ISBN13 978-975-342-645-9
13x19,5 cm, 456 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Selçuk Altun, "İstanbul ve 'Aydınlanma' kıvılcımı", Cumhuriyet Kitap Eki, 28 Şubat 2008

İşimize geldiğinde Türk'ün Türk'ten başka dostu yok desek de, bizi bize rağmen kollayan yabancı dostlarımız da vardır. Fizik profesörü John Freely dönmemek üzere İstanbul'a ayak bastığında işbu ülkenin cumhurbaşkanı ve başbakanı ilkokul öğrencisiydiler. Çeşme, çeşme kenti(miz)le dost olan John Freely gönlümün İstanbulolog'udur; bu toprakların tarih ve coğrafyasal varsıllığını ustaca yansıttığı, yirmiye yakın yapıtı vardır. İlk ve orta eğitimini İstanbul'da alan büyük kızı Maureen Freely, önemli bir yazar, çevirmen, gazeteci ve akademisyendir. Yeri geldiğinde yazılarımda ondan "Türk(iye) dostu" diye bahsederim. Türkiye'nin tezlerine saygın İngiliz gazetelerine yazdığı makalelerde ve katıldığı uluslararası panellerde sahip çıkar. Kitabı İngilizce'ye çevrilen –tek tük– yazarımızı kollar. Edebiyat dünyası onu aynı zamanda Nobelist Orhan Pamuk'un yetkin çevirmeni olarak da bilir. Maureen'in altıncı romanı Enlightenment, 2007'de okuduğum en iyi on İngilizce kitaptan biriydi.

Aydınlanma başlığıyla 2008 başında Türkçesi çıkan kitap için verilen kokteyle katılmamazlık edemezdim. Ertesi gün Maureen'le kahve molası verdiği Marmara Cafe'de buluştuk. İstiklal Caddesi'nde birlikte yürürken, "İstanbul'u ne kadar özlediğimin farkına, ona ulaştıktan sonra varıyorum," demişti. Ondan "İstanbul aidiyetini" ve Aydınlanma kıvılcımının nasıl çaktığını irdelemesini istedim.

Maureen Freely: "Söze ailemle ilgili bilgi vererek başlamak istiyorum. Babam, John Freely, ikinci kuşak bir Amerikalı'ydı. 1926'da New York'ta, İrlandalı göçmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1944 Mayıs ayında gönüllü olarak orduya katıldı, Amerikan Deniz Kuvvetleri Çin Grubu olarak bilinen komando birliği ile önce Pasifik'te daha sonra Çin-Burma-Hindistan alanlarında savaştı. Sonradan koleje gidebilmesi askeri burs (GI Bill) sayesindeydi; ailede koleje gitme imtiyazı kazanan ilk kişi babamdır. Öğrenciyken, bir zaman opera sanatçısı olmayı hayal eden annemle tanışmış. Annem bir gün dünyayı dolaşacakları sözünü vermesi üzerine babamla evlenmeyi kabul etmiş. Babam New York Üniversitesi'nde gece okulunda fizik doktorası almak için çalışırken üç çocuk sahibi olmuşlar. Bu arada gündüzleri ise New Jersey'de bir kamusal fizik laboratuvarında çalışıyormuş. Personel müdürü, ırkçı ve yahudi karşıtıymış. McCarthy meşhur konuşmasını yapıp Amerikan hükümetinde görev yapan komünistlerin isimlerini bildiğini açıkladığında müdür senatörü aramış ve kendisini desteklemeyi önermiş. McCarthy aynı gece kara, kara düşünmeye başlar çünkü elinde hiçbir isim yoktur ve acilen bir takım isimlere ihtiyacı vardır. Bu cadı avında, babamın 98 iş arkadaşı Amerika karşıtı eylemlerde bulundukları iddiası ile işlerinden uzaklaştırılmışlar. İntihar eden iki kişi dışında diğerleri görevlerine iade edilmişler.1955'te babam, Princeton'da Matterhorn Projesi'ne dahil olmuş; Einstein ile çalışabilmeyi umuyormuş. Fakat bizimkiler Princeton'a varmadan Einstein ölmüş. Robert Kolej'in adını orada duymuştuk; iki enstitü arasında eskiye dayanan bir ilişki vardı. Annem ve babam bizi, soğuk savaş paranoyası ve McCarthy döneminin konformizminden uzaklaştırma arzusundaydılar. Robert Kolej beklentimize yanıt verir görünüyordu –belki orada daha iyi bir hayata başlayabilirdik. Bu nedenle babam koleje iş başvurusunda bulundu. 1960'ta doktorasını aldıktan iki ay sonra İstanbul'a taşındık. Önceki yazı, National Geographic'in eski bir sayısındaki İstanbul resimlerine bakarak geçirmiştim ama şehrin bendeki ilk izlenimleri beynimin içindekilerle asla örtüşmüyordu. Aydınlanma'da, anlatıcım M, benim gibi 8 yaşında İstanbul'a gelir ve büyülenir; 'Gerçeğine dair ilk izlenimimi tarif edecek sözcük bulamıyorum. Beni bir tokat gibi sarsmış, resimleri kafamdan söküp alarak unufak etmişti. Havaalanından şehre doğru o ilk yolculuğa dair karmakarışık binlerce detay hatırlıyorum ama bütüne dair net bir fikrim yok. Marmara Denizi'nden yükselen sarı bir sis vardı ama denizin kendisi yoktu; tankerler ve balıkçı tekneleri vardı ama üzerinde oturdukları ufuk çizgisi yoktu; eski şehir surlarının kırmızı ve dökük kalıntıları vardı ama onları anlatacak tarih yoktu. Henüz tabaklama fabrikalarına bağlayamadığım yanmış et kokusundan; henüz müzik olarak kabul edemediğim yaralı kemanlardan; cipler, kamyonlar, atlar, at arabaları ve Chevrolet'lerden yükselen kaostan zar zor nefes alabiliyordum. Etrafımızda, kimsenin almak istemediği çiçekleriyle minicik çingeneler ve sırtlarına bağladıkları yataklarla kambur yaşlı adamlar dolanıyordu. Gökyüzüne bir sürü minare ve kubbe sıkışmıştı. Altın Boynuz – altın değildi. Boğaz –öyle maviydi ki gözlerimi acıtıyordu' diyecektir. Sonunda (benim gibi) Robert Kolej'e varır: 'Bir patika vardı. Onu takip ederek bir köşeyi döndüm. Bir terasa çıktım – ve işte oradaydı: altın hedefim. National Geographic'teki resmim. Ağaçlık yamacın tepesindeki kale; sonu gelmeyen tanker, vapur ve balıkçı teknesi geçidiyle Boğaz. Asya kıyısı boyunca birbirlerine değecek kadar yakın duran villa ve saraylar; arkalarında da yuvarlana yuvarlana Çin'e kadar uzandığını düşündüğüm kahverengi tepeler.'

Bu resmi hâlâ yanımda taşırım. İstanbul hakkında yazarken –genelde şehir hakkında yazarken oradan çok uzaklarda olurum– ilk yaptığım şey, boş ekrana ya da camın dışındaki duvara gözümü dikip bakarım. Ta ki resmi sadece görmekten öte içinde yaşadığımı hissedene dek. Başlangıçta planımız İstanbul'da sadece üç yıl kalmaktı. Sonrasında babam başka bir şehirde iş bulabilirdi, daha sonra bir başkasını ve böylece anneme dünyayı dolaşacaklarına dair verdiği sözü yerine getirebilirdi. Fakat 1963 biterken ailem İstanbul'a âşık olmuştu. Sabahları uyanıp da Boğaz'ı görememeyi hayal bile edemiyorlardı. Bu nedenle babam üç yıllık bir kontrat daha imzaladı, sonra bir kez daha aynı şeyi yaptı. Ailem 1977'te İstanbul'dan ayrıldı ama Boğaz'ı özledikleri için 1988'de İstanbul'a geri döndüler. 1990'ların başında Venedik'te geçirdikleri iki yıl dışında İstanbul'dan bir daha ayrılmadılar. 60'lı yıllar süresince tanıdığım Robert Kolej –en azından bir çocuk için– cennet gibiydi. Fakültedekilerin çoğunluğu anne babam gibi tarih ve seyahat aşkı ile dolu sol eğilimli Amerikanlardı. Bizim gibi özgürlüklerine kavuşmak için İstanbul'a gelmişlerdi. Günümüzde neredeyse dünyanın her şehrinde rastlanabilecek göçmen gruplara hiçbir şekilde benzemiyordu bizim topluluğumuz. İstanbul'un sanatçı ve yazarları ile güçlü bağlarımız vardı ve şehrin köklü tarihine derin, bazen saf bir takdir besliyorduk. Çevremizi saran güzellik bazen bizleri "zamanın dışında" yaşadığımıza inandırıyordu fakat gerçek farklıydı. 1960'ta Soğuk Savaş'ın henüz ortalarındayken biz Boğaz'da yaşayanlar olan bitenleri en ön sıradan izliyorduk. Her iki tarafın casusları tarafından takip edilen Sovyet ordusu, evlerimizin önünden bir ileri bir geri geçit yapıyorlardı. Bu casusların çocuklarının bir çoğu arkadaşımdı ya da aynı sınıfta öğrenim görüyorduk. Bununla beraber konsolosluğun soğuk savaşçıları ailemin bohem partilerine katılıyordu. Genellikle komünist belledikleri Robert Kolej mensuplarına kuşkuluydular. Sovyetler Birliği görevlileri söylentileri duymuşlardı ve bizi mutlaka tanımak istiyorlardı. Böylece (davet beklemeden) onlar da ailemin partilerine katılmaya başlayacaklardı... Bu casusların çalışmalarını nasıl sürdürdüklerini bilmiyordum, halen de bilmem. Fakat dürbünlerinin neye benzediğini ya da ne çeşit burbon içtiklerini bilirim. Ayrıca çocuklarıyla sessiz bir iletişim kurduklarını görürdüm. Romanımda bu sessizliği yırtmak istedim. Bu anlamda beni kışkırtan, babası Amerika büyükelçisi olarak pek çok ülkede görev yapmış bir arkadaşımdı. Kendisine CIA dökümanlarını açığa vuran bir web sitesini gösterirken pencereden dışarı bakmış ve şöyle demişti, "Babama asla sormayı beceremediğim soru şuydu: 1976'da Guatemala'da ne haltlar karıştırıyordunuz?" Bu olay beni düşünmeye sevketti. Yurtdışında büyümüş pek çok Amerikalı gibi, ülkemin talihsizlikleri, özgürlük adına açık ve gizli sürdürülen savaşlar için büyük bir utanç yaşadım. Fakat en azından, bu ayıbı açıkça paylaşan bir ailede büyüdüm. Merak ettiğim şey, babaları gerçek (ve daima sessiz) soğuk savaşçılar olan sınıf arkadaşlarım da benim gibi mi hissediyorlardı? Beynimde bu soru ile düşüncelerimde 60'ların sonuna geri döndüm. Arnavutköy'de (daha sonra Robert Akademi ile birleşip bugünün Robert Koleji'ne dönüşecek) Amerikan Kız Koleji'nde öğrenci olduğum günleri düşündüm. Yaşça benden biraz büyük bir grup zeki kız beni kültürel emperyalist olmakla suçlayıp kızdırıyorlardı ve o günlerde şakadan pek anlamadığımdan onların sevgiyle takılmalarını ciddiye alıyordum. Ailemin Vietnam'daki savaşa karşı olduğunu söylemeye çalışıyorsam eğer, lafı değiştirip babamın ve arkadaşlarının Türk öğrencileri eğitmekten ziyade onların beyinlerini zehirlediklerini, benim bile başlı başına ülkeyi kirlettiğimi söylüyorlardı. 1971 darbesinde bu kızlardan biri hapse girmemiş olsaydı, bu sözler belki bende hiçbir iz bırakmayacaktı. Kızlar, bugün bile gizemi çözülememiş o vahşi sandık cinayetine karışmışlardı. Maocu bir örgütten bir grup Boğaziçi öğrencisi işin içindeydi. Sözsüz bir anlaşma ile, darbeden kısa süre sonra, jurnalci olduğuna inandıkları bir arkadaşlarını öldürüp parçalayıp bir sandığa koymuşlar. Sandığı iki kıza bırakıp ondan kurtulmalarını istemişler. Kızlar bunu beceremeden yakalandılar. Olayı izleyen cadı avında, kızların sınıf arkadaşlarının çoğu nezarete alındı ve sadece bir kişi serbest bırakıldı. Bu da cinayetin bir bahane olduğu ve bir tür geri kalan öğrencileri yok etme programına devam edildiği anlamına geliyordu. Cinayetin gerçekleştiği dönemde Harvard Üniversitesi'nde öğrenciydim. Olay üzerine doğru dürüst haber yapılmamıştı. Bu nedenle ancak 70'lerin ortasında, okulu bitirip Londra'da Uluslararası Af Örgütü'nde sekreter olarak çalışmaya başladıktan sonra sınıf arkadaşlarımın çektiği sıkıntılar hakkında gerçekleri keşfetmeye başladım. Romanımın anlatıcısı, kitapta M olarak bilinen bir gazeteci. Pek çok yönden beni anımsatıyor olsa da, önemli bir açıdan benden farklılık gösteriyor. Çocukluğunu Türkiye'de geçirmiş, bir Türk erkeğe gönlünü kaptırmış ve aşk acısı çekip sonrasında da ülke ile bağlantılarını koparmış. 2005'te sadece bir iki günlüğüne İstanbul'a gelmişken, kendisinden, Türk kocası ve beş yaşındaki oğlu New York JFK Havaalanı'nda gözaltına alınan ve haksız yere terörist saldırılar düzenlemekle suçlanan Amerikalı bir kadına yardım etmesi istenir. M, kadına yardım etmesi gerektiğini bilmesine rağmen, içinde bunu yapmak için istek duymaz çünkü Jeannie'nin kocası Sinan, M'nin kalbini kıran erkektir. Jeannie ise, yıllar önce Sinan'ın uğruna M'yi terk ettiği kızdır. M, Jeannie'nin Amerikan konsolosluğunda 60'lı yılların sonlarında CIA elemanı olarak görev yapan babasını da hatırlamaktadır. Bu adam o dönemde Sinan ve onun sınıf arkadaşlarını hâlâ aydınlatılmamış bir sandık cinayetine bulaştırmaktan sorumluydu belki de. Çocukken bir cennette yaşadığımı düşünmüştüm. Fakat kitabı yazarken, yavaş yavaş heyecanlı bir öyküde yaşadığımın farkına varmaya başladım. Tabii ki kötü adamı açığa çıkarmaya can atıyordum. Fakat daha çok onun ihanet ettiği insanlarla ilgiliydim. Soğuk savaşın gölgesinde yaşamanın nasıl hissettirdiğini ve onun günümüze mirasını; gerçeğin gücüne sahip yalan ve söylentilerle çevrili teröre karşı savaşı anlatmak istedim. Gerçeklerin tümüne sahip olmadığınızı bilseniz de, elinizdeki kadarına sıkıca tutunursunuz. Bu bir rüyada olmak gibidir. Her zaman bastığınız zeminin kayması tehlikesiyle karşı karşıyasınızdır. Her an, doğru olduğuna inandıklarınızdan şüphe etmenize neden olacak bir soruyla karşılaşmanız mümkündür. Keşfettiğim şey, bir çeşit ruh durumu oldu; sessizlik kadar güvensizlik ve şüphe doğuran bir durum. Bu nedenle yazması zor bir kitap oldu. Karakterlerim bana gerçeği anlatmaya son derece isteksizdiler! Fakat zamanla, doğru adımı atmak için gerekli cesareti buldular. Onlara hayranım."


(Maureen Freely'nin Yanıtının Çevirisi: Çiğdem Sirkeci)

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X