ISBN13 978-975-342-357-1
13X19,5 cm, 217 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Kemal Can, Sunuş, "Sap ile Saman Tehlikeli Ölçüde Yakındır", s. 11-18

Türkiye 1980 ortasından itibaren sert bir çatışma ve bu çatışmadan beslenen kutuplaşma ve gerilimler yaşadı. Bu sosyal atmosferin sonucunda, resmi olarak aksi iddia edilse de birlikte yaşama pratiği önemli yaralar aldı. Çoğu şimdi hatırlanmayan trajediler yaşandı. Gündelik hayatta pek de üzerinde durulmadan söyleniverilen önyargılar, yargılar, bazen espri konusu olan aşağılamalar, "uygun mekanizmalarla" ve "elverişli" zeminde buluştuğunda ciddi şiddet gösterileri olarak karşımıza çıkıverdi. Çıkarları, dertleri bir olabilecek insanlar birbirlerine düşmanlaştı/düşmanlaştırıldı. Kimileri için milliyetçiliklerinin gereği, kimileri için kültürel özgürlük, bazıları için devletin bekası, bazıları içinse siyasetin gereği olarak gerilimle fazla oynandı. Ve öyle görünüyor ki, gerilimle oynama niyeti ve ihtiyacı hâlâ mevcut. Hâlâ bu ülkede, kanun dışı çeteler eliyle adam kaçırmış, öldürmüş kişilerin kahraman olup olmadığı tartışılıyor. Üstelik bu tartışma, "en dokunulmazlar" eliyle yürütülüyor. Hâlâ 2002 Mart'ında Esenler'de olduğu gibi etnik kökenli çatışmalar yaşanıyor. Mikro milliyetçilik virüsü hâlâ bu damarlarda dolaşıyor. Ancak bu çarpık sosyalleşme ve siyasallaşmanın nelere mal olabileceği konusunda tarihin derinliklerinden ve başka coğrafyalardan örnek devşirmeye ihtiyaç yok. Hemen arkamıza ve yanı başımıza döndüğümüzde görebileceğimiz örnekler mevcut.

İnsanların kolektif bir kimlik içindeki kalabalıklar halinde harekete geçmelerinde, bu hareketin "ötekileştirilmiş" "düşman" hedeflere yönelmesinde, milliyetçi ideolojinin veya daha önemlisi milliyetçi bilinçaltının belirleyici "örgütleme" yeteneği ve "kendiliğinden" kalkışmalara rehberlik etme becerisi çok yüksektir. Ayrıca, bu toplumsallaşma biçimi, milliyetçiliğin çeşitli toplumsal reaksiyonları kendi kanalında harekete geçirme imkânlarıyla buluşur. Türkiye'de 90'lı yıllarda Kürt meselesi (PKK hareketi) ve onunla bağlantılı politik gelişmeler karşısında "Türk milliyetçiliğinin kabarması" ve farklı tezahürler halinde döneme ana rengini vermiş olması da, bu teorik çıkarımın hayat tarafından doğrulanması olarak ifade edilebilir. Ancak bu durum, onu yaratan-yenileyen, belirleyen-besleyen toplumsal vasattan ve siyasi konjonktürden bağımsız, kaçınılmaz bir doğal afet gibi asla algılanamaz. Böylesi kabarma, hezeyan veya kalkışmaların zeminini oluşturan toplumsal potansiyel kadar, bunu harekete geçiren mekanizma da sorgulanmaya muhtaçtır.

Toplumsal olana kendiliğinden bir "meşruluk" atfetme ve ahlaki kategorileri bireyler ve kurumlarla sınırlama eğilimi son derece yaygındır. Özellikle sol literatür ve algılama pratiği, toplumsal olduğu kabul görmüş olguları meşrulaştırmaya meyyaldir. Hatta bu yüzden negatif görülen toplumsal hareketliliklerin toplumsallığı sorgulama konusu yapılır. Bu türden olaylar, ya egemen güçlerin manipülasyonu ya da "bilinçsiz" lümpenlerin işi olarak toplumsalın dışına taşınır. Sağ zihniyet dünyasıysa, insanları doğuştan gelen "kan" (din veya kültür) bağı dolayımıyla bir kimlik olarak tanımlar. İnsanlar, topluluklar, (milletler) doğuştan sahip oldukları bu "birincil" (doğuştan kazanılmış) kimlik özellikleri ile ayrımlaştırılır. Dolayısıyla ait olunan toplulukların toptan pozitif, "ötekilerin" toptan negatif "yaradılış" özelliklerine sahip olduğuna inanılır. Oysa hem (sahiden) toplumsal olan "kötü" olabilir, hem de bu kötülük bir yaradılış sorunu olmayabilir.

Türkiye –ve hatta Anadolu coğrafyası– çeşitli dönemlerde son derece kanlı çatışmaların yaşandığı, "ötekileştirerek" toplumsallaşmanın en patolojik örneklerinin sergilendiği deneylere tanık oldu. Bu toplumun güçle, otoriteyle ve en önemlisi birbiriyle kurduğu ilişki, bu ilişkinin ürettiği siyasal yapı ve yaşama kültürü böylelikle hep bu örneklerin gölgesinde kaldı. İşte bu kitapta ele alınan konu, bu çarpık toplumsallaşmanın çarpıcı ve ders çıkarılması gereken öykülerden sadece biri...

1989-1994 arasındaki beş yıllık dönemde Türkiye'de süreklilik arz eden en belirgin sosyal hareketlilik yarı-resmi bir içerik kazanmış olan asker cenazeleri sonrasında yaşanan gösterilerdi. Şehit fotoğraflarıyla, Türk bayrağına sarılı veya asker kıyafeti giydirilmiş çocuklarla, kayıpların acısının intikam arzusu ve öfkeye dönüştürüldüğü gösteriler, belirli bir siyasi sembol-söylem dünyasının damgasını taşıyor görünse de daha genel bir toplumsal ruh halini yansıtıyordu. Aynı dönemde bu hareketliliğe eşlik eden ve aynı kaynaktan beslenen asker uğurlamaları da, acının-öfkenin "erkek kültürü" içinde karnavalesk bir ifadesi gibiydi. Metropollerden küçük kasabalara kadar her yerleşim biriminde yaşanan bu gösteriler, başlangıçta resmi bir gayretin ve medyanın desteğini de arkasına almıştı. Zamanla bu gösteri ruhu, namaz, maç, tören gibi her tür toplanma zeminine sirayet etti, yayıldı ve en önemlisi her seferinde kendini yeniden üreten bir ritüel halini aldı.

90'lı yıllarda etkili olan diğer önemli bir sosyal hareket ise, yine "Güneydoğu sorununun" bir çıktısı olan göç olayıydı. Başlangıçta bölgedeki köylerden şehirlere, sonra da Batı'ya yönelen "göçmen Kürt" meselesi, özellikle Akdeniz ve Ege bölgesinde, kısmen de metropollerde bir tür "yabancı düşmanlığı"nı tetikledi. Bir yandan Ege ve Akdeniz bölgesindeki irice şehirlerin yoksul "Türk" nüfusu bu göçe karşı ciddi bir tepki oluşturdu, diğer yandan Batı illerinin zengin ve zenginleşme beklentisi içindeki kesimleri arasında yaygınlaşan "refah şovenizmi" patladı. Böylelikle, göç alan merkezlerdeki alt-orta sınıfların yoksulluk veya yoksulluk tehdidi ile beslenen kör öfkesi adreslenmiş, şehirlerinde "huzurları kaçan" üst-orta sınıfların ise fatura çıkartabilecekleri "öteki" temin edilmişti. Ekonomik-sosyal kaygılarla beslenen bu potansiyel tepkisini sürmekte olan açık şiddetin gölgesinde meşrulaştırma olanağına kavuştu. Ve bu tepkisellik kısa sürede siyasileşti.

1990'ların ilk yarısındaki toplumsal atmosfere damgasını vuran bu gelişmeler ve hareketlilik, alışık olunan refleks uyarınca kolayca politik ifade kanalını buldu. Hızla yükselen, mevcut konjonktürle organik bir söylem birliği üretebilen ve giderek popülerleşen milliyetçilik, böyle bir gerginlik ve kutuplaşmaya çok uygun bir zemin teşkil etmekteydi; sonuçta buluşma çok kolay gerçekleşti. Daha sonra ortaya çıkan riskten dolayı merkezi olarak geri çekilmeye karar vermiş de olsa, MHP ve ülkücü hareketin, bu hareketlilikte –en azından– fikri önderliğini de not etmek gerekir.

Hem asker cenazeleri, hem de göçle beslenen gerilim giderek keskinleşti ve saldırgan bir muhteva kazandı. İlk belirgin sokak eylemi, 1991 Kasım'ında Kayseri'de yaşandı. Kayserispor-Malatyaspor ve Kayserispor-Diyarbakırspor maçlarında "Şehitler ölmez" ve "En büyük Türkiye" sloganları atıldı; "Kürt takımı" olarak zımnen PKK'yla özdeşleştirilen Diyarbakırspor'un otobüsü taşlandı. Olgunlaşmış milliyetçi hezeyanın her vesilede kendini açığa çıkarma mekanizması artık işlemeye başlamıştı. 1992 sonbaharında Karadeniz'deki cenaze-mitinglerde tepki dozu arttı; doz aşımı sloganlarda somutlanıyordu; "Karadeniz Kürtlere mezar olacak". Güneydoğululara ait dükkânlar taşlandı, insanlara küfür yağdırıldı. Kürtlerin yoğunlaştığı Çömlekçi semtindeki mevsimlik inşaat işçileri saldırıya uğradı. Kürt nüfusa tepkinin gerekçe bulmaktaki rahatlığı, Çanakkale'nin Bayramiç ilçesinde yaşanan trajikomik olayda açıkça görüldü. Bir keçiye tecavüz ettiği iddia edilen bir Kürt inşaat işçisine tepki biçiminde başlayan olaylar, Kürt karşıtı bir kalkışmaya dönüştü ve ilçedeki Kürtler göç etmek zorunda kaldı.

24 Eylül 1992'de Fethiye'de bir kahvehanede Kemal Sunal'ın "Şabaniye"sini seyretmek isteyenlerle başka bir kanalda PKK'nın karakol baskınına ilişkin belgeseli seyretmek isteyen Kürt gençleri arasında çıkan kavgada önce iki Kürt genci, ardından aynı kahveye gelen HEP yöneticileri dövüldü. 25 Eylül'de asker cenazesinde yapılan 8 bin kişilik yürüyüşten sonra HEP ilçe merkezindekiler ve öldürülen erin köyündeki Kürt aileler tehdit edildi. Ertesi gün ilçe garajında alkollü olduğu söylenen gençler birkaç gün kimlik kontrolü yaptılar ve Güneydoğu doğumluları dövdüler. Kürtlerin bulunduğu mahallelere benzeri saldırılar oldu, HEP ilçe başkanının evi yakıldı, Kürt seyyar satıcıların tezgâhları tahrip edildi. Bu olaylardan sonra 1500 civarındaki Kürt nüfus Fethiye'den göçmeye başladı.

29 Kasım 1992'de, Alanya'da bir erin cenazesinde PKK lehine slogan attığı iddia edilen iki kişi linç edilmek istendi; Kürtlere ait 10 işyeri tahrip edildi. 1993 Temmuz ortasında Çanakkale'nin Ezine ilçesinde, bir grup şoförün gittikleri pavyonda hesap anlaşmazlığı nedeniyle Kürt garsonlarla kavga etmesi, "etnik gerilim"e dönüştü. Kısa süre önce Güneydoğu'dan iki asker cenazesinin geldiği kasabada 5 bine yakın insan "Kürtler dışarı" vb. sloganlarla oteli kuşattı. Ezine Belediye Başkanı, iki yıl önce Kürt bir işçinin keçiye tecavüz etmesi ve peşinden işlenen cinayetler üzerine gerginleşen Bayramiç'ten buraya göçen 20 Kürt aileye yer vermiş olmakla suçlandı.

Kasım 1993 başında Muş'tan göçe mecbur kalan yedi Kürt aile, akrabalarının 1988'den beri oturduğu Denizli'nin Tavas ilçesine sokulmadılar. 300 kişilik bir grubun protesto gösterisi üzerine kaymakam köylüleri başka yere gitmeye "ikna" etti. 1993'te kitlesel Kürt göçü alan Adana, Mersin, Antalya'da gerginlik ve husumet gözle görülür haldeydi.

1993 Ekim'indeki Erzurum olaylarında, şehirdeki küçük Kürt topluluğu ciddi bir toplu linç tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Vali Oğuz Berberoğlu "Silahıyla, üniformasıyla PKK'nın üzerine gidecek yürekli Dadaşım için gerekli teçhizatı sağladık," gibi sözlerle halka bin silah dağıtacaklarını duyurarak kalabalığı "yatıştırmaya" çalıştı.

1994 yılında benzeri olaylar şiddet dozu azalmakla beraber sürdü. Yıl başında Bayburt'ta bir erin cenaze töreninde göstericilerin tepkisi valiliği rahatsız edecek boyuta ulaştı, SHP ve DYP il binalarına saldıran 20 kişi gözaltına alındı. 9-10-11 Mart günleri Mersin'in Erdemli ilçesinde bir dizi olay yaşandı. Önce bir Ağrılı dövüldü, sonra bu saldırıyı yapan kişi öldürüldü. Cenaze sonrasında başlayan gösteriler Kürtlere saldırılara dönüştü. PKK aleyhine atılan sloganlarla Kürtlerin işyerleri ve evleri tahrip edildi.

90'ların ilk yarısında onlarcası yaşanan ve sadece çarpıcı birkaç örneği sıraladığımız bu tür olaylarda, eylem dozu –ki bu dozun belirlenmesinde kendiliğindenlik yanında elbette yetkililerin "kararları" da rol oynamıştır– genellikle linç teşebbüsü aşamasından ileri gitmedi. Ancak bu eylemlerin PKK'lı-Kürt ayrımından bağımsız olarak bütün Kürtler üzerinde bir tehdit atmosferi yarattığı, böylelikle toplumsal hayatta Türk-Kürt ilişkilerini gerdiği açıktı. Başka nedenlerden kaynaklanmış bile olsa, "meşrulaştırılmış" düşmana yönlendirilmesi için kolay gerekçeler bulabilen tepkisel saldırganlık, "kontrollü" biçimde 1990'ların ilk yarısında hüküm sürdü ve daha sonra hem "konjonktürel ihtiyaç" ortadan kalktığı için, hem de biraz kendiliğinden sönümlendi. Fakat bu kitabın konu aldığı 2001 Nisan'ında Susurluk'ta yaşananlar, bu gerilim potansiyelinin kolayca yeniden zuhur edebileceğini ortaya koyuyor.

"Kürtler buraya geldikten sonra huzurumuz kalmadı. Bu şerefsizlerin yüzünden... Geldikleri yerlere gitsinler. Ne sokağa çıkabiliyoruz, ne de çoluk çocuğumuzu parka gönderebiliyoruz. Hırsızlık onlarda, uyuşturucu onlarda, karapara onlarda. Hepsini önümüze koyup kovalım! Hem ekmeğimizi yiyorlar, hem de namusumuza göz dikiyorlar!"

Susurluk'ta Avşar Sıla Çaldıran isimli bir kız çocuğunun öldürülmesinden eski bir korucu olan Recep İpek'in sorumlu tutulmasıyla başlayan olayların "gerekçesini" özetleyen bu cümle; kendisini yaşamsal, sosyal, ekonomik veya kültürel tehdit altında hisseden yığınların tepkilerini nasıl genelleyerek "öteki"ne yansıtabildiklerini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor: Her türlü olumsuzluğun müsebbibi "ötekiler" ve onlardan kurtulunca her şey düzelecek. Daha da önemlisi, düşmanlaştırılan "öteki", yarı-resmi söylemde ve bilinçaltında hedefe yerleştirilmesi meşru sayılabilecek bir topluluk. Olaylardan sonra, eyleme katılanların çoğunun "Sadece 'Kahrolsun PKK' diye bağırdım" demiş olması raslantı değil. Yine resmi meşruluğu sağlayan bir başka unsur da, eyleme önderlik edenlerin sosyal statüsü: Örneğin savcılığın iddianamesinde Susurluk'taki eylemlerin asli yönlendiricisi Dr. Ali İhsan Güler ve emekli öğretmen Neşe Sarıbaş olarak gösterilmişti. Eylemlerin baş kahramanı Dr. Ali İhsan Güler'in kişiliği ve kişisel tarihi de son derece ilginç. Doktor, Balıkesir'e yerleşen Kürt kökenli Fehmi Güler'in oğluydu ve gençlik yıllarında CHP Gençlik Kolları'nda çalışmıştı, ama Susurluk'a atanmasında "MHP'nin torpili" hep tartışıldı. Güler, 1991 seçimlerinde de DSP'den milletvekilliğine aday olmuştu.

Aslında Susurluk Kürtlerle yakın geçmişte tanışmamıştı; bazı Kürt ailelerin Susurluk'a yerleşmeleri 50 yıl öncesine dayanıyordu. İlk gelenler "yabancı" kabul edilseler de bir tepkiye neden olmamışlardı. 90'larda başlayan yeni göç dalgasıyla gelenlerse hem daha kalabalık, hem de "daha yabancı" görüldüler. Sayıları ancak bini bulan Kürt nüfus, bağımsız bir getto oluşturmayıp ilçenin içinde dağınık biçimde yaşıyordu. Fakat asıl gerilimi tetikleyen paralı Kürtlerin, ilçenin en önemli ekonomik faaliyeti olan karayolu üzerindeki dinlenme tesislerine yatırım yapmaları ve etkinliği ele geçirmeleri oldu. Tesis sahibi Kürtler, genellikle kendi hemşerilerine iş vermeyi tercih ettiler. Esnaf arasında Kürtlere karşı hoşnutsuzluk baş gösterdi; Kürtlerin ilçenin huzurunu bozduğu görüşü dilden dile dolaşmaya başladı; Güneydoğuluların "yasadışı işler yaptıkları" yolundaki söylentiler bunları izledi.

Biriken gerilim, Recep İpek'e atfedilen cinayetle patladı. Susurluk'ta birkaç gün süren olaylar sırasında, Kürtlere ait ev ve işyerleri tahrip edildi, benzin istasyonları yakıldı. İlçenin güvenlik güçleri olayları durduramadığı gibi, tepkileri hedef olmaktan da kurtulamadı. "Kürtlere karşı toplumsal refleksimizi gösterdik," diyen Dr. Ali İhsan Güler şöyle konuşuyordu: "Kürtler Kürdistan'a. Bizim tepkimiz sadece bu münferit olaya değil, yani kamu görevlileri aklını başına almalı." Olaylar sonrasında Kürtler ilçeyi terk etmek zorunda kaldı. Hatta gidişleri için Kaymakamlık yol parası yardımında bulundu.

Olayların ardından yapılan soruşturmada, hemen her siyasi görüşten ve toplumsal kesimden kişilerin eyleme katıldığı ortaya çıktı. Dindar esnaftan içkili serserilere, parti yöneticilerinden öğrencilere kadar, herhangi bir sosyal hareketlilikte yan yana olması şaşırtıcı olacak bir kalabalık dizginsiz bir öfkenin peşine takılabilmişti. Hatta birileri, Susurluk'a bağlı köyleri arayıp: "Dün gece olanları duymadınız mı? Uyuyor musunuz? Akşam Susurluk'tan Kürtleri kovacağız. Siz de bir şeyler yapın," demişti. Eylemlere katılanların büyük çoğunluğu 25-40 yaş grubundandı, dolayısıyla bu tür kalkışmalarda hep öne sürülen "düşüncesiz gençlerin işi" bahanesi geçerli değildi. Yine eyleme katılanların büyük çoğunluğu Susurluk'ta ikamet ediyordu, yani "Dışarıdan gelenler yaptı" bahanesi de geçersizdi. Bütün bu göstergeler, eylemi "aklı başında" Susurluk yerlilerinin yaptığını gösteriyordu.

Savcının "etnik ayrımcılık" suçlamasıyla açtığı davada verilen ifadelerin önemli bölümünde sanıklar olaylara katılmadıklarını söylüyor, suçlamaları inkâr ediyorlardı. Bir kısmı olayları sadece izlediğini, bir kısmı da durdurmaya çalıştığını iddia ediyordu. Olay sırasında alkollü olduğunu ve ne yaptığını hatırlamadığını söyleyenler de vardı, MHP İlçe Başkanı da olayların gerekçesi olarak alkolü gösteriyordu. Bir başka MHP yöneticisi de, tıpkı belediye başkanı gibi kişisel çıkar çatışmalarının belirleyici rol oynadığı görüşündeydi.

Öldürülen Avşar Sıla'nın anne ve babası ise, büyük ölçüde yaşadıkları derin acının da etkisiyle ama daha çok "öğrenilmiş-duyulmuş-aktarılmış" mitlerin eşliğinde oldukça sert konuşuyorlar. Baba Selim Çaldıran, "Kürtleri kimse istemiyor. Bu bir gerçek. Sadece Susurluk'ta değil, insanların kafalarının bir köşesinde Kürtlerle ilgili soru işareti her zaman var. Susurluk'un etrafındaki bazı bölgelerde, hiçbir tane Kürt bulamazsınız. Neden? Çünkü oraların yerlisi birlik olup, Kürtlere bir tane ekmek satmamış, tuz vermemişler. Bana kalsa, Ankara'nın ötesini verirdim Kürtlere. Ankara'dan sınırı çekerdim, 'Yaşayın kardeşim burada,' derdim," diyor.

Anne Nihal Çaldıran'ın ise Kürtlerle ilgili yargıları çok katı: "Sevgileri yok, çünkü iletişim kurmuyorlar. Senelerce oturdukları yerlerde kimseye 'Merhaba' demeden nasıl yaşadılar? Ben Ankara'nın ötesini, doğu illerini sevmiyordum. Küçükken de böyleydim, çünkü Urfa'ya gittim, ortaokula gidiyordum o zaman... Kendimi çok kötü hissettim. Bize benzemiyorlar onlar... Giydikleri, yedikleri, oturdukları, içtikleri hepsi farklı... Kıyafetleri, yüzlerindeki dövmeler, şalvarları, kafalarına sardıkları o bezler, kadına değer vermemeleri... Çok geri kafalı insanlar. Bir de nereye gitsen, farklı olurlarmış bunlar."

Zülfikâr Ali Aydın'ın elinizdeki bu kitap çalışması, bütün tarafları kendi öyküleri ve olaylar dizisindeki ilişki ağlarıyla birlikte ele alıyor. Hemen her detaya bakmaya çalışıyor. Sonuçta karşımıza, Türkiye'nin, çeşitli defalar farklı mekânlarda ve başka gerekçelerle yaşadığı ve daha önemlisi hâlâ yaşama riski altında bulunduğu bir çarpık toplumsallaşmanın resmi çıkıyor. Ekonomik gerilimlerin, sıkıştırdığı insanlarca nasıl ortak yaşama alanındaki "öteki" insanlara yansıtıldığını; bu yansıtmanın ürettiği gerilimin nasıl düşmanlıkları beslediğini; açık çıkar çekişmelerinin, bu çıkar kapışmasıyla hiç ilişkisi olmayanlarca nasıl taşınabildiğini; çıkar ilişkileri çerçevesinde kolayca yönlendirilebilen kalabalıkların nasıl yıkıcılaşabildiğini; öğrenilmiş, aktarılmış önyargıların nasıl kuşaktan kuşağa devrolduğunu; siyasi otoriteye tepkinin nasıl apolitikleşebildiğini; tek tek insanların değil kalabalıkların da kötü olabileceğini; eylemlerin kışkırtıcısı olarak işaret edilen Dr. Ali İhsan Güler'in "sosyal refleks" dediği şeyin ürkütücü yüzünü ve daha pek çok çarpıcı gerçeği okuyoruz bu çalışmada. Bu anlamda Susurluk örneği, ciddi dersler çıkartılması gereken bir laboratuvar sunuyor bize... Belki de küçük bir Türkiye modeli...

Fakat bu örneğin en masum kurbanı Avşar Sıla ise, başka bir seçeneğin ipuçlarını veriyor. Cinayetten önce, Avşar çocuk dünyasında, İpek ailesine "Doğulular" denilmesinden ve onlar hakkında kötü şeyler söylenmesinden hoşlanmıyordu, çünkü kızları B. onun arkadaşıydı. Avşar'ın, Kürtleri kastederek "Onların evine gitme" diye uyaran annesinin telkinlerine, "Niye onları kimse sevmiyor, zaten fakirler, kimse onlarla konuşmuyor. Ben B.'yi seviyorum, beraber ders çalışıyoruz" sözleriyle karşı çıktığı biliniyor. Ve yine Avşar, Han Mahallesi'nin pek sevilmeyen "yabancılar"ına ilgi ve sevgi duyan, iki yıl boyunca sürekli bu "yabancılar"ın evine giden belki de tek yerleşik Susurlukluydu. Onun bu tutumu, önyargıların önemli ölçüde ortadan kalkmasını sağlayabilmişti. Ne yazık ki bütün önyargılar ve birikmiş gerilim yine onun ölümüyle açığa çıktı...

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X