13X19,5 cm, 184 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Önsöz, s. 11-18

Filistin Sürgünü'nün başlıca kaynağı kendi anılarım ve davamızın haklılığına olan inancımdır. Bu anılar halkımın yıllarca katlandığı acılar içinden süzülüp gelmiştir. Aşırı vurdumduymazlığından dolayı kibirli olan Batı dünyası haklı davamıza uzun süre gözlerini kaparken, çıkarlarına olan düşkünlüğünden dolayı rahatını bozmaktan kaçınan Arap dünyası da onu kötürümleştirmiştir.

Dolayısıyla yazdıklarım nesnel bir çalışmanın ürünü değildir. Ama Filistin halkının tarihindeki bir evrenin ve son yirmi yıl boyunca karşılaştığı çıkmazların dayatmasına gösterdiği tepkinin içten bir anlatımıdır. Bu evreyi bizzat yaşadığım ve tepkinin yanında yer aldığım için, ne kadar öznel olursa olsun, birazdan anlatacaklarımın Filistinliler'in şu anda yaptıklarının anlaşılması için bazı ipuçları vereceğini ve bu işin nedenini niçinini gözler önüne sereceğini sanıyorum.

İşleri ve ideolojileri gereği, çarpışan iki yandan birini benimseme durumunda olanların yaptığı gibi alıntı ve karşı alıntılarla uğraşacak değilim. Böyle bir şeye niyetim olmadığı gibi, yeteneklerim de buna elvermiyor. Uzun sayılabilecek çabalar sonunda şunu öğrenmiş bulunuyorum: Bugünün Filistin'i üzerindeki Siyonist, İsrail ya da Yahudi (bu adlardan istediğinizi seçebilirsiniz) hak iddiaları konusunda, bir tarihçi, insanı sarsacak ölçüde inandırıcı bir savunma biçimi ortaya koyabilir. Aynı şekilde bizim savlarımıza ve yakınmalarımıza yandaş ve destekçi olmak üzere, bir başka tarihçi de bununla taban tabana zıt, ama bütünüyle geçerli bir görüşle ortaya çıkabilir.

Truman ve Mandacılık yıllarında "can sıkıcı konu" diye nitelendirilen sorunumuz, günümüzde artık genişleyerek bir "Arap-İsrail" çatışması halini almıştır. Ama o zaman olduğu gibi, şimdi de bu sorunun büyük güçler tarafından çözümlenmesi zorunlu görülmektedir.

Benim sorunum can sıkıcı bir konu değildir. Şimdilerde Araplar ve Siyonistler arasında büyük gürültü koparan çatışmayla da bir ilgisi yoktur. Üstelik çözümü büyük güçlerin kaprisine bağlı olmadığı gibi, buna kendim de izin verecek değilim. Benim sorunum anayurduma duyduğum özlemden, bir kültürün parçası olmaktan, kesinlikle Filistinli bilincini taşıyan bir halka ait bir Filistinli olarak kendimi koruma savaşını kazanmaktan kaynaklanan bir varoluş sorunudur.

Çocukluğumda Hayfa'yı terk ederken belki Filistinli değildim, ama şimdi öyleyim. Büyük ölçüde mülteci kampında geçen serpilme çağlarımın uzunca bir bölümünü yurtsuz bir insan olarak Beyrut'ta geçirirken, "Arap kardeşlerim" arasında yaşama duygusunu hiç tatmadım. Bir Arap olduğum, bir Lübnanlı olduğum ya da bazı alçakça yobaz yazarların öne sürdüğü gibi "Güney Suriyeli" olduğum duygusunu taşımadım. Başka bir deyişle dıştalalanan bir kişi, bir yabancı, bir mülteci, bir külfettim ben. Böyle olmak benim de içinde yer aldığım bizim Filistinli kuşak için, kendi içimize dönmek, birbirimize daha sıkıca sarılmak, davranışları, duyguları ve düşünceleriyle kendine özgü bir azınlığın parçası olmak demekti. Böyle olmak, bizler için, Filistinlilik'ten gelen kültürel dokumuza ince bir nüansın katılması demekti.

Delikanlılık çağımızın bu deneyimi varlığımızı kesin biçimde bizden çekip almıştır. Bunun kabahatini Arap hükümetlerinde arayın. Birleşmiş Milletler'de arayın. Tanrı'da arayın. Çünkü siyasal olayların gizli kapaklı yorumları beni hiç mi hiç ilgilendirmez. Yaşadığımız deneyim çevremizde gördüğümüz gerçeklik düzenini ve hukuk anlayışını alıp götürdü. Bazılarımızı yenilgiye uğrattı. Bazılarımızı sindirdi. Bazılarımızı yozlaştırdı. Bazılarımızın da yüreğini katılaştırdı.

Benim gibi yenilgiye uğrayanlar Arap dünyasının dayanılmaz baskılarından kurtulmak için Hindistan, Avrupa ve Avustralya'ya kaçtılar ve buralarda kendilerini sıkıştıran sorunla boğuşarak günün birinde bu sorunun üstesinden gelmeyi beklediler. Babam ve anam gibi sinenler çaresiz bir mülteci kampında kalıp dünyanın, bir mucizenin ya da ilahi bir varlığın gelip kendilerini kurtarmalarını beklediler. Sirhan Sirhan gibi yozlaşanlar birer kiralık katil haline geldiler. Leyla Halid gibi yüreği katılaşanlar yolcu uçağı kaçırdılar.

Günümüzde hâlâ bize "Arap mülteciler" ya da "Güney Suriyeliler" diyenler varsa, hâlâ bizi baskı altında tutmak isteyenler varsa, hâlâ bizi topraklarımızdan koparmak isteyenler varsa, hâlâ bizi görmezlikten gelenler varsa ve hâlâ bizim kaderimizle oynamak isteyenler varsa, bu kişiler, Filistinlilerin de bir parçası olduğu Üçüncü Dünya'da esen rüzgâra daha ayak uyduramamışlar demektir.

Her yazar ya da konuşmacı okuyucusunu ya da dinleyicisini kendi görüş noktasına çekmek ister. Bunu da sözümona tarafsız bir tutum takınarak gerçekleştirmeye çalışır. Benim oluşturmak istediğim bir görüş açısı yoktur. Dahası konuya tarafsız bir açıdan yaklaşıyormuşum gibi davranamam.

Küçücük bir çocuk olduğum günleri hatırlıyorum. 1948 yılında Filistin'den ayrılışımızdan birkaç hafta sonraydı. Her gün saat tam üçte kaldığımız kampta anaların, babaların, teyzelerin, halaların, dedelerin, ninelerin, genç gelinlerin ve çocukların oluşturduğu bir insan kalabalığıyla birlikte radyonun başına üşüşürdük. İsrail Radyosu ya da Tel Aviv Radyosu gibi Allahın belası bir adı olan bu istasyondaki ses, mesajları yayınlayacağı anonsunu yapardı. O anda her yanı bir sessizlik kaplardı. Havadaki gerginlik biz küçük çocukları bile sarardı. Radyodan şu sözlerin yayıldığını duyardık: "Hayfa'da oturan Abu Şerif ve Cemile, Semir ve Kemal yakınları Leyla ve kocası Fuad'a sesleniyor. Lübnan'da mı kalıyorsunuz? Biz hepimiz iyiyiz." Kısa bir aradan sonra yeni bir mesaj gelirdi: "Abu ve Um Şihadî, Sofya ve Usama, Abu Edib ve ailesine sesleniyor. Anton sizin yanınızda mı? Merak ediyoruz." Konuşmacının buz gibi sesi yankılanmaya devam ederdi: "İbrahim Şevki, karısı Zemzem'e sesleniyor. Ben Yafa'ya taşındım. Baban bizimle kalıyor ve sağlığı yerindedir."

Bu yayın bir saat tutardı. Yayın süresince uzaktaki sevgililerden gelen haberler ortalığı hıçkırıklara boğardı. Bir yakından haber çıkmayınca ortalığı bir keder sarardı. Daha sonra bunun yerini ertesi günkü yayında iyi bir haber işitme umudu alırdı. Ardından bir otobüse atlayıp Beyrut istasyonuna gidilirdi. Orada öteki yakadaki yakınlara gönderilecek yirmi altı sözcüklük bir haber için saatlerce mesaj bürosunda kuyrukta beklenirdi. Çünkü kendimiz oraya gidip bu sözleri söyleyemezdik. Çünkü anlamadığımız, istemediğimiz ve başlatmadığımız bir savaştan dolayı aramızda bir ateşkes hattı bulunuyordu.

Birkaç yıl geçmesine karşın, yine Beyrut'un varoşlarında bulunan mülteci kampında kalıyorduk. Yaşam giderek güçleşiyor ve yaşamak anlamsızlaşıyordu. Başkentlerinin "Batılı kent" görüntüsünü korumak isteyen Lübnanlı yetkililer, yabancı konuklarını bizim çirkin görüntümüzle rahatsız etmekten kaçınmak için, kampımızı olabildiğince uzak bir yere taşımak istediler. Kampımız havaalanına giden yol üzerindeydi.

Bürokratik ya da başka birtakım nedenlerden dolayı bu girişim boşa çıktı. Ancak İçişleri Bakanlığı'ndan olsun, gazetelerin yazıişleri bürosundan olsun bir kul çıkıp da kentin kırk mil dışına taşınmamız halinde çekeceğimiz sıkıntıların üzerinde durma zahmetine girmedi. Okula gidecek çocukların, işe gidecek erkeklerin, alışverişe gidecek kadınların, doktora gidecek hastaların karşılaşacağı güçlükler bile düşünülmedi. Bunun anayurtlarından sökülüp atılmakla zaten yıkılmış olan bir halka yeni bir sille olacağı kimsenin aklına bile gelmedi.

Bu yüzden bu yılların öyküsü bir görüş açısı sorunu olamazdı. Yaşadıklarımı nesnel olarak yazamazdım. Bunları anlatmakla davama yandaş kazanmayı da beklemiyorum. Yalnızca sorunumuzu Arap-İsrail çatışmasından soyutlamayı ve bu sorunun nasıl bir şey olduğunu, gelecekte nasıl bir şey olacağını bilmek isteyenler için, insani boyutları içinde bu sorunu belirleyip tanımlamayı istiyorum.

Yorumcuların gerçekleri acımasız ve ısrarlı biçimde çarpıtmaları ve sorunumuzun yirmi yıl boyunca Arap hükümetlerinin vesayeti altında kalması, kimin etrafında toplandığımız ve ne istediğimiz konusunda bazı uydurmalar yaratmış bulunuyor. Bu uydurmalara göre biz Filistinliler çölde başıboş gezinen ilkel Bedevilerden başka bir şey değildik. Yurtsuzların barındığı kamplara tıkıştırılmış cahil ve hastalıklı mültecilerdik. Öteki "Arap"lardan ayırt edilmeleri olanaksız olan ve İsrail'i yok edip "Yahudileri denize dökme" özlemiyle tutuşan nefret dolu ve yaşama küsmüş Araplardık. Oyunlarda olduğu gibi, sonradan ipini koparan zararsız görünümlü kötü ruhlu adamlardık.

Siyonist İsrail denemesine destek sözünü yaygaracı biçimde sürdürmek durumunda olan Batılı insanlar, çoğu zaman gözlerini gerçeklere kapayıp bu uydurmalara inanıyorlardı. İnsanlıktan çıkarılan, beli bükülen ve yolundan alıkonan bizlerin sorunu, tanınmanın ötesinde bir dereceye düşürülmüştü. Gelgelelim İsrail'in yaratılması bir gerçek ve anıt haline geldi. Yahudileri uzun yıllar cehennem azabı içinde yaşatan ve aşağılayan Batı dünyası, kurbanlarının çektiği acılara son veren olayı hemen kutsama yoluna gittiler. İşlenen cürmün bir bedeli olmalıydı. Ama Avrupa'daki Avrupalılar ödemediği sürece, bunu kimin ödeyeceği ve nerede ödeneceği önem taşımıyordu. Çarlık Rusyası'ndaki programların (kitle kıyımlarının) ve Nazi Almanyası'ndaki cinayetlerin ardından, Filistin'e sınırsız bir Yahudi göçünü ve bir "Yahudi Yurdu" oluşturulmasını gönülden destekleyen İngiltere ve ABD, bu yeşil ve güzel topraklara "yabancı uyrukluların girişi"ni denetim altına alan bir yasal temel sağlamaktan da geri durmadı. Bu tutum, dünya kaynaklarının "yetmezliği" konusunda yürüttükleri araştırmalarda uzun yıllardan beri benimsemiş oldukları Toplumsal Darwincilik anlayışının dışa vurulmasından başka bir şey değildi.

Bunu göstermek için, Mandacılık döneminin son yıllarında Filistin'de bulunduğum sırada başımdan geçen bir iki anıya değinmek yeterlidir. Bir sömürme düzeni altında yaşamış olan ve bir "yerli" olarak görülme bilincini tatmış olan herkes böyle örnekler gösterebilir.

Hayfa'nın yakınındaki Beled el-Şeyh adlı kasabada yaşıyorduk. Bir gün okuldan eve dönerken, bir sokak köşesinde tahta ayaklık üzerindeki tepsisinde simit satan yaşlı bir adam gördüm. Seyyar satıcılık bizim dünyamıza özgü bir yaşantı biçimidir. Gelişmiş bir ekonominin kurulu modeline aykırı olan bu yaşantı biçiminde insanlar kendi ürettikleri malları yine kendileri pazarlarlar. Sözünü ettiğim seyyar satıcı gibi birçok kır saçlı adam, uzun yıllardan beri birbirini izleyen yabancı istilacıların yönettiği, baskı altında tutulan, sömürülen ve aldatılan toplumlarında geçim kavgası vermektedir.

Omuzunda makineli tüfek asılı, gençten bir İngiliz askeri caddenin öbür yanından çıkageldi. Soğukkanlı bir biçimde seyyar satıcıya doğru ilerleyerek yaşlı adamın yüzüne ve göğsüne doğru vurmaya başladı. Önce yumruklarıyla, ardından silahıyla rasgele indirdiği şiddetli darbeler sonunda adam yere serildi. Genç asker tepsiyi alıp havaya fırlattı. Tahta ayaklığı duvara çarparak ve ayaklarıyla çiğneyerek paramparça etti. Böylece işini gördükten sonra çekip gitti. Bütün bu yaptıklarının açık, geçerli ve açıklanabilir bir nedeni bulunmamaktaydı.

Kuşku yok ki İngiliz asker, dünyada yalnızca İngilizler ile İngilizler'in yönettiği bir insan soyunun yaşadığını düşünüyor ve dilediği gibi davranma yetkisine kayıtsız şartsız sahip olduğunu sanıyordu. Eğer bir "yerli"yi pataklamakla "rahatlama" duyuyorsa, o zaman bunu pekâlâ yapabilirdi. Bu davranışı için kendisine hesap sorulmazdı. Filistin'de, Hindistan'da ve Afrika'da bu böyleydi. Askeri cipi ile bir "yerli" çocuğuna çarpacak olsa, yapacağı bütün şey aracıyla geriye dönüp çocuğun işini bitirmek olurdu. (Böyle bir olay bir kuzenimin başına gerçekten gelmiştir.) Diyelim bir üsten diğerine nakledilirken, uzun ve yorucu yolculuktan canı sıkılıp da neşelenmek istese, katırıyla yoldan geçen bir "yerli"ye, tarlada çalışan bir "yerli"ye ya da kulübesinden çıkmakta olan bir "yerli"ye nişan alıp onu öldürebilirdi. Ama bu asker yurduna dönüp kendi soyundan olan İngilizler'in arasına karışınca, bir köpeği tekmeleyecek olsa cezalandırılır, bir insanı aşağılayacak olsa mahkûm edilir, edebe aykırı bir dil kullansa toplum dışına itilirdi. Şunu da belirteyim ki, o zamandan bu yana dünya da, çağ da, İngiliz asker de ve ben de değişmiş bulunuyoruz.

İşte o yıllarda Viyanalı Theodore Herzl Filistin'de "Asya barbarlığı"na karşı bir "Avrupa kalesi", bir "uygarlık karakolu" oluşturmaktan söz edince, hiç kimse çıkıp bu anlayışa ve bu anlayışın uygulamaya sokulmasına karşı çıkmadı. Tersine olay alkışlarla karşılandı.

Bu tasarı başka insanların yoğun sefaleti pahasına gerçekleşir gerçekleşmez, İsrail, sık sık söylendiği gibi "Filistin'in çöl ve bataklıklarından Siyonist devlet denen bahçeye" dönüştürülen topraklar üzerinde keyif çatmaya başladı. İsrail, her türlü serzenişten uzak tutuluyordu. Çünkü kendisini yok etmeye azmetmiş, canavar ruhlu Goliath tarafından kuşatılmış Davut pozunu çok iyi takınmıştı. İsrail'in dürüstlüğü ve masumluğu hiçbir tartışma götürmezdi. Bölgenin kötü adamlarının kimler olduğuna kuşku yoktu. (Gerçi daha 1918'de ülke nüfusunun yüzde 92'sini oluşturan "Arap mültecilere" yazık olmuştu ama, gönüllü olarak ülkelerini bırakıp mülteci kamplarında yaşamaya karar vermişlerdi. Ne de olsa bu "mülteciler" de düşman sayılırdı. Üstelik bunların yeniden yerleştirilmesi, Araplar'ın kendi iç uyuşmazlıkları yüzünden bir türlü çözülemeyen önemsiz bir sorundu.)

Nasır ve onunla birlikte hareket eden öteki Arap yöneticilerin bir fetiş haline getirdiği sorumsuz hükümet açıklamalarının da yardımıyla güçlü Siyonist propaganda mekanizması bu küçücük İsrail görüntüsünü daha da pekiştirip güçlendirdi. Böylece İsrail'in misyonunu sürdürüp kendini çevreleyen düşmanlara karşı zararsız birtakım girişimlerde bulunması haklı görülür oldu. İsrail için söylenen her şey, olduğu gibi çıkmaktaydı. Nitekim "Çöldeki Mucize", "İsrail'in Varolma Mücadelesi", "Umut ve Ergi" başlıklı kitaplar bu konuları kolayca işleyebilmekteydi. Yahudilik ve Siyonizm davaları birbirine kopmaz şekilde bağlı tek şey olarak görülmekteydi.

İsrail'e ve İsrail'in niyetleri ile etkinliklerine bu körükörüne bağlılığın sonuçları son derece kapsamlı oldu. 1956 yılında İsrail'in, emperyalist güçlerin Mısır'a yönelttiği üçlü saldırının yanında bağıra çağıra yer alması da, bu ülke hakkında beslenen ham hayalin sarsılmasında pek az etkili oldu. Aynı yıl içinde İsrail'in Kafr Kasım'da bir kıyıma girişerek tarlalarından evlerine dönmekte olan erkek, kadın ve çocuk elli bir kişiyi katletmesi Batı basınında doğru dürüst yer almadı bile. Daha da önemlisi İsrail hükümetinin kıyıma ilişkin haberleri nasıl bastırmaya çalıştığına neredeyse hiç değinilmedi. Haberlerin ayyuka çıkması üzerine yapılan yargılamada cezanın paylaştırılması yoluna gidilişi ve böylece hüküm giyen askerlerin toplam olarak bir yıldan az bir süre hapiste kalışı geçiştirildi. (Bu askerlerden bazıları hapisten çıktıktan sonra yeniden devlet görevi aldılar.) Batılı gazetelerde, Hal Draber'in İsrail'de yaşayan Filistinliler için kullandığı deyimle "İsrail zencileri"nin kendi anayurtlarında yetkililerden ve Yahudi toplumdan gördükleri davranış, haber vermeye ya da tartışmaya değer bir konu olarak görülmemekteydi.

İsrail'in işlediği hatalar benim sorunum değildir. Bunu İsrail'i destekleyenler düşünsün. Ancak Batılı bazı eleştirmenlerin ve eylem adamlarının takındığı garip tutum, benim gibi Batılı anlayışın içyüzüne erememiş bir kişi için, anlaşılmaz ölçüde paradoksal olagelmiştir. Bir özgürlük davasında, insancıl bir girişimde, baskılara karşı çıkışta, sömürgeleştirilmiş ya da ezilen bir azınlığın kurtuluş mücadelesini desteklemede kendilerine yaraşır bir tutum takınabilen bu kişiler, her nedense İsrail söz konusu olduğunda, savaş açtıkları cürümlerin İsrail tarafından işlenmesine ya gözlerini kapamaktadırlar ya da bunu örtbas etmeye çalışmaktadırlar.

Bu tür baskıların ve ayrıca kendi iğrenç amaçları için bizim davamızı seçen Nasır gibi Arap liderlerin bu yoldan elde ettiği kazanımların bir sonucu olarak, gerçekte bunalımın özünü oluşturan merkezi sorun, yani Filistin sorunu gözden kaçırılmış bulunuyordu.

Bu sorunun ön plana çıkmasına niçin izin verildiği tarihçilerin tartışacağı bir konudur. Tarihçilerin her çatışmanın gelişimini izleme, ilk tohumlarının nerede atıldığını belirleme ve bunu izleyen her olayı her yerde hazır ve nazır mantık hazretlerine bağlama gibi bir alışkanlığı vardır. Tarihçilere bu bakımdan iyi şanslar dilemek yerinde olacaktır. I. F. Stone'un öne sürdüğü gibi, kimilerince öldüğü söylenen Tanrı gerçekten ölmüşse, bunun nedeni kuşkusuz Ortadoğu çatışmasının kökenindeki kördüğümü çözmeye çalışması olmalı.

Ancak bu sorunun ne zaman ve nasıl çözümleneceği bizim sorunumuzdur. Çünkü bu dünyada ve bu çağda kendimize özgü alışkanlıklarıkapmış bulunuyoruz.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X