Doğan Özdemir, "Ne çok gelecek ne az zaman", ajanssinop.com, 22 Şubat 2025
Sevgili dostum, şair ve yazar İlyas Tunç’un kitaplarını zevkle okumayı sürdürüyorum. Bu kez seçtiği konu ise “araştırmacı gazetecilik” gibi yoğun bir tarih taraması gerektiren bir alan. İnsanlığın yüz karası olan, başka canlılarda çok nadir görülen ama insanların asla vazgeçemediği “katliam” dediğimiz ırkdaş öldürümleri…
Yani, tek kişilik cinayetten farkı, öldürme hırsı ile aklını kullanamaz hale gelmiş vahşi bir kişiliğin, tüm insani değerleri yok sayıp, sadece öldürmek amacıyla ırkdaşlarını öldürmesidir. Çoluk-çocuk, kadın-erkek, yaşlı-genç gibi ayrıntıların hiç önemi yoktur; onun kafasındaki hedeflere, düşüncelere, aldığı emirlere uygun “ötekilerin” yok edilmesi için gerek kurşunla, gerekse bombayla, bıçakla, zehirle, yakmakla, uçurumlardan atmakla, sularda boğmakla… Hiç fark etmez; sadece yok etmektir.
Tüm bunlar niçin yaşanmıştır? İktidar olma ve iktidarda kalma, inançların çatışması, işgal ve sömürü, köleleştirme, insan gücünden çıkar sağlama, hatta zevk için bile yapılagelmiştir. Yazarımızın son yüzyılımızda taradığı katliamların sayısı o kadar çok ki… Şaşırmamak elde değil.
Ölümün doğal bir biçimde gerçekleşmesi ya da yaşama sevinci kalmamış bir insanın bu doğal gerçekleşmeyi beklemeksizin kendi canına kendi iradesiyle kıyması karşısında yapılacak bir şey yok. Ancak, insanların birbirlerinin canına kıymasına gelince, orada durup düşünmek zorundayız. (…) Bildiğim bir şey var ki, bu din, dil, ulus, ırk, töre gibi kavramlarla insanları kışkırtan iktidar odaklarının katliam olgusuyla, dolaylı ya da dolaysız, bir bağı bulunduğudur.
1985-1908 yılları arasında yaşanan “Kongo Katliamı” ile başlıyoruz. “İnsanlığa karşı işlenen suçların en korkunçlarından biri. Süreç, Belçika Kralı II. Leopold’un 1885’te Kongo topraklarını satın almasıyla başlıyor. Nüfusun üçte ikisi, on milyon insan, katlediliyor 20. yüzyılın bu ilk katliamında” diyor yazarımız. Vahşetin şekli: kurşun harcanmasın diye yerlilerin ellerinin kesilmesi, kafa uçurmak, asmak, zincirlemek, kırbaçlamak, tecavüz etmek, ceset yedirmek...
Bir diğeri, 6-7 Nisan 1903’te Moldavya-Kişinev’de yaşanmış; çetelerin başını çeken rahipler “Yahudilere ölüm” dediğinde, “Bebekler, gözleri dönmüş, kana susamış güruh tarafından resmen parçalandı. Gün batarken sokaklarda yığınla ölü ve yaralı vardı.” Ölümün iktidara bağlı olanlara gelmeyeceği düşünülmesin; 22 Ocak 1905’te Papaz Gapon, başlarında bulunduğu işçiler adına Çar’a yalvarıyordu: “Efendimiz, lütfen, kendi halkınıza yardımı reddetmeyiniz! Yıkınız bizi sizden ayıran duvarları. İsteklerimizin yerine getirileceği konusunda söz veriniz. Rusya’yı o zaman mutlu edersiniz; yoksa biz burada ölmeye hazırız. Yalnızca iki yolumuz kaldı: Ya özgürlük ya ölüm!” Ama sevgili Çar’ları ilk şıkkı uygun görmüştü; “Öldüler! Yaklaşık bin kişi, kadın-erkek, çoluk-çocuk...
Şimdi burada yazarımızın bu katliamları bize aktarırken başka bir özelliğini de vurgulamanın zamanı geldi. Katliamlar, bir tarihi olay gibi sadece olayın oluş tarihi, önemli kişileri ve rakamlar şeklinde verilmiyor; yani tarih anlatılmıyor. Daha çok, bu tarihi olay anımsatılırken, o acıyı yaşayan kişiler öne çıkarılıyor. Ayrıca bunların tarihi olarak nelere kapı açtığını da, o dönemde bu olayları yaşamış ya da aynı dönemde orada bulunmuş kişilerin şiir, resim, yazı, heykel gibi sanatsal yönlerden bu korkunç olayları incelemelerini ve insanlığa bir not bırakmalarını da anlatıyor. Ayrıca yazarımız, katliamların “toplumsal” değil “bireysel” yanını ele alıyor, acı ile kişiyi özdeşleştiriyor.
“Çöl Aslanı” bölümünde, 24 Ekim 1911’de İtalyanların çoluk-çocuk demeden binlerce insanı öldürmeleri, Libya direnişinin ünlü kahramanı Ömer Muhtar’ı, sonra bu konuyu film yapan yönetmen Mustafa Akkad’ı aynı sayfada okuyacağız. Yine benzeri onlarca katliama örnek olacak Mart 1913’te Tekirdağ’da yaşanan bir olayda, üç-dört köyün tüm erkeklerinin samanlığa doldurulup yakılması olayına getirdiği yorum her şeyi özetleyecektir: “Yukarı Kılıçlı Köyü’nde yaşanan katliam, Balkan Savaşları’nın yol açtığı vahşetlerden sadece biriydi. (...) Osmanlı ya da Bulgar, Sırp ya da Yunan, işgalci askerler işgal ederken, geri çekilen askerler geri çekilirken masum insanlara yapmadıklarını bırakmıyorlardı.
Sanatçılarla ilgili en çarpıcı olanlardan biri Picasso’nun “Guernica” tablosudur. 6 Nisan 1937’de İspanya iç savaşında binlerce insan öldürülecekti. Denir ki; faşist General Franco Picasso’ya; “Bu tabloyu siz mi yaptınız?” diye sorduğunda, Picasso’nun cevabı tokat gibidir: “Hayır, siz yaptınız!
O kadar çok katliam var ki... Almanya’da Hitler faşizminin Yahudilere uyguladığı soykırımın en çarpıcı adresi Auschwitz-Polonya Toplama ve yakarak yok etme kampı gibi. Yine çarpıcı bir yorum geliyor olaylardan… “Arındırma ve yok etme” eserinde Fransız tarihçi Jacquez Semelin şöyle der: “Cezasız kalacağını bilmek, celladı vahşi uçurumun dibine kadar çeker. Beden sarmalı ölümden sonra bile devam edebilir. Yaşamı sona ermiş olsa da bedenler canlıymış gibi görünebilir. Hiçbir şeye benzemesinler diye onları tekrar kesmek, biçmek, ezmek söz konusu olur.
Elbette bu toplu öldürmeler bizde de olmuştur tarihi süreçte. Bunları da yok sayamayız. Utanç duyulacak olaylar olarak anımsayacağız. Haklı gerekçeler üretmeye çalışmak katliamları haklı çıkarmıyor ne yazık ki... Ölen öldüğüyle kalıyor. Gerçi tarihi o “an” olarak alıp yorumlamazsak yanlış kanılara varırız. Yine de olmasaydı daha iyiydi diyeceğimiz olayları yok sayamayız.
Bunlardan “33 Kurşun” olarak anımsanan, Van’ın Özalp İlçesi’nde 30 Temmuz 1943’te sınır kaçakçılığıyla ilgili, değişik yorumlarla anılan toplu öldürme, şairimiz Ahmed Arif tarafından şiirleştirilmiştir. 6-7 Eylül 1955’te Taksim ve çevresinde yaşamakta olan Rum vatandaşlarımızın işyerleri ve mallarının yağma edilmesi tam bir utanç tablosuydu! Hele 1 Mayıs 1977 İşçi Bayramı katliamı unutulmazlar arasındadır. Yine kontrgerilla ve iktidar iş birliği, bir bayramı kan gölüne çevirecek ve 12 Eylül’e giden yolları açacaktı. Bu yolun taşlarından biri de 19-26 Aralık 1978’deki Kahramanmaraş katliamı olacaktı. Hedef, başta Aleviler olmak üzere demokrat ve solculardı. Çoluk-çocuk, kadın-erkek gözetmeden, vahşetin bile anlatırken utanacağı kadar dehşetle insanları “din ve inanç” uğruna katledeceklerdi. Peşinden de zaten “bizim oğlanlar başardı” denen 12 Eylül 1980 askeri darbesi gelecekti. Sloganı “Asmayalım da besleyelim mi?” olan bu dönemde yaşı tutmayanlar bile asılacaktı!
Şiddetin dini imanı olmadığının örnekleri elbette fazlasıyla var kitapta… Örneğin; 31 Temmuz 1987’de Müslümanlar için kutsal olan Hac ibadeti sırasında, Kâbe’de, Siyasal İslam’ın Sünnileri, İranlı Şiilerden dört yüzden fazla kişiyi öldürecekti! 2 Temmuz 1993’te, şeriat adına “gomonistleri-dinsizleri” yakmaya koşan, tekbir getirerek otelde insanları canlı canlı yakan dinsizleri de unutacak mıyız?
Kitabın sonundaki 25 sayfalık kaynakça bölümü, ne kadar çok eserin tarandığının ve ne kadar büyük emek harcandığının bir göstergesidir. Yazarımıza eline, emeğine sağlık diyorum.