Engin Geçtan, "Türkçe'de Otto Rank", s. 7-9
Otto Rank'ın psikoterapi kuramı tarihindeki kendine özgü konumunun sonunda yayın dünyamızda da değerlendirilmiş olmasının ülkemiz düşün dünyasına önemli bir katkı olacağına inanıyorum, bizlere ulaşması bir hayli gecikmiş olsa da. Öte yandan, bu kronolojik gecikmenin bu dönemde sonlanıyor olması, sona ermesi, ülkemiz insanının geçirmekte olduğu hızlı dönüşümler göz önünde bulundurulduğunda, belki de isabetli bir zamanlama. Eğer birkaç on yıl önce yayımlanmış olsaydı, henüz sorulmamış soruların cevabı olarak, günlük yaşantılarımızla buluşmaya hazır olmayan çıplak bir bilgi kümesi olarak kalır mıydı sorusunu beraberinde taşıyarak. Çünkü bilgiler yaşadıklarımızla buluşabildikleri oranda özümsenip kendi bilgi dağarımıza mal edilebiliyorlar.
Başlangıçta fizyolojik temelli bir kuram olarak beliren klasik psikanaliz, bizzat Freud'un kendisinin, yine kendi yaratısı olan kateksis olgusunu sonradan bir kenara itmiş olması örneğinde olduğu gibi, fizyolojik temelinden giderek uzaklaşarak psikolojik ve toplumsal yönelimli bir kimlik edinmiştir. Böyle bir sapma olmamış olsaydı, günümüz nörobiyolojisiyle şaşırtıcı bir biçimde örtüşen kateksis kuramı psikiyatriyi belki de çok farklı yerlere taşımış olabilecekti, en azından günümüzde hâlâ üstesinden gelinememiş zihin-beden düalizminin yarattığı çarpıklıkları azaltarak.
Otto Rank, bir bakıma, o dönemin klasik psikanalizinde başlamış olan bu sapmanın önemli öğelerinden biri sayılabilir. O da, Adler ve Jung gibi, psikanaliz kuramının yaygınlaşmaya başladığı ilk günlerde Freud'un çevresinde oluşan grubun etkin bir üyesiydi ve de tıp kökenli olmayan tek üyesi. Kişisel çabalarının ürünü olan ve 1900'lerin başlangıcında artist kişilik üzerine yazdığı bir makale Freud'un ilgisini çekmiş ve Freud, Rank'ı, psikanalizin kültürel alanlara doğru oluşturduğu uzantıların öncüsü saymış, üstelik üniversite öğrenimi yapabilmesi için ona her türlü imkânı sağlamıştı. Rank, öğrenimini tamamladıktan sonra bir süre Amerika'ya gitmiş, ancak dönüşünde Freud'dan farklı görüşler geliştirmeye başlaması üzerine aralarındaki kişisel ve bilimsel ilişkiler hızla bozulmaya başlamıştı. Özellikle doğum travması konusundaki görüş ayrılığı ve Rank'ın tedavide geliştirdiği yeni teknikler Freud tarafından hiç de olumlu karşılanmamıştı. Nitekim sonraki yıllarda Rank, kullandığı tedavi yöntemi için psikanaliz yerine psikoterapi terimini kullanmaya ve klasik psikanalizi temelinden ve şiddetle eleştirmeye başlamış, kendi kavramları da Freudcu grubun eleştirilerine hedef olmuştur.
Rank, kendi kuramını geliştirme doğrultusunda ilk girişimini 1924'te yayımlanan Doğum Travması adlı kitabıyla gerçekleştirmiştir. Birazdan okuyacağınız satırlarda da görüleceği gibi Rank, dölyatağında geçen rahat bir dönemin ardından, çaba ve girişimi gerektiren doğum sonrası koşullara geçişin yeni doğan bebekte yarattığı dehşetin, en sağlıklı insanların bile sonraki yaşamında sürekli olarak var olan birincil kaygı'nın kökeni olduğu görüşünü vurgulamıştı. Bu görüş, doğum travmasının sonraki yaşamdaki kaygıların ilkörneği olduğu biçiminde ve ilk kez Freud tarafından ortaya atılmış olan görüşü çağrıştırmakla birlikte, iki görüşün yorumlamasında önemli bazı farklılıklar bulunmaktaydı.
Freud gibi Rank da az önce tanımlanan çatışmayı insanların nasıl çözümlemeye çalıştıklarını araştırmıştır. Freud, doğum travmasını insanın yaşadığı ilk kaygı olarak tanımlamış, ancak sonraki yaşamın kaygılarını genellikle cinsel nitelikte nedenlerle açıklamıştır. Buna karşılık Rank, insanın yaşamındaki kaygıların çoğunu, doğum anında yaşanan ayrılık kaygısının tekrarı olarak yorumlamıştır. Ona göre, doğum travması sonucu yitirdiklerine karşılık bebek, annesinin de yardımıyla yeni ilişkiler kurarak çevresiyle "birlikte olma" durumunu sürdürür. Ancak, gelişim sürecinin doğal sonucu olarak kurulan beraberlikler, ileride bir yenisi kurulmak üzere daima sona erer ve ayrılık kaygısı, yaşam döngüsünün her aşamasında yeniden yaşanır.
Doğum travması kavramının, her şeyin neden-sonuç ilişkisiyle açıklandığı Kartezyen düşüncenin egemen olduğu günlerde gereğinden fazla doğum olayının kendisi üzerinde odaklaştırılmış olması, Rank'ın bu kavramdan hareketle geliştirdiği diğer bazı önemli görüşlerinin geri planda kalmasına neden olmuştur. Oysa, Rank'ın doğum travması olgusundan hareketle geliştirdiği yaşam korkusu ve ölüm korkusu kavramları, kendimizi ve dünyamızı anlamada önemli bir rehber niteliği taşır.
Rank'a göre her insan, bağımlılık ve bağımsızlık ya da boyun eğme ve kendi yönünü kendi belirleme eğilimlerinin yarattığı çatışma ile dünyaya gelir. İnsanın bağımsız bir varlık olma çabası yaşamın özüdür. Bunun karşıtı, dölyatağındaki çabasız varoluşa dönme eğilimidir ki Rank bunu ölüme ulaşma isteği olarak yorumlamıştır. Dolayısıyla, ayrılık ve birleşme, yaşam ve ölümle eşanlam taşır. Bağımsızlığa doğru atılan adımlar ürkütücüdür, bireyselliği yitirerek çevrenin egemenliği altına girmek ise çaresizlik duygusunun yaşanmasına neden olur. Her iki duruma da eşlik eden duygu suçluluktur. Kendimize ya da çevremize ihanet etmenin suçluluğu. Ayrılma ve birleşmenin yarattığı çatışmalar evrenin doğasında da mevcuttur. Atom altı parçacıklar birbirlerinden uzak olduklarında birbirlerine doğru çekilir, birbirlerine yapışır gibi olduklarında ise hızla birbirlerinden uzaklaşırlar. Geleneksel yapının hızla çözüldüğü ülkemizde yaşanmakta olan açmazlardan birinin bu karşıtlık çerçevesinde süregeldiği göz önünde bulundurursak, Doğum Travması'nın bu dönemde dilimize çevrilmiş olması ayrı bir önem taşıyor.
Kendi kişiliğini ve yaşantılarını Nietzsche ve Schopenhauer'in öğretileriyle harmanlayarak oluşturduğu görüşlerinin, şahsıma ve çalıştığım alana yapmış olduğu önemli katkılarından ötürü Otto Rank'ı saygıyla anıyorum.