ISBN13 978-975-342-343-4
13x19,5 cm, 128 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Yer Değiştiren Gölge, 1995
Ev Ödevi, 1999
Kötü Çocuk Türk, 2001
Kör Ayna, Kayıp Şark, 2004
Mağdurun Dili, 2008
Benden Önce Bir Başkası, 2011
Sessizin Payı, 2015
İkinci Hayat, 2020
Örme Biçimleri, 2023
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

"Üçüncü Basıma Önsöz", 2001, s. 7-12

Vitrinde Yaşamak'ın ilk basımından bu yana neredeyse on yıl geçmiş. Bu yazıların birçoğunun kitabın basımından da önce, 80'lerin sonlarında yazıldığını hesaba kattığımızda, kitapla aramıza giren mesafe daha da uzar. Yakın tarih, uzak tarihe dönüşmüş artık. Bu tür yazıların kaçınılmaz çelişkisi de bu. Yazıldıkları sırada onlara güç veren ayrıntılar bir süre sonra unutulur gider. Siyasi figürler değişir, olaylar gündemden düşer, değişim kanıksanır. Kenan Evren'i kifayetsiz ama kendi halinde bir ressam sananların sayısı artmıştır örneğin.

Birkaç şeyi birden yapmaya çalışmıştım Vitrinde Yaşamak'ta. Öncelikle, Türkiye'de bir siyasi darbenin hemen ardından, devlet şiddetiyle ve haksız bir savaşla kurulabilmiş bir piyasanın içine doğan yeni kültürel ortamı çözümlemeyi deniyordum. Ama şiddetin açıklamadığı olgular da vardı orada. Nasıl oluyor da bu değişim kendini kültürel alanda bir özgürlük vaadiyle, bir özerklik iddiasıyla varedebilmişti? Daha da önemlisi, bu vaat neden bu kadar etkili olabilmişti? Türkiye modern kültürünü oluştururken o güne kadar neleri dışarıda bırakmış, neleri kültürel ifade alanının kıyısına itmişti? Modern kültürün oluşum sürecinde bastırılan içerikler 80'lerde nasıl, ne olarak ve nereye geri dönmüştü? Hangi ihtiyaçlar doğrultusunda, nasıl yeniden kurgulanarak gündeme gelmişti? Kuşkusuz aynı dönemde dünyadaki kültürel değişimle de yakından ilgili olan bu soruları 80'ler Türkiye'sinin siyasi koşullarını, yerel dinamiklerini, buraya özgü kırılmaları da hesaba katarak değerlendirmeyi denemiştim Vitrinde Yaşamak'ta.

Şu da var: Duygulardan tümüyle azade yazılar değil bunlar. Ne kadar zihinsel bir çabanın ürünü olursa olsun zorunlu bir yas sürecinin parçasıydı benim için Vitrinde Yaşamak. Çünkü bu yazıları yazarken, bir yandan da 70'lerin sol muhalefetinin yenilgisini anlamaya, belki daha da önemlisi bunu hazmetmeye çalışıyordum. Ama diğer yandan yalnızca sol muhalefetin içinden gelenlerin değil, birçok başka insanın da sert bir travma olarak yaşadığı bu yılları yalnızca duygularla yaklaşılan bir alan olmaktan, yani yalnızca kızgınlığın, pişmanlıkların ya da hafifleme duygusunun nesnesi olmaktan çıkarıp, farklı dinamiklerin iç içe geçtiği, bazı imkân ve imkânsızlıkları aynı anda barındıran bir dönem olarak ayrıştırmayı deniyordum. Bir başka deyişle, 80'leri dönemselleştirmeye çalışıyordum Vitrinde Yaşamak'ta.

Bütün bunları aynı anda, üstelik deneme gibi bence hem kibirli hem de çok kırılgan sayılabilecek bir tür aracılığıyla yapmaya çalışmanın yazıya aşırı yük bindirdiğinin farkındayım. Ama o sırada ufukta başka bir yol da göremiyordum. Birçoğumuz için henüz kişisel bir tarihti bu; genel doğrulara sığmayan, o doğruları zorlayan içerikler barındırıyordu. Üstelik birçok doğrunun gündelik deney alanında, yalnızca yeni edinilmiş bilgilerin değil, yeni bir tecrübenin ışığında da yeniden doğrulanması gerekiyordu.

Aradan geçen dokuz yıldan sonra kuşkusuz bugün o dönemi eleştiri için vazgeçilmez olan mesafeden, hem daha net hem de daha geniş bir açıdan görebiliyoruz. Yine de, yazıldığı sırada ona güç veren ayrıntılar unutulduktan sonra, bugün bu kitapta bizi hâlâ ilgilendiren bir yan varsa, bence şurada aranmalı: İki farklı iktidar projesinin, iki farklı söz siyasetinin, nihayet iki farklı kültür stratejisinin sahnesi olmuştu 80'ler. Bir yandan bir baskı ve yasaklar dönemiydi, diğer yandan yasaklamaktansa dönüştürmeyi, yok etmektense içermeyi, bastırmaktansa kışkırtmayı hedefleyen daha modern, daha kurucu, daha kuşatıcı denilebilecek bir kültürel stratejinin kendini varetmeye çalıştığı yıllar. Bir yandan bir red, inkâr ve bastırma dönemiydi, diğer yandan insanların arzu ve iştahının hiç olmadığı kadar kışkırtıldığı bir fırsat ve vaatler dönemi. Bir yanda söz hakkı engellenmiş, susturulmuş Türkiye vardı, diğer yanda söze yeni kanallar, yeni çerçeveler sunan bir "Konuşan Türkiye". Kurumsal, siyasi ve insani sonuçları bakımından yakın tarihin en ağır dönemlerinden biriydi 80'ler, ama aynı zamanda insanların politik yükümlülüklerinden kurtuldukları bir hafifleme ve serbestlik dönemi. 80'ler Türkiye'sinin ayırt edici yanı yalnızca bu karşıtlıkları çarpıcı bir biçimde bir araya getirmesi değil, birbirinden hiçbir zaman tam kopmamış bu kültürel stratejileri, görünürdeki bütün çatışmaya karşın birbiriyle uzlaştırarak varedebilmiş olmasıydı. Siyasi baskılarla vitrinlerin ışıltısı, savaşın dehşetiyle taşranın kültürel yükselişi, işkenceyle bireyselleşme çağrıları, susma zorunluluğuyla konuşma iştahı, Türkiye'de bence bugün de birbirine muhtaç olan bu iki farklı projenin çizdiği çerçevede, kısa bir zaman dilimi içinde aynı sahneyi paylaştılar 80'lerde.

Kuşkusuz başka karşıtlıklar da vardı. Yerelliğin patladığı, bir kültürel çoğullaşmanın yaşandığı yıllardı 80'ler, ama diğer yandan bütün bu patlama küresel basınçlarla birlikte şekillenmişti. Bir yer duygusunun geliştiği yıllardı 80'ler, ama bu duygu kaçınılmaz olarak bir yerellik ideolojisini, yerel olanın asıl sahibinin kim olduğunu belirlemeye yönelik bir iktidar mücadelesini de beraberinde getirmişti. Kültürel kimlikler artık kendilerini bir siyaset dolayımı olmadan da ifade edebiliyorlardı, ne var ki bu kimliklerin birbiriyle karşılaşabileceği, birbirini etkileyebileceği, birbirini dönüştürebileceği siyaset alanı gücünü yitirmiş, kamu denen alan bir toplu kayıtsızlığa dönüşmüştü. Kültürün özerkliğini en fazla talep ettiği yıllardı 80'ler; kendiliğinden yaşanan bir şey olmaktan çıkmış, yeni bir yoğunluk, özel bir vurgu kazanmıştı kültür. Ama bir yandan da hem üzerinde o zamana değin olmadığı kadar çok kamusal tartışmanın yapıldığı bir bölgeye hem de piyasanın basınçlarına fazlasıyla açık bir alana dönüşmüştü. İç dünyaların, cinsel tercihlerin, özel zevklerin öne çıktığı, gündelik hayatın kendi özerk taleplerini dayattığı yıllardı, ama diğer yandan bütün bu alanların bir bakıma yağmalandığı; kural ve sapmaları, ana akım ve kıyı bölgeleriyle yoklanıp adlandırıldığı, ilk bakışta göze çarpan bütün çeşitliliğe rağmen en kaba toplumsal yasalara tabi olduğu yıllar. Şiddetini biraz da gecikmişliğinden alan bir bireyselleşme isteği vardı 80'lerde, ihmal edilmiş kişisel istekler daha rahat ifade edilebiliyordu artık; ama aynı zamanda arzu denen şey de o zamana değin olmadığı kadar başkalarının arzularına tabi olmuş, çoğu zaman bir tüketme arzusundan ibaret kalmıştı. Tikel, kişisel ve özel olan ifade imkânı kazanmıştı kazanmasına, ama diğer yandan da bütün bunların üzerinde yükseldiği deneyim alanı belki de ilk kez bu kadar kesin bir biçimde tekilliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Geçmişe olan ilgi artmıştı artmasına, ama geçmiş denen şey de tarihsel yükünden arındırılmış bir pop tarihe dönüşmüştü çoktan. Dilin politik yükümlülüklerinden kurtulup kendini bir oyun olarak tarif edebildiği yıllardı 80'ler, ama aynı zamanda keyfileştiği, nedensizleştiği, kendi kendinin nedenine dönüştüğü yıllar. Bütün bunlar edebiyatı da yakından ilgilendiriyor: 80'lerde kendi özerk ilkelerini arıyordu edebiyat, ama diğer yandan o da tıpkı özel hayatın kendisi gibi özerkliği tehlikeye atan basınçlara, en başta da piyasanın bildik basınçlarına maruz kalmıştı.

80'ler Türkiyesi, bugün sonuçlarını çok daha net görmemize rağmen yadırgama gücümüzü yitirdiğimiz için bize daha karmakarışık görünen bütün bu kültürel karşıtlıkları olanca çıplaklığıyla görmemizi sağladı. Bunun da ötesinde kültürün illa bastırma, dışlama ya da feragata zorlama gibi ilkelerle değil, çok daha da kuşatıcı olabilecek başka ilkelerle de örgütlenebileceğini, kültür tarihinde yeraltına itilmiş içeriklerin sırf bastırılmış oldukları için yıkıcı ya da özgürleştirici olmayabileceğini de gösterdi. Burada, kitapta kullandığım "bastırılmışın geri dönüşü" kavramına bir kez daha açıklık getirmekte yarar var. Türkiye'nin modern kimliğini oluştururken o güne kadar bastırılmış, tabi kılınmış, kültürel ifade imkânlarından yoksun bırakılmış içeriklerin 80'lerde bir biçimde "geri döndüğünden" söz ediyordum orada. 80'lerde kültürel alana damgasını vurmuş bazı değişimleri (İslami yükselişi, Türkiye'nin kendi Kürtlerini keşfetmesini, taşranın kültürel yükselişini ya da "aşağı kültür" denen alandaki patlama kadar yine o yıllarda yaşanan iştah, istek ve cinsellik patlamasını da) bu kavramın yardımıyla sorunsallaştırmaya çalışıyordum. Ama 80'lerin bize sunduğu verilerle şunu bir kez daha vurgulamakta yarar var. Bastırılmış olan hiçbir zaman bastırıldığı şey olarak, orada öylece keşfedilmeyi bekleyen saf ve sahici bir içerik olarak, gaspedilmiş payını talep eden saf bir yıkıcı enerji olarak geri dönmez. Tersine geri döndüğü yerin ihtiyaçlarıyla şekillenen, başka biçimler altında hep yeniden inşa edilen, yeni kurgulara olduğu kadar politik manevralara ve kışkırtmalara da açık bir şey olarak geri döner. Bu yüzden de geçmişte bastırılmış olan bugün için daima bir mücadele konusudur. Bir başka deyişle bastırılmış olan ne sadece bastırılmıştır ne de tam anlamıyla geri dönmüştür.

Buna rağmen kavramı ısrarla kullanmamın iki nedeni vardı. Birincisi, geçmişte kamusal ya da kültürel ifade alanının dışına itilmiş içeriklerin bir zamanlar açıkça susturulmuş olmasındaki şiddeti kaydetme isteğiydi. İkinci neden ise bu şiddetin, kültürün daima içerdiği bu barbarlığın yeni kurgular üzerindeki kaçınılmaz etkisini, bugün kültürel alanda verilen mücadelenin alacağı biçimi etkileyeceğini gösterebilmekti. 80'lerdeki kültürel ortam, bir zamanlar "bastırılmış" ve şimdi "geri dönen" arasındaki ilişkinin bu ikili tabiatını görmemizi sağladı. Bunun da ötesinde, kişinin kendi bastırılmış isteklerine gömülmüşlüğünün illa özgürleştirici olmayabileceğini, nihayet kültür denen alanın bir büyük Red'in alanı olmaktan çok, birbiriyle çatışan birçok öğeyi aynı anda barındıran çatışmalı bir alan olduğunu da gösterdi. Bir de varlığın ve imkânların dünyasıyla yokluğun ve imkânsızlığın dünyasının birbirine temas etmeyecek biçimde birbirinden ayrılmasının, arada yükselen bu geçit vermez kültürel duvarın, kültür denen ortamı nasıl yoksunlaştırdığını görmemizi sağladı.

Vitrinde Yaşamak'ın bu yeni basımında birkaç cümleyi düzeltmek dışında herhangi bir değişiklik yapmadım. Değiştirme çabası, kitabın son on yılın verileriyle (kültürel bakımdan artık çok daha kutupsallaşmış olan bugünün dünyasının verileriyle yeniden yazılmasını), başka bir kitaba dönüşmesini gerektirirdi. Bu yüzden buradaki tek değişiklik, kitabın ilk basımda yer almayan "Teklifi Olmayan Kültür" adlı yazının eklenmesi oldu. Kitabın diğer yazılarından daha geç bir tarihte, 80'lerin vaatlerinin tükendiği yıllarda yazılmıştı bu yazı. Bu yüzden de hem bir geriye bakış içeriyor hem de kitabın eksiklerini kısmen de olsa tamamlayabilir sanırım.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X