13X19,5 cm, 192 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Giriş, "Bizim 'Yüzyıl Sonu'muzda Zaman ve Kültürel Bellek", s. 11-21

I

Yirminci yüzyılın ve onunla birlikte binyılın sonuna yaklaşırken, zamanın akışı içinde nerede durduğumuzu görüp değerlendirmek üzere giderek daha sık olarak geriye dönüyor bakışımız. Ama aynı zamanda, genellikle kültürümüzün ölümcül bir bellek yitimine yakalandığı yakınmasında dile getirilen, derinleşen bir bunalım duygusu da söz konusu. İster istemez önceki yüzyıl sonlarıyla, özellikle de yüzyıl sonlarının belirtisi olarak gördüğümüz dekadans, nostalji ve yitim duyarlığı içindeki on dokuzuncu yüzyıl sonuyla karşılaştırmalar yapılıyor. Ne var ki yüz yıl önce, uzun bir ekonomik durgunluk ve kriz dönemi sona ermekte olduğundan, bu adı çıkmış hastalığa aynı zamanda bir yenilenme ve gençleşme patlaması da eşlik ediyordu. Çoğu zaman burjuva güven ve saadet çağı olarak yüceltilen Victoria çağının sonu, Avrupa toplumlarını günümüzde de durulmamış olan bir modernleşme hummasının içine sokmuştu. 1880'ler civarındaki dönemle yapılacak bir karşılaştırma daha da anlamlıdır. Ancien régime'in (eski rejim) Fransız Devrimi'yle son bulması ve ondan da önce Amerika'da Britanya sömürge yönetiminin sona ermesi, sonraki kuşakların imgelemini kuşatan ve dünyamıza bu yüzyılı da kapsayacak şekilde biçim veren güçlü gelecek tasavvurları yaratmıştı.

Bastille'in yıkılmasından tam iki yüzyıl sonra, 1989'un başlıca tarihsel altüst oluşları, bu tür gelecek tasarıları doğurmadı pek. Batı'nın Soğuk Savaş'taki zaferi de Alman birleşmesi de kalıcı bir coşkuya yol açmadı; gelecek yüzyılı tahayyül etmemizi sağlayacak pek fazla siyasal imgelem de üretmedi kuşkusuz. Aksine, daha yirmi beş yıl önce Amerikalı gelecekbilimcilerin imgelemini harekete geçiren 2000 yılı ötesi, gerek geleceğin bize neler sunacağı, gerek geçmişin nasıl anımsanacağı –tabii anımsanacaksa eğer– konusunda pek azımızda güven duygusu yaratıyor. Los Angeles'a, bu tipik postmodern metropole musallat olan felaketler ile Blade Runner ya da Total Recall gibi öncü bilimkurgu filmlerinin kurmaca dünyaları, yeni bir dünya düzenine yönelik siyasal tasarılardan ya da barış adına birleşmeden çok, Amerikan kültürünün kendi geleceğini nasıl tahayyül ettiği ve anılarını nasıl kullandığı hakkında bir fikir veriyor.

Elbette, geleceği önceden kestirmek hep kesinlikten uzaktır. Ama dünyanın 1994'teki durumuna bakıldığında 1990'ların bir başka belle époque(*) olarak anımsanacağı pek söylenemez ve son yüzyıl sonundan yalnızca birkaç yıl sonra olanlar göz önünde bulundurulduğunda, bütün bu karşılaştırmanın pek rahatlatıcı olmadığını belirtmek gerekiyor her şeyden önce. Çünkü yirminci yüzyıl aynı anda hem betimlenmesi olanaksız felaketlerin hem de çılgın umutların yüzyılı oldu; çoğu zaman da umutların kendileri, zulme ve kitle kıyımına, kaynakların ve çevrenin açgözlülükle sömürülmesine, dünyanın daha önce hiç tanık olmadığı ölçüde kitlesel göçlere ve yerinden etmelere göz yumularak gelecekteki bir diktatörlüğü (saf ırk, sınıfsız toplum, huzurlu tüketici cenneti) meşru kılma sonucunu getirdi.

Kuşakların belleği zayıflamaya başlayıp, sözcüğün gerçek anlamıyla modern olan bu yüzyılın sonraki on yıllık dönemleri giderek daha çok sayıda insan için tarih ya da mit haline geldiğinde, bu tür geriye bakma ve anımsama, zamansallık ve bellekle ilişkisi açısından bazı çetin temsil sorunlarını göğüslemek zorundadır. İnsan belleği antropolojik bir veri olabilir, ancak bir kültürün zamansallığını kurma ve yaşama tarzlarıyla yakından bağlantılı olduğu için, belleğin alacağı biçimler daima olumsaldır ve değişime tabidir. Öyleyse bellek ile temsil, bu yüzyılın anılarının ve bu anıları taşıyanların çevresine –ki Yahudi Soykırımı'ndan kurtulanların anıları kamunun zihnindeki en çarpıcı örnektir yalnızca– alacakaranlığın çöktüğü bu yüzyıl sonunda ana kaygılar olarak kendini gösterir.

Dilde, anlatıda, görüntüde ya da kaydedilmiş seste olsun, bütün temsil biçimlerinin belleğe dayandığını görmek için çok gelişkin bir kurama gerek yok. Bazı kitle iletişim araçları bizde katışıksız bir şimdilik yanılsamasını uyandırmaya çalışsa da, temsil (re-presentation, yani yeniden sunum) hep sonradan gelir. Ama belleğin kendisi, bizi sahici bir başlangıca götürmek ya da gerçeğe doğrulanabilir bir erişim sağlamaktan çok, geç kalmışlığında bile ve özellikle de bu yüzden temsile dayanır. Geçmiş belleğin içinde yalın bir halde bulunmaz, anı haline gelmesi için dile getirilmesi gerekir. Bir olayı yaşamak ile onu bir temsil içinde anımsamak arasında bir yarığın oluşması kaçınılmazdır. Bu çatlaktan yakınmak ya da bu çatlağı görmezlikten gelmek yerine, onu kültürel ve sanatsal yaratıcılık açısından güçlü bir uyaran olarak anlamak gerekir. O ünlü kurabiyesiyle Proust deneyiminin öteki ucunda çocukluğun kendisi değil, çocukluğun anımsanması yer alır. Başka türlü olsa, olasılıkla A la recherche du temps perdu (Kayıp Zamanın İzinde) yazılamazdı. Anımsamanın tarzı, ele geçirmeden çok bir recherche, bir arayıştır. Her anımsama kopmaz biçimde geçmiş bir olaya ya da deneyime bağlı olsa bile, herhangi bir anımsama ediminin zamansal statüsü hep şimdidir, yoksa naif bir epistemolojinin öne süreceği gibi geçmişin kendisi değil. Belleği oluşturan, geçmiş ile şimdi arasındaki bu çok ince yarıktır: Bu yarık, belleği güçlü bir biçimde canlı kılar, onu arşivden ya da başka herhangi bir depolama ve yeniden çağırma sisteminden ayırt eder.(1)

Şu halde, belleğin alacakaranlığı bir biçimde doğal ve kuşaksal bir unutuşun, daha güvenilir bir temsil biçimi aracılığıyla giderilebilecek bir unutuşun sonucu değildir yalnızca. Daha çok, temsilin yapılarının kendisinde içerilmiş durumdadır. Çağdaş kültürdeki anımsamayla ilgili saplantılar, bu ikili sorunsal açısından okunmalıdır. Alacakaranlık anıları, iki tür anımsamayı da içerir: Zamanın geçişine ve teknolojik modernleşmenin kesintisiz hızına bağlı olarak yitmekte olan kuşaksal anımsamalar ile belleğin alacakaranlık statüsünü yansıtan anımsamalar. Alacakaranlık, günün, unutuş gecesini önceleyen, buna karşın zamanın kendisini yavaşlatır görünen ânıdır: Günün son ışığının son görkemli gösterilerini ortaya koyabileceği bir ara durumdur. Belleğin ayrıcalıklı zamanıdır.

II

Bu kitapta bir araya getirilen denemeler, postmodernizm üzerine 1980'lerin başlarından ortalarına dek süren geniş kapsamlı tartışmayı izleyen yaklaşık yedi yıllık bir dönemde yazıldılar. Postmodernizm tartışmaları zaman ile zamansallık tematiğini yüksek modernizmin daha önceki bir kültürel ânına ait görüp uzamla ilgili konular üzerinde yoğunlaşırken, ben içinde bulunduğumuz ânı kuşatmayı sürdüren zaman ile bellek konularına giderek daha çok ilgi duymaya başladım. Daha sonra, Kluge ile Kiefer gibi sanatçılarda zaman ve anımsamanın kendini belli etmesi, bunun yanı sıra (McLuhan üzerine yazan) Baudrillard ve (Weimar üzerine yazan) Sloterdijk gibi postmodernlik kuramcılarının yapıtlarındaki geçmişin çoğul izleri, belleğin çağdaş kültürdeki konumuyla ilgili daha geniş kapsamlı soruları gündeme getirdi. Burada özellikle de müzenin şaşırtıcı popülerliği ve anıt ile abidenin estetik, tarihsel ve uzamsal anlatımın temel biçimleri olarak canlanması beni etkilemişti. Bu arada mimarinin kendisi de yer belleğiyle ve uzamsal yapılarda zamansal boyutların işlenmesiyle giderek daha çok ilgilenir hale gelmişti; bunun en çarpıcı örneklerinden biri, Daniel Libeskind'in Berlin'de halen yapımı süren Yahudi Müzesi'dir. Siyasal alanda, anımsama ile unutma, bellek ile bastırma, bellek ile yer değiştirme konuları Alman birleşmesinin peşi sıra yeniden su yüzüne çıktı. Çözülmemiş Alman milliyetçiliği sorunu ile Doğu ve Batı Alman kültürünün son kırk yılının acı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi söz konusuydu; bunlar, bu derlemenin ikinci ve üçüncü denemelerinde ele alınan konular.

Aslında, denemelerin hepsinde zamanın damgası var. Aralarındaki bazen görünür, bazen daha derinde yatan bağlantıyı iki etmene bağlıyorum. Birincisi, Üçüncü Reich(**) döneminde, ancak ona ilişkin bilinçli anılara sahip olamayacak kadar geç bir tarihte doğmuş, Batı Almanya'da yetişmiş II. Dünya Savaşı sonrası ilk kuşağın bir üyesi olarak benim için Alman bağlamında bellek politikası, ergenlikten beri yetişmemi belirleyen konulardan biri oldu. Almanya'nın şu an içinde bulunduğu konjonktür, kültürel sermayenin tartışmalı yeniden düzenlenmesi ve ulusal belleğin yeniden düzene sokulmasıyla, hiç kuşkusuz bu konuyu bir süre daha ön planda tutacaktı.

İkinci olarak, uzun bir süre, medyanın modern kültür üzerindeki etkileriyle ilgilendim. Modernizm, faşizm ve komünizm çağında kültüre ilişkin değerlendirmeleri farklılık göstermekle birlikte, Walter Benjamin ile Theodor W. Adorno'nun mekanik yeniden üretim çağında sanat ve kültür endüstrisi üzerine yapıtlarına ivme kazandıran konular bellek ile zamansallık olmuştu. Kapitalist kültürün ölümcül hastalığı olarak bellek yitiminin eleştirisi de ilk kez Adorno tarafından 1930'ların sonlarında müziğin fetiş karakteri üzerine yapıtında, daha sonra bir kez daha Dialektik der Aufklärung'un (Aydınlanmanın Diyalektiği) ünlü kültür endüstrisi bölümünde dile getirilmişti. Gerçi Adorno ile Benjamin'in çözümlemeleri, modern kültürün artık tarih olmuş bir başka aşamasına ilişkindi; ama onların döneminden bu yana, siyaseti ve kültürü en temel yollardan etkileyen medya teknolojilerindeki gelişme, bellek ile bellek yitimi konularının önemini daha da artırdı.

Dolayısıyla bu kitaptaki denemeler kurumlarda, kamusal tartışmalarda, kuramda, sanatta ve edebiyatta dile getirildiği biçimiyle kültürel bellek hakkında. Bu denemeler sürekli olarak yirminci yüzyıl kültürünün daha önceki anlarına geri dönüyor (Rilke ile Jünger hakkındaki denemeler, ama aynı zamanda Fluxus ile McLuhan üzerine denemelerle modern müzeye ilişkin düşünceler(***)). Yalnızca Baudrillard hakkındaki deneme açık olarak medya kuramını işliyorsa da, medya konusunun –ki bütün kitap boyunca varsayılan bir noktadır bu– kültürümüzde zamansallık yapılarını yaşama tarzımız açısından merkezi bir önemi var. Walter Benjamin, Baudelaire üzerine yapıtında, Baudelaire'in on dokuzuncu yüzyıl modernliğinin başkenti Paris'i, kitlelerin çalkantılı perdesinin arkasından görüp temsil ettiğini söylemişti. Benzer biçimde ben de bu kitapta medyanın, yirminci yüzyılın sonundaki kültürel bellek sorununa ve zamansallık yapılarına arkasından baktığım gizli perde olduğunu söyleyeceğim. Bellek için verilen mücadele, sonuçta tarih için ve yüksek teknolojinin yol açtığı bellek yitimine karşı da verilen bir mücadeledir. Alexander Kluge gibi benim de, her ne kadar medyanın yeni iletişim biçimleri potansiyelini önemli buluyor, hatta bundan heyecanlanıyorsam da, medyanın yıkıcı gücü konusunda kaygılarım var. İçine girdiğimiz yüksek teknoloji dünyası ne dünyanın sonu ne de her derdi çözecek bir çare. Bu dünya her iki öğeyi de içeriyor; üstelik kültürel belleği düşünme ve yaşama tarzlarımız üzerinde derin etkileri var.

Bu etkilerden bazıları kültürümüzde oldukça önemli ve şaşırtıcı bir çelişkiye yol açtı. Tarih ile tarih bilincinin tartışmasız günbatımına; siyasal, toplumsal ve kültürel bellek yitimi konusundaki yakınmaya ve tarih sonrasıyla (posthistoire) ilgili kutsayıcı ya da kıyamet tellallığı yapan çeşitli söylemlere, son on beş yılda benzersiz boyutlarda bir bellek patlaması eşlik etti. Kültür, toplum ve doğa bilimlerinde bellek üzerine geniş kapsamlı tartışmalar yapılıyor.(2) Ulus-üstü yapıların ortaya çıktığı bir çağda, ulusal kimlik sorunu, ulus ile devletin varsayımsal özdeşliği çerçevesinde değil, giderek daha çok kültürel ya da kolektif bellek çerçevesinde tartışılıyor. Fransa 1980 yılını l'année du patrimoine (miras yılı) olarak belirledi; aynı yıl İngiltere, Fransa'dan bağımsız olarak ulusal mirasını kutladı. Hurban(****) anısının devlet ve ulus açısından her zaman önemli bir siyasal rol oynadığı İsrail bile bellek kültürünün belirgin bir yoğunlaşmasına tanık oldu. Almanya da (o zamanlar Batı Almanya) dişlerini gıcırdatıp üstüne düşen pişmanlık görevini yerine getirerek, 1980'lerde Nazilerle ilgili bitmek bilmeyen 40. ve 50. yıldönümleri düzenledi; bu yıldönümleri Alman kimliği üzerine bir dizi çok ilginç kamusal tartışmanın yanı sıra Bitburg utancına ve tarihçiler tartışmasına da (Historikerstreit) yol açtı. Tüm bu süre içinde gerek Amerika Birleşik Devletleri gerek Avrupa, yakın gelecekteki bir travmatik yitimden korkuyormuşçasına, müzeler ve anıtlar inşa etmeyi sürdürdüler.

Ancak bellek kaygısı, resmi siyasal ya da kültürel alanın çok ötesine geçti. Bugün azınlık hakları mücadelesi giderek daha çok kültürel bellek, kültürel belleğin dışlamaları ve tabu bölgeleri çevresinde örgütleniyor. Öteki anılar ve öteki öyküler, 1980'lerle 1990'ların başındaki toplumsal cinsiyet, cinsellik ve ırkla ilgili hummalı kimlik tartışmalarında ön sırayı işgal etti. Göçler ile nüfus kaymaları bütün Batı toplumlarında toplumsal ve kültürel bellek üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor ve bu tür kamusal tartışmalar yoğun biçimde siyasi bir nitelik taşıyor. Genellikle savunuya geçmenin ya da mağduriyetin biçim verdiği yekpâre kimlik kavramları, ulusal ya da başka nitelikli olsun bütün kimliklerin her zaman heterojen olduğu, siyasal ve varoluşsal geçerliliğini koruyabilmek için böyle bir heterojenliğe gereksinim duyduğu kanısıyla çatışıyor.

Bu çok yeni bellek saplantısını nasıl anlamalıyız? Kültürümüzde yeniliğin, geleceğe ilişkin beklentiler yerine giderek daha çok bellek ve geçmişle bağlantılandırılmasını nasıl değerlendirmeliyiz?(3) Açık olan bir şey varsa, o da bunun, ilerleme ve modernleşme ideolojisinin bariz kriziyle ve bütün bir teleolojik tarih felsefeleri geleneğinin gücünü yitirişiyle bağlantılı olduğudur. Bu yüzden, tarihten anıya kayış yalnızca tarih karşıtı, göreci ya da öznel olmaktan çok, uzlaşmacı teleolojik tarih kavramlarının arzu edilen bir eleştirisini temsil eder. Yalnızca tarihçi için bir malzeme olmaktan çok, bir kavram olarak bellek, edebiyat eleştirmenlerini, tarihçileri ve sosyal bilimcileri giderek daha çok birbirine yaklaştırıyor gibi görünüyor; buna karşın, kuşkusuz edebiyat kuramının bazı önde gelen söylemlerindeki daha geleneksel bir tarih kavramı, disiplinler arasında bir siper harbine neden oluyor. Belleğe ayrıcalıklı bir yer tanınması, Nietzsche'nin arşiv tarihçiliğine saldırısının çağdaş bir versiyonu olarak görülebilir; kendi adına tarihsel bilgi üreten, ancak çoğu zaman çevresindeki kültürle hayati bağlarını koruyamayan bir akademik aygıtın belki de haklı bir eleştirisidir bu. Belleğin bu açığı kapatacağına inanılıyor. Günümüzde belleğe tanınan bu ayrıcalıkta ikili bir paradoks var. Anımsama kültürümüz bir yandan arşiv fikrini yadsıyor, ama bir yandan da varlığını sürdürebilmek için arşivin içeriklerine bağlı kalıyor. Arşivden hayati farkını da yenilik üzerinde, artık yeniyi fetişleştirmeme yeniliği üzerinde ısrarla durarak ortaya koyuyor.

Bu nedenle benim varsayımım, günümüzdeki bellek saplantısının yalnızca yüzyıl sonu sendromunun, postmodern pastişin bir başka belirtisinin sonucu olmadığıdır. Bence bu saplantı, yeniyi ütopik olarak, radikal ve indirgenemez bir biçimde öteki olarak yücelten modernlik çağını belirleyen zamansallık yapısı krizinin bir göstergesidir. Nietzsche Unzeitgemässe Betrachtungen'ın (Zamana Aykırı Düşünceler) ikinci kitabına yazdığı önsözde hepimizin tüketici bir tarih ateşine tutulduğumuzu belirtirken, yük olarak geçmişe, arşivci ve anıtsal tarihe karşı çıkıyor, daha canlı bir tarih biçiminin modern kültüre enerji kazandıracağı inancıyla kendi döneminin boğucu tarihselciliğine saldırıyordu. Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik'in (Müziğin Özünden Tragedyanın Doğuşu) ve bazı başka erken dönem yazılarının temel olarak üzerinde durduğu nokta budur. Bu metinlerde, özellikle de tarihin kullanımları ve kötüye kullanımlarına ilişkin düşüncelerinde Nietzsche ütopyacı bir modernistti; tarihi nesneleştirip meşrulaştıran söylemlere bir alternatif, modern yaşamın patolojilerine de bir tedavi olarak belleğe ilişkin klasik modernist formülasyonları dile getiren –Bergson'dan Proust'a, Freud'dan Benjamin'e uzanan– bir düşünsel çizginin başında yer alıyordu. Burada bellek her zaman, Benjamin'in kapitalist şimdinin "homojen boş zamanı" adını verdiği şeyin ötesindeki ütopik bir uzam ve zamanla bağlantılandırılıyordu.

Ancak bizim içinde bulunduğumuz durum artık bu değildir. Nietzsche'nin polemiği, tarihsel bilincin kamusal kültürdeki aşırı gelişmesini ele alıyordu; oysa bizim belirtimiz, tarihsel bilincin körelmesi gibi görünmektedir. Elbette, süregiden çılgınca temposu, hızla unutmaya dayalı televizyon politikası ve kamu alanının giderek daha çok anlık eğlence kanallarına ayrışması ile kapitalist kültürün yapısı gereği bellek yitimini içerdiği görüşünü kanıtlayacak veriler var. Bugün kimse tarihin yaşamımızda aşırı bir yer tuttuğunu öne süremez. Ancak iki dünya savaşı arasındaki dönemde Heidegger ve Adorno gibi birbirinden çok farklı düşünürlerin daha önce dile getirmiş oldukları bellek yitimi yakınması, kültürümüzde aynı zamanda bellek saplantısı olduğu gözlemiyle nasıl bağdaştırılabilir? Hiç kuşkusuz, Adorno'nun belleğin meta biçiminde dondurulması şeklindeki parlak Marksist eleştirisi hâlâ günümüz bellek yitiminin önemli bir boyutunu ortaya koyuyor; bununla birlikte meta biçimi ile ruhsal yapıyı indirgemeci bir yaklaşımla örtüştürdüğü için, bu görüş bize kültürümüzü kuşatan anımsama arzuları ve pratiklerini açıklayacak gereçleri sağlayamıyor.

Günümüz konjonktürünün güçlüğü, bellek ile bellek yitimini karşı karşıya koymaktan çok, ikisini bir arada düşünme gereğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bizim ateşimiz Nietzsche'nin kastettiği anlamda, üretken bir unutmayla iyileştirilebilecek tüketici bir tarih ateşi değildir; daha çok, zaman zaman belleğin kendisini tüketecek noktaya varan bellek yitimi virüsünün yol açtığı bir bellek ateşidir. Geriye dönüp baktığımızda, Nietzsche'nin dönemindeki tarih ateşinin nasıl ulusal gelenekleri icat etme, imparatorluğa dayalı ulus-devletlere meşruluk kazandırma ve Sanayi Devrimi'nin güçlüklerini yaşayan çatışma içindeki toplumlara kültürel tutarlılık kazandırma işlevini gördüğünü görebiliriz. Bununla karşılaştırıldığında bizim kültürümüzün bellek çırpınmaları kaotik, bölük pörçük ve amaçtan yoksun görünmektedir. Açık bir siyasal ya da alansal odaktan yoksun gibidirler; buna karşın toplumumuzun, bilgi devriminin ardından geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ilişkinin dönüşüme uğradığı bir anda zamana tutunma gereksinimini dile getirirler. Yirminci yüzyılın son yıllarında yaşamlarımızın alansal ve uzamsal koordinatları netliğini yitirdiği, hatta dünyadaki artan hareketlilik yüzünden çözülmeye uğradığı için, zamana tutunma daha da önemli hale gelmektedir.

Sonuçta, belleğe ilişkin saplantılarımızın, yaşam alanımızı (Lebenswelt) oldukça belirgin biçimlerde değiştiren hızlı teknik süreçlere karşı bir tepki oluşturma işlevi gördüğünü söyleyeceğim. Artık bellek öncelikle, meta biçimi yoluyla kapitalist şeyleşmeye karşı yaşamsal ve güç veren bir panzehir, daha önceki bir kültür endüstrisinin ve onun tüketim pazarlarının demir parmaklıklı homojenliğinin bir yadsınması değildir. Daha çok, bilgi işlem süreçlerini yavaşlatma; zamanın, arşivin eşzamanlılığı içinde çözülmesine direnme; benzeşim, hızlı bilgi akışı ve kablo ağları evreninin dışında bir düşünme tarzını yeniden ele geçirme; afallatıcı ve çoğu zaman tehditkâr bir heterojenlik, eşzamansızlık ve aşırı bilgi yüklemesi dünyasında tutunacak bir alan talep etme girişimini temsil eder. Bu görüş en kapsamlı biçimde, kitle iletişim aracı olarak müze ve anıtla ilgili denemelerde geliştirilmiştir.

Aslında, son on beş yılın şaşırtıcı bellek patlamasında söz konusu olan, Batı'nın teknolojik açıdan en gelişmiş toplumlarında yaşamlarımızı içinde sürdürdüğümüz zamansallık yapısının yeniden düzenlenmesidir. Reinhart Koselleck gibi tarihçiler, geleceğin geçmişle eşzamanlı olmadığı geçmiş/şimdi/gelecek şeklindeki özgül üçlü yapının nasıl on yedinci yüzyıldan on sekizinci yüzyıla geçilirken doğduğunu göstermişlerdir.(4) Kültürümüzün zaman hakkında düşünme tarzı, her ne kadar biz onu doğalmış gibi yaşantılıyorsak da, doğal olmaktan çok uzaktır. Geleneği ayrıcalıklı bir yere koyan ve geleceği öncelikle, oldukça durağan bir biçimde, hatta uzamsal bir biçimde, Hüküm Günü zamanı olarak düşünen önceki Hıristiyan çağlarıyla karşılaştırıldığında, modern toplumlar dindışı geleceği dinamik ve geçmişten üstün bir şey olarak düşünmeye çok daha fazla ağırlık vermişlerdir. Böyle bir düşünme tarzında gelecek radikal olarak zamansallaştırılmış, geçmişten geleceğe ilerleyiş de bir bütün olarak modernlik çağının özelliğini belirleyen toplumsal ve insani olgulardaki ilerleme ve kusursuzlaşma kavramlarıyla bağlantılandırılmıştır. Bu modern zamansallık yapısı, zamanı yaşama ve yaşantılamayla ilgili bu yapı çoğu zaman, özellikle de Romantik dönemin kapitalizm karşıtlığı ve Aydınlanma eleştirileri geleneğinde, aldatıcı ya da tehlikeli görülerek eleştirilmiştir. Bizim yüzyılımızda, daha iyi bir geleceğe ilişkin farklı siyasal versiyonlar birbiriyle kıyasıya mücadele etmişse de geleceği ilerleme ya da ütopya olarak gören özü itibariyle modern kavram herkesçe paylaşılmıştır. Ama artık bu görüş birliği sona erdi.

Dolayısıyla yalnızca bir başka kötümserlik sürecini ve ilerleme kuşkusunu yaşamakla kalmıyor, aynı zamanda bu modern zamansallık yapısının kendisinin dönüşümünü de yaşıyoruz. Son yıllarda giderek artan bir biçimde, gelecek sanki geçmişe sığınıyor. II. Dünya Savaşı sonrası statükonun çöküşü, bu çöküşle birlikte kendi oldukça istikrarlı zamansallık ve küresel bölünme anlayışını getirdi ve şimdi Avrupa'yı istila eden geçmişin hayaletlerini yeniden canlandırdı. Yirmi birinci yüzyıl bir yineleme gibi çıkıyor ortaya: Karanlık bir geçmişte bıraktığımızı sandığımız kanlı milliyetçilikler ile kabileciliklerin, dinsel köktencilik ile hoşgörüsüzlüğün yüzyılı olarak. Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya'nın her geçen gün karşılıklı olarak birbirine daha fazla nüfuz etmesi buna bir başka boyut getiriyor. Farklı hızlarda olsa da geleceğe birlikte ilerlemek yerine, şimdimizde öyle çok eşzamansızlığı üst üste yığdık ki, çok melez bir zamansallık yapısı beliriyor gibi: İki yüzyıldan fazla bir süreyi kapsayan Avrupa/Amerika modernliğine ait parametrelerin kuşkusuz ötesine giden bir yapı bu. Bazıları bu yeni ve heyecan verici farklılığı kavramak üzere "küresel posmodernlik"ten söz etmişlerdir, ancak bu terim iki nedenle sorunsal bir nitelik taşımaktadır. Modernliğin daha önceki bir döneminden gelen eski merkez/çevre ilişkileri günümüzde hiçbir biçimde yok olmuş değildir, ayrıca yeni ortaya çıkan postmodernlik yapıları da dünya yüzünde çok dengesiz olarak gelişmiştir. Gene de Batı toplumlarının kültürleri için "küresel postmodernlik", artık bu toplumların geleneksel ulus ile ırk, dil ile ulusal tarih eksenleriyle güvence altına alınamayan kültürel belleklerinde önemli bir değişimi belirlemektedir.

Bununla birlikte, modernliğin gelecek motoru, yani teknolojik gelişme, bir yandan hızlı ilerleyişiyle bizi tümüyle eşzamansallık ilkelerine göre işleyen bir bilgi ağları dünyasına sokarken, bir yandan da eşzamansızlığın çok yönlü imgelerini ve anlatılarını sunmaya devam ediyor bize. Paradoks şu: Hâlâ geleceğe ilişkin yüksek teknoloji hayalleri besliyoruz, ancak bu yüksek teknoloji dünyasının düzenlenişinin kendisi, geçmiş ile gelecek, yaşantı ile beklenti, bellek ile gelecek tasarımı gibi kategorileri çağdışı kılma tehdidini getiriyor. Böylece, gerçek dünyada eşzamansızlığın getirdiği karmakarışıklık, zamansal farklılığın görülüşü, bilgi ve veri bankaları dünyasında zamanın tükenişi ile dramatik bir biçimde çatışıyor. Ancak gerçek dünya ile onun bilgi sistemlerindeki inşası arasındaki sınırlar elbette akışkan ve geçirgendir. Yeni iletişim teknolojileri ve bilgi siber-uzamında ne kadar çok yaşarsak, zamansallık kavrayışımız bundan o kadar etkilenecektir. Bu yüzden, tarihsel bilincin yok olmaya yüz tutmasının kendisi tarihsel olarak açıklanabilecek bir olgudur. Bununla birlikte, bellek patlaması, potansiyel olarak sağlıklı bir mücadele işaretidir: Bilgisel hiper-uzam ile, nasıl düzenlenmiş olursa olsun, yaygın zamansallık yapılarında yaşama yönündeki temel insani gereksinim arasındaki mücadeledir bu. Aynı zamanda da zamansız klostrofobiden ve kâbuslara özgü hayaletlerle benzeşimlerden oluşmuş bir koza ören medya dünyasına karşı zamansallıklarına tutunmak isteyen ölümlü bedenlerin bir karşıt tepki oluşturmasıdır. Yüksek teknolojiye dayanan bir gelecekle ilgili bu ütopya karşıtı tasavvurda bellek yitimi artık anımsama ile unutma diyalektiğinin bir parçası olmayacak, onun radikal ötekisi olacaktır. O zaman da bellek yitimi, belleğin kendisinin unutuşunu mühürlemiş olur: Anımsanacak bir şey olmadığına göre, unutacak bir şey de yoktur.

Notlar

(*) belle époque (Fr.): "Güzel çağ" anlamına gelen bu söz, I. Dünya Savaşı öncesi Fransası'nın ayırt edici özelliği olan zariflik ve neşe dönemini anlatmaktadır. (ç.n.) Yukarı

(1) Belleğin bir depolama ve yeniden çağırma sisteminden çok şimdiki zamanda bir kültürel kurgu olduğu şeklindeki kuramsal kavrayış, son zamanlardaki nörofizyoloji ve nörobiyoloji araştırmalarınca geniş ölçüde desteklenmektedir. Disiplinlerarası bellek araştırmasında günümüzdeki farklı bakış açılarını ele alan kapsamlı bir araştırma için bkz. Siegfried J. Schmidt, yay. haz., Gedächtnis: Probleme und Perspektiven der interdisziplinären Gedächtnisforschung (Frankfurt am Main: Suhrkamp, 1991). Yukarı

(**) Adolf Hitler yönetimindeki Nazi Almanyası (1933-45). (ç.n.) Yukarı

(***) Türkçe seçkide Rilke, Jünger ve Fluxus'u konu alan denemeler yer almıyor. (ç.n.) Yukarı

(****) İbranicede "yakılarak sunulmuş kurban" anlamına gelen, ayrıca Şoa olarak da bilinen Hurban, Nazilerin on iki yıl boyunca (1933-1945) gerçekleştirdiği Yahudi Soykırımı'na verilen addır. (ç.n.) Yukarı

(2) Potansiyel olarak sonsuz sayıda kaynakçadan, birkaç tanesi bu girişin yazılmasında özellikle yararlı oldu: Yosef Hayim Yerushalmi, Zakhor: Jewish History and Jewish Memory (Seattle: University of Washington Press, 1982); Jan Assmann ve Tonio Hölscher, yay. haz., Kultur und Gedächtnis (Frankfurt am Main: Suhrkamp, 1988); Aleida Assmann ve Dietrich Harth, yay. haz., Mnemosyne: Formen und Fonktionen der kulturellen Erinnerung (Frankfurt am Main: Fischer, 1991); Schmidt, yay. haz., Gedächtnis: Probleme und Perspektiven; Anselm Haverkamp ve Renate Lachmann, yay. haz., Gedächtniskunst: Raum-Bild-Schrift. Studien zur Mnemotechnik (Frankfurt am Main: Suhrkamp, 1991); Anselm Haverkamp ve Renate Lachmann, yay. haz., Memoria: Vergessen und Erinnern (Münih: Fink, 1993); Saul Friedlander, Memory, History and the Extermination of the Jews of Europe (Bloomington: Indiana University Press, 1993). Yukarı

(3) Postmodern kültürde yenilik ve yenilenme sorunu ile ilgili olarak incelikli ve derin kavrayışlı bir deneme için bkz. Boris Groys, Über das Neue: Versuch einer Kulturökonomie (Münih: Hanser, 1992). Yukarı

(4) Koselleck'in tarihsel olarak farklı zaman yaşantıları konusunda, daha sonraki çalışmalar üzerinde önemli etkileri olan denemeleri şu yapıtta bir araya getirilmiştir: Futures Past (Cambridge: MIT Press, 1990). Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X