si obezdi. 2010’a gelindiğinde, ulusal ortalama %30’un üzerine çıkmıştı. Havalimanına, markete veya alışveriş merkezine bir dahaki gidişinizde çevrenize bakın ve kendiniz görün. Obezite salgını sırf ABD’ye özgü değil; küresel bir sorun. 2008 yılı itibariyle, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 1,5 milyar yetişkin fazla kiloluydu; bunların arasından 200 milyondan fazla erkek ve yaklaşık 300 milyon kadın obez sınıfına giriyordu. Bu insanların çoğu, aşırı yemeyle değil de kıtlıkla daha çok ilişkilendirdiğimiz gelişmekte olan ülkelerde yaşıyordu.

Bu sayılar kaygılandırıcı ama asıl şok edici olan şu ki, insan vücudundaki yağın küresel çaptaki bu birikimi birkaç yüzyıllık bir süreçte değil, sadece yirmi yıl içinde hızını artırdı. Oysa bütün o fazla kilolar için sıklıkla suçlanan yağlı ve şekerli yiyecekler, bundan çok daha uzun süredir yaygın durumda; en azından gelişmiş dünyada öyle. Ayrıca üçüncü dünya ülkelerindeki yeni aşırı kilolu insanlar kuşağı, bir anda Amerikan tarzı yağda kızartmalı beslenme biçimini benimsemiş de değil. Epidemiyolojik** araştırmalar yüksek kalori alımının, elbette yararlı bir şey olmasa da dünya genelindeki obezite salgınının dağılımını ya da gidişatını açıklamak için yeterli olmadığını gösteriyor.

Öte yandan, diyabetin çocuklukta başlayan ve insülin enjeksiyonları gerektiren otoimmün biçimi (çocukluk diyabeti yani Tip 1 diyabet), endüstrileşmiş dünyada yaklaşık her yirmi yılda iki katına çıkıyor. Kayıtların titizlikle tutulduğu Finlandiya’da, 1950’den bu yana görülme sıklığı %550 yükseldi. Bu artışın nedeni, Tip 1 diyabeti daha kolay saptıyor oluşumuz değil. İnsülinin 1920’lerdeki keşfinden önce hastalık ölümcüldü. Şimdilerde yeterli tedaviyle çoğu çocuk sağ kalıyor. Ama hastalığın kendisinde değişiklik yok; bizdeki bir şey değişti. Tip 1 diyabet ayrıca daha küçük çocuklarda görülmeye başladı. Eskiden ortalama tanı yaşı dokuz civarıydı. Şimdi altı civarı; hatta bazı çocuklar üç yaşında diyabetik duruma geliyor.

Kronik solunum yolları enfeksiyonu olan astımın son zamanlardaki artışı da benzer biçimde kaygı veriyor. 2009’da her 12 kişiden birinde astım vardı (25 milyon kişi yani ABD nüfusunun %8’i civarında); o tarihten on yıl öncesinde ise 14 kişiden birinde görülüyordu. Amerikalı çocukların %10’unda hırıltılı solunum, nefes darlığı, göğüste baskı hissi ve öksürük var; siyahi çocuklardaki durum en kötüsü: Altıda biri hasta. Bu oran 2001 yılından 2009’a kadar %50 arttı. Ama astımdaki artış hiçbir etnik kökeni kayırmıyor; farklı gruplarda başlangıçtaki oranlar değişik olsa da hepsinde artış yaşanıyor.

Astım çoğu zaman ortamdaki bir şey tarafından tetiklenir; sigara dumanı, küf, hava kirliliği, hamamböceği kaynaklı kalıntılar, soğuk algınlığı ve grip gibi. Astım atağı başlar başlamaz hastaların nefes alması güçleşir ve hemen ilaç almazlarsa hastanelik olurlar. En iyi bakım verilse bile ölebilirler; iş arkadaşım olan bir hekimin oğlunun başına geldiği gibi. Hiçbir ekonomik ya da sosyal sınıf kayırılmış değildir.

Gıda alerjileri de çok yaygın. Bir kuşak önce yerfıstığı alerjileri çok enderdi. Şimdiyse hangi anaokuluna gitseniz, duvarlara “kabuklu yemişsiz bölge” uyarıları yapıştırılmış olduğunu görürsünüz.*** Giderek daha fazla çocuk, gıdalardaki proteinlere verilen bağışıklık yanıtlarının neden olduğu sorunlarla cebelleşiyor. Sadece kabuklu yemişlerdekine değil, sütteki, yumurtadaki, soyadaki, balıktaki, meyvelerdeki veya aklınıza gelebilecek herhangi başka bir şeydeki proteine alerjik olan pek çok çocuk var. Buğday unundaki ana protein glutene karşı bir alerji olan çölyak hastalığı hızla yayılıyor. Çocukların %10’u ise saman nezlesinden muzdarip. Kronik bir deri iltihabı olan egzama da ABD’de çocukların %15’inden fazlasını ve yetişkinlerin %2 kadarını etkiliyor. Endüstrileşmiş uluslarda, egzamalı çocukların sayısı son otuz yılda üç katına çıktı.

Bu rahatsızlıklar, çocuklarımızın daha önce hiç görülmemiş düzeylerde bağışıklık işlev bozuklukları yaşadığına işaret ediyor; yanı sıra çağımızın çok sözü edilen ve tartışılan salgınlarından biri olan otizm var ki o da laboratuvarımın ilgi alanına giriyor. Yetişkinler de çağımızın salgınlarından payına düşeni alıyor. Crohn hastalığı ve ülseratif koliti de kapsayan iltihabi bağırsak hastalığının görülme sıklığı nereye baksak artıyor.

* Röntgen filminde sinüslerde bulut benzeri koyu renk görünmesi sinüzite işarettir.

ç.n.

** Epidemiyoloji bir toplumdaki sağlık ve hastalık durumlarının dağılımını, örüntülerini ve risk faktörlerini inceleyip analiz eden bilim dalıdır. –y.n.

*** İnsanların o bölgelere kabuklu yemiş sokmaması için. –y.n

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X