ISBN13 978-975-342-416-5
13x19,5 cm, 120 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

"Sonbahar", s. 9-12

Virginia Woolf, "Hasta Olmak Üzerine" adlı denemesinde, hastalığın başlı başına bir deney olduğundan, bu deneyin kişiselliğinin paylaşılamazlığından söz eder. "Gripten yatağa düştüm, cümlesi o büyük tecrübeyi ifade edebilir mi? Dünyanın nasıl değiştiğini, iş araçlarının nasıl uzak göründüğünü, şenlik seslerinin tarlaların ötesinden duyulan atlıkarınca gibi romantikleştiğini ve arkadaşların nasıl değiştiğini; bütün bir hayat açık denizdeki gemiden görünen bir kara manzarası gibi silik, öyle uzakta dururken, kimisi tuhaf bir güzelliğe bürünmüş, ötekiler şekilsizleşip bir kaplumbağaya benzemişler." Hastalık kendi başına bir durumdur. Aramıza giren onca eleştirmenden sonra uzak ve sıkıcı bulduğumuz Shakespeare, hastalıkta bizimle baş başadır artık. Hakkında düşüneceğimiz her şeyin, ulaşacağımız her yorumun bir başkası tarafından daha önce yapılmış olması olasılığına aldırmadan, önyargısızca okuyabiliriz şimdi. Woolf, "hastalıkta sözcüklerin mistik bir niteliği vardır sanki. Yüzeydeki anlamlarının gerisindekini kavrarız, sezgilerimizle oradan buradan bir şeyler toparlarız" diye sürdürür.

Benzer bir örneğe Böll'ün İlk Yılların Ekmeği adlı kitabında da rastlarız. Ama burada değişim âşık olmaktan kaynaklanmaktadır. Romanın başkişisi olan delikanlı sevdiği kızı düşünürken, okulda bir türlü içinden çıkamadığı matematik problemlerini kolayca çözebildiğini fark eder ansızın. Woolf'un tutkuların hiyerarşisinde bir değişiklik gerektiğini söylemesi boşuna değildir. "Aşk tahtından indirilip yerine 39 derece ateş oturtulmalı, kıskançlık yerini siyatik ağrılarına bırakmalı."

Sonbahar birçok bakımdan Woolf'un hastalık üstüne yaptığı benzetmelere yakın nitelikler taşır. Havalar kötülemeye başlamıştır, açık hava artık tadı çıkartılacak bir ayrıcalıktır. Uzun zamandan sonra ilk kez kaldırır başımızı ağaçlara bakarız. Hemen altlarında durup kendilerini seyreden bize hiç aldırmadan sürüp giden öylesine varoluşlarına dalarız. Yaprakları, dalları nasıl da uzağımızdadır. Epey önce unuttuğumuz bir şeydir sanki bu, şaşarak hatırlarız. Kim paylaşabilir ki bu sessiz izlenceyi başkasıyla? Yalnızca kısır, yetersiz tanımlamalar vardır elimizde ve suskunluğu gürültüye boğmaktan başka bir işe yaramazlar.

Yazın kolay, şurup gibi tadı yoktur sonbaharda. Yazın deneyleri ılıkça akar, kayar üzerimizden. Memduh Şevket Esendal "Gençlik" adlı öyküsüne şöyle başlar: "Sıcak yaz günü, evde kim varsa, küçük büyük, çoluk çocuk toplandılar, öğle yemeğini yediler, sonra da her biri bir yana çekildiler. Şehre inecekler giyindiler, İrfan Bey'le Mükerrem futbol maçına gideceklermiş, savuştular. Büyük hanımın sözüne bakılırsa, bu son günlerde öğle yemeklerini yedikten sonra büyük efendi Kerim Beyler'e kaçıyor, orada kanepe üstünde uyuklayıp uykusunu alıyor, gece erken yatıp uyuyanlara da kızıyor, söyleniyormuş. Büyük hanım, olduğu bir günden öğle uykusunu sevmezmiş, ama gece erken yatıp kocasının çenesini açtırmamak için şimdi öğle yemeklerinden sonra biraz kestiriyormuş." Böyledir işte, komşularda kestirilir, kolayca uzlaşılır yaz günlerinde.

Esendal'ın öyküleri, bu tene değip geçen meltemin hafifliğini taşımalarından dolayı her zaman belli bir yaz duygusu barındırırlar içlerinde. Yaz öğleden sonralarının uzun süren zamandışı saatlerinin bir kış günü ansızın hatırlanması gibi, içten içe burkucu ama yine de rahatlatıcı anısını yayarlar içimize. Yazarın alabildiğine saydam bir üslupla ele aldığı günlük olup bitenlerin gerisinde, herkesin kendi payına düşen suskun, paylaşılmaz hayat deneyimi vardır. Bu sözcüklere dökülemez olanı sözcüklere dökmeye yeltenmeyişi, temelde yatanın üzerinden şöylesine bir dokunup geçişi ile Esendal, ilkbaharın bir mimoza kokusuyla hatırlanıp susuluşu gibi, sessizce içimizden anacağımız yazarlardandır.

Aradan geçen yılların yazları da değiştirmiş olmasını doğal karşılamak gerek elbet. Demir Özlü yetmişlerin ilk yarısını anlattığı romanlarında yazı, şehri apansız teslim alan bir sıcakla, bozguna uğramış yaratıklar gibi şaşkına dönen şehirlilerle getirir dile. Şehrin dağılışı, şehir dışı yerlere kaçışın mevsimi olur yaz gitgide. Boğuntulu sıcaklar, iletişimsizliğin iklimsel koşulu olmaya başlar artık. Edebiyatımızda yetmişli yıllarda yer alan kıyı kasabaları temiz küçük kasaba duyarlılığının beldesi değil, büyük şehir kaçkınlarının birbirilerinin mutsuzluğuna hapsoldukları cehennem kalelerine dönüşür.

Buna karşılık sonbahar, boğucu yaz sıcaklarından sonra, şehre dönüşün mevsimidir. Biz de artık burada mevsim ibremizi yeniden sonbahara çevirmeliyiz kanımca. Sonbaharı ölüme benzeten, ölümle özdeşleştiren içli şairlere aldırmamalı insan. Sonbahar, çağımız şehirlisi için başlı başına bir yaşam biçimidir.

"Serinleyen hava, arada bir çıkan karayel, sonbaharın hızla geçen ilk yağmurları, bütün bunları bir kahvenin camları ardından seyretmek, belirsiz bir mutluluk veriyordu insana." Bir Küçükburjuvanın Gençlik Yılları adlı romanında sonbaharın gelişini böyle anlatır Demir Özlü. Büyük şehirli için sonbahar bir tür yuvaya dönüştür; şehir merkezlerine, onun yavaş yavaş daha da kalabalıklaşmaya başlayan caddelerine, kahvelerine aittir. İçerilerin günü gelmiştir artık. Şehrin bu her zamanki sokakları, on beş-yirmi gün önce çıkmaya korktuğumuz cehennem sıcağına hiç tanık olmamıştır da, siz uzun süren bir yolculuktan sonra bu Araf'a gelmişsinizdir.

Başınızı kaldırıp ağaçlara bakıp dallarının uzaklığına bir kez daha şaştığınızda, her şeyden geriye doğanın suskun, sabit döngüsünden başka bir şey kalmadığını düşünürsünüz. Sanki ötesi bir kuru gürültü, boş bir gevezeliktir. Bir sonbahar günü erken saatlerde yapılacak bir yürüyüşün üstünden geçen saatler üstünüzde İngiliz Aspirini etkisi yapar, ateşinizi 39'dan 36,5'a düşürür ve önünüzde kitapların o konuşkan dünyaları açılır yeniden. Ama ateşiniz düşmüş olsa da, hafif kırıklık devam edecektir bir zaman daha. İşte o zaman sohbaharda da kelimelerin mistik bir anlamı olduğunu düşüneceksiniz. Eski okumaların unutulmuş pasajları, uzun zamandır elinize almadığınız yazarların kitapları nasıl da en canlı halleriyle dikilecektir gözünüzün önünde. O zaman Baudelaire, yeni açılan bir bulvarın üstündeki kahvede yoksulların gözleriyle yeniden karşılaşacak, Sait Faik Beyazıt'ta havuzun başında yine umutsuzca sevgilisini bekleyecek, bir yandan da Murtaza Çavuş ve karısı Hacer Ana ile laflayacak, bataklığın üstünde kuruluşu üç yıl içinde yüz bin işçinin yaşamına mal olan St. Petersburg şehrinde Gogol yine Palto'yu yazacaktır ki, başkişisinin yaşamının en renkli günleri ölümünden sonraki ilk bir haftaya denk gelmektedir. Hep başkaları ile karşılaşmak için şehirlere döneceğiz işte, cehennemimiz olan ama bize yine de konuşmak, konuşmak, konuşmak olanağı sağlayan, ürküntü veren bu suskunluğu gürültüye boğmamıza yarayan başkalarına ve şehirlere...

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X