Bejan Matur:
"Mevlana'nın pergeli"
Derya Bengi, Roll, Şubat 2008
Şiir dünyasına tam 12 sene önce Rüzgâr Dolu Konaklar'la sesli ve derinden girdi. Kısmetse bu ay sonu beşleyecek, henüz ismini koymadığı yeni kitabını Metis'ten yayınlayacak. Son zamanlarda Zaman gazetesindeki yazıları çok tartışılıyor, şair duruşunun sorumluluğu ve duruluğunun yanına bir gazetecinin keskin gözlerini de katarak kaleme aldığı yorumları, 'başka bir Türkiye mümkün'ün gür sesini yankılıyor. Bejan Matur'a on kısa şarkı dinlettik, uzun uzun Kürtlükten, Alevilikten, Doğudan, Batıdan, harpten, sulhten, edebiyattan ve müzikten konuştuk…

Bob Dylan - Man Gave Names To All The Animals (Slow Train Coming)
Bejan Matur: Dylan... Bir sürü şarkısını dinlemişimdir, ama benim şarkım diyebileceğim şarkılarından biri değil. Dylan'ın dünyayı iplemeyen ve daha ağır şarkılarını seviyorum. Bunda ritm biraz daha fazla. Neredeyse reggae. Erken dönem country tarzı şarkılarının modernize edilmiş ve hızlandırılmış hali gibi.

'Bütün hayvanlara isimlerini insanlar verdi' diyor ve her dörtlükte bir hayvana nasıl isim konduğunu anlatıyor. Konumuz: İsimler... Hayvanlardan başlayalım. Şiirlerinde pek çok hayvan var. Onları kelime olarak sevdiğin için mi, yoksa hayvanın kendisini düşünürek mi şiirine katıyorsun?
Kelime seçimleri ve ses önemli. Sonuçta şiiri sesle de kuruyorum. Önümüzdeki ay yayınlanacak kitabımdaki şiirlerden birinde, jaguarı düşündüğüm halde, pars kullandım. Jaguarın siyahlığını, hacmini ve dinamizmini daha çok seviyorum. Pars görüntü olarak çok etkileyici değil, ama daha yaban ve ses olarak çok güzel. Çağrışımı direkt arabaya gittiği için, popüler kültürde daha fazla kullanıldığı için jaguarı çıkarıp pars yaptım.

Ya kaplan?
Çok güzel bir isim. Mesela Kürtçede kaplan 'pilink' (pılınk) demek: Kaplanın görkemini, ağırlığını hiç anlatmıyor.

Kürtçede ses olarak en çok karşılığını bulan hayvan ismi ne?
‘Şêr’, aslan demek.

Fazıl Hüsnü Dağlarca'yla konuştuğunda, soyadının hikâyesini merak edip sormuşsun. 'Tam bir şair soyadı’ diyorsun.
Dağlarca kelimesindeki o süreklilik ve görkem çok ilgimi çekiyor. 'Dağ’ olsa bildiğimiz dağ, 'dağlar' olsa dağın çoğul hali, ama 'dağlarca'da bir duygu ve zaman da var. Sıradağları anlatıyor sanki. Sonsuzluğa ulanan bir şey gibi. Gündelik dilde rastladığımız bir kelime değil. Belli ki oluşturulmuş, hissedilmiş ve konmuş. Belki bunu ona ilk defa ben sordum.

'Kendim koydum' deyince şaşırdın mı?
Şaşırmadım, tahmin ediyordum, ama hikâyesini duymak hissimi daha da büyüttü. Ağrı dağına 22 yaşında ilk tırmanışını, orada geceler boyu kaldığını, dağların kozmosla ilişkide onun için ne kadar önemli olduğunu anlattı. Ağrı’da subayken, sanıyorum bir görevle çıkıyorlar dağa. Yanılmıyorsam, ilk şiiri Dağlarca'ya o gece orada, Ağrı dağında geliyor. Şuna çok inanırım: Şairlerin kalbinin kapılarının, perdelerinin açılmasının bir ilk sahnesi vardır. Biz aslında hep o sesi ararız, her zaman o sesi yeniden üretiriz ya da o sesin etrafında döneriz. Dağlarca'ya orada gelen ilk imge, bana başka yerde gelmiştir.

Sana nerede geldi?
(düşünüyor) Hukuk Fakültedesi'ndeyken, '90'dan itibaren sık sık yalnız yolculuk yapıyordum. Çantamı alır, Ankara'dan Akdeniz'e, Ege'ye gider, antik kentleri dolaşırdım. Antalya'da Termessos'a çıkmıştım: O yükseklikten ovaya bakıyorsun, ilerde deniz görünüyor, bir yanda dağlar, terk edilmiş bir şehir, tiyatro, boş bir sarnıç, heykelsiz, tuhaf, kadim... Orada sanıyorum ilk defa bir ses duydum.

O yolculuklara çıkmasaydın, mesela Kızılay meydanında duymaz mıydın o sesi?
Manzaradan bağımsız olarak da o sesi bir biçimde duyarsın, zaten içindedir, seninle bağlantıdadır. Sadece gelip gideceği, sana açılıp kapanacağı zamanları kendisi belirler. Ruhunu o atmosfere yakın tutman gerekiyor. Öyle anlar Kızılay'da da olmuştur mutlaka. Kızılay'da bir şiirin geldiğini ve onu yazdığımı hatırlıyorum. Kitabıma girmemiştir, ilk şiirlerimden biridir.

O şiirde Kızılay imgesi var mıydı?
Hiç yoktu. Dağlar, göller, rüzgâr vardı. Bir tür hasret vardı. Aslında şiirimin rüzgârla çok ilişkisi var.

'Blowin' in the Wind' çalacaktık, ama fazla kolay olur diye vazgeçtik.
(gülüyor) Dylan’ın en sevdiğim şarkılarından biridir. 'Cevaplar rüzgârda savruluyor...’

Bir şiirinde çok güzel bir mısran var: 'Rüzgârı sevebilirdim / Kapılar ve pencereler olmasa’.
Maraş sonrasında Antep'e, sonra Ankara'ya geldim. Hep kara ikliminde, denizsiz şehirlerde sürüyordu hayatım, ama bir biçimde denize özlem duyardım. Daha doğrusu bir boşluğa.

Senin adına soyadına gelelim. Bejan nedir? Matur nedir? Seninki de şair ismi doğrusu.
Benimki de bana vahiyle geldi gibi hissediyorum. Bir adım daha var: Alan. Aslında erkek adıdır Kürtçede. 'Memê Alan' destanı vardır ya, oradan. Dedem koymuş, çünkü dedemin annesinin adı Alan. Ama babam Elif olarak yazdırmak zorunda, Alan yazdıramaz, çünkü Türkçe değil. Zaten dedemin annesi de Elif yazdırılmış, Alan'a en yakın ses o olduğu için... Ailede başka üç Elif olmasından dolayı, kızı farklı olsun diye bana Behice Boran’ın adını vermek istiyor babam. Büyüdüğünde, onun gibi toplum meseleleriyle ilgilenen biri olacağımı hayal ediyor. Ama nüfusta bir hata oluyor, Bercan olarak yazılıyor. Ailede kimse böyle bir ismim olduğunu duymadı bile. Evde Alan'dım ilkokula kadar. İlkokulda, kayıt sırasında öğretmen adlarımızı sordu: Bercan diyeceğime, yanlışlıkla Bejan dedim ve öyle yazdı. Bejan Matur. Öyle gittim geldim. Bu isim evde de benimsendi. Sanki doğuştan Bejan'dım!.. Birinci sınıfın sonunda öğretmen nüfus kayıtlarımızı istedi. Baktı, 'sen Bercan'sın, Bejan değilsin ki' dedi. Çok net hatırlıyorum o sahneyi: Ağlayarak 'hayır, ben Bejan’ım, Bercan değilim' diye bağırdım. Öğretmen beni sakinleştirmeye çalıştı: 'Biz seni yine Bejan diye çağırırız, ama buraya yazmak zorundayım, resmî kayıt böyle çünkü.’ Ortaokula başlayacağım zaman babam söz verdi, 'tashih davası açarız ve düzeltiriz' dedi. Tam ortaokula kayıt olmak için Antep'e gittiğimde 12 Eylül darbesi oldu. Dolayısıyla, tashih davası kimin aklında! Bejan olmam bir altı-yedi yıl gecikti. Arada bir-iki defa denemeye çalıştık, reddedildi. Ama son on yıldır resmen Bejan’ım. (gülüyor)

Bejan’ın bir anlamı var mı?
'Jan' kelimesi bizim Kürtçemizde kullanılmıyor. Daha doğudaki, Diyarbakır'daki Botan Kürtçesinde 'jan' acı, sancı demek. Bejan da, bunlara sahip olmayan, sancısız, acısız, gönül sızısı çekmeyen anlamında.

Soyadın peki?
Matur, Latince 'olgun'dan geliyor, ama buna ihtimal vermiyorum o bölgede. Başka dillerde de anlamını araştırdım. Maraş’ta buna en yakın kelime Ermenicedeki 'madur’, yani su içilen, kutsallık atfedilen küçük ayazma. Oradan geldiğini düşünüyorum, ama neden koydular, hiçbir fikrim yok. Arapçada bir aksan farkıyla iki anlamı var: Yağmur ve güvercin. Çuvaşçada ve Tatarcada böyle bir sözcük var. Çuvaşlı ünlü şair Gennadi Aygi'yle tanışmıştım. Benim soyadımı öğrendiğinde şaşırdı, bana bir ninni okudu. 'Matur, matur, matur' diye devam eden tekerleme şeklinde bir ninni. Çuvaşçada güzelcik, güzelce gibi bir anlama geliyor.

Vay be, nerelere gidiyormuş...
Adlar... Dünyamız adların dünyası. Adlar olmasa aslında varlık dediğimiz şey eksik kalır. Dolayısıyla her adın kendi kozmolojisi, kendi atmosferi, duyguları, mekânı vardır. Bunun farkında olarak yaşadığınızda çok katmanlı bir hayatınız oluyor. O yüzden edebiyat çok önemli. Her şeyin üzerinde ve dışında.
       
       Adıyla sevdiğin bir takım romanlar, filmler, şarkılar var mı?
Ankara'dan İstanbul'a kaçamaklarımdan birinde Alkazar sinemasında bir afiş gördüm: Ayazda Bir Yürek. Sadece adının güzelliği için girdim, hiçbir şey bilmiyordum, ne yönetmenini ne oyuncusunu. Hiç yanılmadım. Adlar bizi yanıltmaz diye, en azından ümit ediyorum.

'Tutunamayanlar' nasıl geliyor?
Çok güzel.

'Blowin' in the Wind' de çok güzel değil mi?
Çok güzel.

Sence şair mi Dylan?
Patti Smith'in de, Dylan’ın da, Cohen'in de yazdıklarını müziğin kendi anlam dünyası içinde çok önemli buluyorum. Tabii ki Dylan yer yer şair. Sözlerin bir ritmle, bir müzikle birleşip ortaya çıkmasının etkisi tartışılmaz bir şey. Bir şarkı daha gündelik, modern hayata ait alegorilerle yapılabiliyor. Doğası gereği böyle... Ama şiir öyle değil. Mesela benim yazdığım bir şeyin bestelenmesi çok zor. Zaten böyle de olmalı. Şarkı sözü başka bir şey.

Serdar Ateşer - İstemeyerek (Avdet Seyri)
Bu şarkıyı ilk defa duyuyorum. Üç Hürel mi? Değil. Doğan Canku da değil.

Serdar Ateşer. Peki sözler kimin?
Bilmiyorum.

Murathan Mungan.
Öyle mi? Çok fena sınıfta kaldım. (gülüyor) Çok klasik, '70'lerin bir şarkısı gibi. Evet, Murathan şarkı sözleri yazabiliyor. Apayrı bir disiplin.

Neden apayrı olsun? Bir şiire bestelenmese de şarkı diyebilirsin veya isterse bestelensin, gene şiir diyebilirsin. Olamaz mı?
Ben şöyle ayırıyorum: Şiirsel imgelerin havuzu derin bilinçaltımızdır, rüyalardır, sembollerdir... Bir metaforu, imgeyi var ederken, ilk kezmiş gibi yapıyor şiir. Gündelik dilde asla olmayan bir şeyi adını koyarak var ediyor. Şarkı sözünde dilin gündelik alanına daha yakın bir seviye var. Duygulara, zihinsel akışa, gündelik ritme yakın bir şeyle var oluyor şarkı sözü.

Kendi şiirinin bestelenmesinin zor olduğunu söyledin. Tersine, aslında sen şiiri yazdığın zaman biraz da otomatikman bestelemiş olmuyor musun?
Kesinlikle öyle. Şiiri iki sanat disiplinine benzetiyorum. Biri heykel, diğeri senfonik müzik. Heykele benzeyen yanı şu: Doğadan ham halde bir malzeme alırsın. Onun fazlalıklarını çıkarıp, içinden bir form, doğada çıplak halde olmayan bir üst estetik geliştirirsin. Aslında vardır içinde, ama onu sen ortaya çıkarırsın... Senfonik müziğe yakın tarafı da şu: Aynı anda pek çok ses duyarsın bir imgeyi, bir şiiri oluşturuken. Ben her bir şiirin kitap içindeki bütünlüğünü düşünüyorum. Her kitabın kendi başlangıcı, sonu, kendi iç sesi ve dünyası var. Bunu kurmaya ve korumaya çalışıyorum. Şiirin ilk defa bana gelme biçimi sesle oluyor. 'Ses anaforunun içine düşmek' tabirini kullanmıştım bir defasında. Bir ses duyarım ve yanımda kalemim varsa, o ses kelimeye dönüşür. Yoksa uçup gider. Bir tür şarkı gibi gelir, aslında müziktir. Sonra not ettikçe birikir. Daha sonra üzerine çalışırken fazlalıkları atmaya bakarım. Orada dilin kendi iç müziği önem kazanır. İleriki aşamalarda giderek sesli okumalar yaparım ve orada sadece ses çalışırım.

Bayağı şarkı söylüyorsun aslında.
Evet. Bir tür şarkı söylüyorum. Ağıt söylüyorum diyelim... Özellikle son yazdıklarımda çok ciddi bir ses var... Jackson Pollock'un o tüm duvarı kaplayan, metrelerce uzanan dev tablolarından birini düşün. Boya püskürterek yapılmış bir tabloda bu ahenk, bu şiirsellik nasıl oluşabilir? O zaman orada bir hareket olduğunu farketmiştim. Sonrasında videosunu gördüm. Tuali yere seriyor. Boya kutularını etrafına diziyor ve tualin etrafında bir tür dans ritmiyle yürüyerek, dans ederek boyaları tuale döküyor. Dansın kendisi var ediyor oradaki şiiri.

Danstan şiir çıkıyor ve o resim oluyor.
Evet. Şiirde de böyle. Çok yüksek bir müzik var. Aslında müzikten çıkıyor şiir, ama müziği daha ileriye taşıyor kelimeyle. Müziğin kendisi çok soyut.

Şarkı soyut değildir.
Şarkı, söz olduğu için soyut değil.

Fikret Kızılok'un bu konudaki görüşlerini biliyor musun? Şairleri suçluyor ve biraz acıyor onlara.
Neden?

Şairleri, bestelerini yarım bırakmış insanlar olarak kabul ediyor. 'Onların müzisyen olduklarına inanıyorum, fakat niçin yarım bıraktılar?’ diyor.
Başlangıçta söz vardı!

Ve ister istemez sözün bir müziği vardı.
Tabii ki. Söze etkisini veren şey müziğidir zaten. Düzyazıda da geçerli bu. Aslında her şeyde müzik var. Geçen günkü yazım şöyle başlıyordu: Gerçek sessizlik sesle doludur. Sessizliğe inanmıyorum. Ses her yerde var. Bir sanat piramidi kuracaksak, neyin en üste konulacağını sanatın içinden konuşanlara sormamak lâzım. Ama şu kesin: Yaratıcı alana ait bir esere derinliğini veren şey, insanın evren karşısındaki varlığının anlamını sorgulamasıdır. Bir şarkı, bir şiir, bir müzik, bir film bunu ne kadar sahici bir biçimde sorabiliyorsa, alanını o kadar derinleştirir.

Bu derinliği nasıl tarif edersin?
Basitliğe ulaşmak çok derin ve zor bir şey. O nedenle doğaya, toprağa, hakikate daha yakın olan ozanların yaptıklarına biraz yaklaşabilmek çok önemli... Müziğe ilgim her zaman çok geniş oldu. İçinden geldiğim hayatla ilgili. Bir yanda Alevi müziği, bir yanda kendi arayışlarım... Çocukluk hayalim şarkıcı olmaktı. Söyledim de. Ortaokul ve lise müsamerelerinde, üniversite korosunda.

Neler söylüyordun?
Atatürk'ün sevdiği Rumeli şarkılarından Antep istiklâl türkülerine kadar. En son klasik Batı müziği korosundan ayrıldım fakülte ikinci sınıfta. Bir önceki yıl da klasik Türk müziği, Şevki Bey'ler falan söylüyorduk. Çocukluğumda evimizdeki radyo transistörlü, sadece kısa ve uzun dalgası olan, kocaman kırmızı ekranlı, beyaz düğmeli bir radyoydu. Oradan sürekli Monte Carlo radyosunu açardım, pop şarkıları dinlerdim. Başka bir dünyadan biraz cızırtılı sesler. Sanıyorum İsrail ya da Arap radyosuydu. İsmi Fransızca, ama daha çok İngilizce pop şarkılar yayınlarlardı. Babam her eve geldiğinde 'kim değiştirmiş bunu' derdi ve tekrar TRT'ye çevirirdi. Sonunda bana siyah, küçük, FM'i de olan bir radyo aldılar. Farklılık iddiasıyla farklı müzikler dinlemeye başladım. Türkçe dinlememeye özen gösterdim. O yüzden türkülerle, arabeskle ilişkim daha dolayımlıdır. Başkaları dinliyordu, ben kulak misafiri oluyordum. Babamın arabasında sürekli Mahzuni çalar, bizim yol müziğimizdir. Her an basılı halde hazırdır. Kontağı çevirdiğin an Mahzuni başlar söylemeye. (gülüyor) '82'den itibaren Onyedi dergisini düzenli olarak aldım. Kimleri dinliyordum? Bruce Springsteen, Duran Duran, Alphaville, Laura Branigan, Cyndi Lauper, Wham, Police… 'In The Army Now’ı kim söylüyordu?

Status Quo.
Status Quo, sonra Madonna, Tears For Fears, Pet Shop Boys... Popüler kim varsa hepsini dinlerdim.

Duvarına poster asar mıydın?
Şiddetle asardım. (gülüyor) Tüm duvarlarım doluydu. Simon LeBon, George Michael vardı. Robert DeNiro'nun Avcı filminden bir sahne vardı kamuflaj giysileriyle. Richard Gere vardı tabii ki. (gülüyor) Arada Yılmaz Güney vardı... Ablam Cem Karaca çok severdi, 'Parka'yı dinleyip günlerce ağladığını hatırlıyorum. Turuncu bir fonda, sırtında parka, koca gözlükleriyle bir Cem Karaca posteri vardı duvarda. Bir gün uyandığımızda yırtılmış bulduk. Babam yırtmış. '80 öncesinde çok korkuyordu, kızının başına bir şey gelecek diye.

Derdiyoklar - Türkülerle Gömün Beni (Türkülerle Gömün Beni)
Bildiğim bir türkü bu. Özlem Özdil söylüyordu. Onun sesini çok severim...

Malatyalı Derdiyok Ali'nin meşhur türküsü.
Tam onu diyecektim. Türkünün ritminden, sesinden, aksanından Sivas-Malatya aksında bir yerden olduğunu düşündüm, ama bilemedim adını. Derdiyoklar’ın ismini duydum, ama pek tanımıyorum.

Sen Pazarcıklısın, değil mi? Biraz ailenin hikâyesini anlatır mısın? İlk kitabını 'Anneme ve Babama, hikâyeleri için' notuyla yayınladın.
Rüzgâr Dolu Konaklar otobiyografik bir şiir. Babaannemin hikâyesi. Ben Sinemilli aşiretindenim. Elbistan, Maraş, Pazarcık bölgesinde çok büyük bir aşiret. Bir kolu Erzincan'a, Tunceli'ye, bir kolu Viranşehir, Mardin'e gider. Milli aşiretinden kopmadır. Batıya doğru gelenler Alevi, diğerleri Sünnileşmiş. Ta Şah İsmail'e kadar geriye gidiyor. Müzikal geleneği de çok zengindir. Babaannem Elbistan asıllı. Çocukken dört kız kardeş yetim kalıyorlar, erkek kardeşlerini de bir çığda kaybediyorlar. Küçücük yaşlarda ayrılmak, dağılmak zorunda kalıyorlar. O kitapta fazlasıyla otobiyografik ögeler var. Doğduğum yeri, baktığım manzarayı, evrenle kurduğum ilişkiyi anlattım... Pazarcık bölgesindeki Kürt köylerinin çoğunun adı değişmiştir, bizimkini değiştirmediler. Maraş’ın Adana'ya uzanan düzlüğünde konumlanan küçük bir köy: Maksut Uşağı. Maksut'un, Şah İsmail ordusundaki bir komutan olduğu söylenir.

Nasıldı hayat Maksut Uşağı’nda?
Dedelerin, babaannelerin anlattığı Alevi ritüelleri, gizli yaşanan cemler çok geride kalmıştı ben doğduğumda. Tam tersi, son derece seküler denebilecek bir dedemiz vardı. Cumhuriyetin bütün değerlerini fazlasıyla sahipleniyordu, saz çalmıyordu mesela. Ulaş Özdemir'in yaptığı albümdeki (‘Ummanda –Maraş Sinemilli Deyişleri’) Alevi dedelerinin köye gelip gittiğini hatırlıyorum. Muhabbetin, içkinin, sözün, sazın yaşandığı anlar olurdu, ama cem hiç hatırlamıyorum. Babam klasik anlamıyla ateist. 15 yaşında Cumhuriyet okumaya başlamış. Şu anda 76 yaşında, hâlâ her gün alır, CHP'ye oy verir. Ecevit hayranıydı. Gençliğinde TİP'le ilgili küçük bir tür arayışı olmuş, ama onu sosyalleştirememiş. Çok yalnız kaldığı için prototip bir Cumhuriyet Alevisi olarak hayatına devam etmiş. Alevi deyişlerini TRT'den, Can Etili'den dinlerdik. Annemse bir tür şamandır. Kendine has, iç ritüelleri olan, her bulduğu ağaca bez bağlayan, dualar eden, Tanrı’yla ilişkisi çok kalbî ve kendine ait olan bir kadın. Otlardan ilaçlar yapar. Ermişlere inanır. Sonsuz bir itikatı vardır, ama dinle alâkası yoktur.

Annenle baban nasıl tanışmışlar?
Garip bir hikâyeleri var. İkisinin de ikinci evliliği. Annem çok küçükken daha babam ona ilgi duyuyor ama, söyleyemiyor. Annem ailesi tarafından zengin bir ailenin epeyce büyük oğluyla evlendiriliyor. Kürt düğünlerinde perde geleneği vardır. Gelin perdenin arkasına alınır ve kimseye yüzünü göstermemesi gerekir. Babam, halamı anneme gönderiyor. 'Perdenin arkasına git, söyle, benimle kaçsın' diyor. Annem bunu duyunca, inanılmaz şaşırıyor, hoşuna da gidiyor. Ama yapacağı hiçbir şey yok, 'çok geç kaldı’ diyor. Başka bir köye, Urumoğlu'na gelin gidiyor ve fazla dayanamıyor. Bu arada babam da evlenmiş ve bir oğlu olmuş. Annem ona haber yolluyor, 'eğer hâlâ kararlıysa, ben varım, kocamı bırakıp geleceğim' diyor. Ve karar veriyorlar kaçmaya. Bir karlı kış gecesi kocasını bırakıp babamla gitmek üzere evinden çıkıyor. Babam 16 yaşında, annemse 13-14 filan. Uzun mahkemeler, hapisler... Böyle zorlu bir başlangıç... Birbirlerine çok aşkla bağlılar. Hâlâ güzel bir ilişkileri var.

Çok tartışırlar mı?
Hayır. Annem babama öfkelendiğinde, bir tür hakaret olarak 'neşesiz' der. 'Neşesiz çiftçi!’ Annemin en ağır sözü budur babama. Çünkü Alevilikteki muhabbet ortamı annemin çok özlemini çektiği bir şey, ama bizim evde yaşanmadı hiç. Takım elbise, mavi gömlek giyen, zayıf, uzun boylu, köylüye benzemeyen bir adam. Sanki Sezer ya da Ecevit! Kendini farklı oluşturmuş bir tip. Kitap okumaya başlamış, araba kullanmış. Köydeki yaşıtlarıyla ne görüntü ne zihin benzerliği var. Bunu sosyalleştiremediğinden içine kapanmış, biraz hayatsız kalmış. Dönem dönem babamın davetlisi olarak dedeler ya da ozanlar gelir. Evde toplanılır, sofra kurulur, içki indirilir. Herkes büyük keyif alır, ama bunu evde devam ettiren yok.

Misafir yoksa içki içmez mi baban?
İçki sevmez. Normalde sigara da içmezler. İkisi evlilik yıldönümlerinde, o güne özel, içki-sigara keyfi yaparlar. Yılbaşı gecesi evlilik yıldönümleri. Bu yıl 55. yıllarını kutladılar.

Rakı mı içerler?
Viski içerler, garip değil mi? Şu nedenden: Bizimki Avrupa'ya çok erken göç vermiş bir toplum. İşçiler, oradaki bir sürü objeyi ve içeceği köye taşımışlar. '70'lerden itibaren Maraş köylerinin hayatında viski var. Aileden kaçak demlenmek için çocukken içerdik. Hâlâ sek içerim viskiyi... Çok garip, postmodern manzaralar aklımda kalmış. Babamın kuzeni ilk Alamancılardan biri. İlk getirdiği Nordmende televizyonlar –anahtarlı beyaz bir televizyondu, anahtar kimdeyse o evin kralıydı– ve mitolojik görüntülerle bir takım tablolardı. Neden seçtin o tabloyu ve neden minibüsüne yükleyip köye getirme gereği duydun, o kadar büyük yaldızlı bir çerçevede? Ve neden onu duvarına astın? Evinin baş köşesinde Athena hatırlıyorum. Ormanda, elinde yayıyla, sandaletli, ayak ucunda yılan... Çocukken büyülenmiş halde o tabloya bakmak için babamın kuzenine giderdim. O resmi hâlâ arıyorum. Gittiğim tüm müzelerde, Avrupa'da, Amerika'da... New York'ta bir pazarda bir duvar halısı buldum. O tabloya çok benziyordu, ama daha tombul, çok daha kitsch. Beş dolara aldım, evde duruyor. Asamıyorum, çok çirkin çünkü. (gülüyor)

Babanın kuzeninin duvarında, Athena tasvirinin yanında, mesela Hz. Ali de var mıydı?
Tabii. Mutlaka bir Hz. Ali, mutlaka Atatürk. Her evde CHP'nin altı oku. Kırmızı-beyaz altı oklu gece lambaları vardı. Gece bir uyanıyorsun, altı tane ok! (gülüyor) Fal bakan kadınlar, Hz. Ali'nin çift başlı kılıcıyla dörtnala at sürdüğü duvar halısı, Anıtkabir görüntülü duvar halısı, flamenkocular, elle işlenmiş Şahmaran... Bunlar pek çok evde yan yana gelirdi. Neredeyse tüm evlerde, evrensel bir motif gibi 'dünya güzeli' yazan bir kadın resmi bulunurdu. Dünyanın en güzel kadını bu diye çocukken hep bakardım ona. Ablak bir suratı vardı. (gülüyor)

Babanın kuzeni herhalde bol bol Derdiyoklar düğününe gitmiştir Almanya'da.
Kesin... Yüksel Özkasap, getirdiği ilk müziklerden biriydi. Sesi çok yanıktı. Hatta kabartmalı bir fotoğrafı vardı takvim gibi. Saçları örgülü, öne doğru düşmüş. Köye ilk getirilen şeylerden biri de Grundig teyplerdi, askılı, turuncu düğmeli... Asıl adı Mehmet ya da Mahmut olan, ama Budala denen, içki içen bir adam vardı. Grundig teybi boynuna asardı. Gece elektrik yok, gökte yıldızlar, yaz günleri... Köyün içinde dolaşarak yüksek sesle Erkin Koray'dan ‘Şaşkın’ı dinlerdi. Berduş bir tip, adı Budala ve ‘Şaşkın’ı dinliyor. (gülüyor)

'78'deki Maraş katliamı nasıl yansıdı köye?
'78'de 10 yaşındaydım. Maraş için çok ağır bir mevzu. Baudrillard’ın Ermeniler için söylediği bir cümle var: 'Ermeniler için üzülüyorum. Bütün hayatlarını, tarihte katledildiklerini kanıtlamak için yaşıyorlar, tüm enerjileri buna gidiyor’. İnsanın içinden geldiği toplumun tarihinde bu kadar ağır bir travmanın olması tüm hayatını belirliyor. Bazen düşünürüm, bu kesik başlar, kan, oradaki ağır acı, ölüm, tüm bunlar nereden geliyor? Bütün hayatımda, şiirimde Maraş olaylarının etkili olduğunu düşünüyorum. Köyümüz Maraş’a 20-25 kilometre mesafede bir yer. Maraş yanıyordu ve biz onu dışarıdan izliyorduk. Yananların, ölenlerin, öldürülenlerin içinde tanıdıklarımız vardı. Şöyle bir sahne hatırlıyorum: Bir kış günü. Kuzenim Maraş’ta talebeydi ve tüm yollar kesildiği için mahsur kalmıştı. Dayım onu almak üzere gitmiş ve haber yok. Orada ne oluyor, merak ediyoruz. İnsanlar birbirlerini öldürüyor, birileri birilerini kesiyor ve hiçbir şey yapamıyorsun. Köyün meydanında kadınlar, erkekler, çocuklar toplanmış, bekliyoruz. Bir araba geldi. Bordo renkli Murat 124. İçinden tuhaf, bol paça, düşük bel, tam '70'ler tipi bir pantolon giymiş kemikli yüzlü, garip bir adam çıktı. Panikle indi arabadan ve 'ne duruyorsunuz' dedi, 'kadınları, kızları öldürüyorlar, siz ne bekliyorsunuz, ne duruyorsunuz burada?’ Tam bir tragedya sahnesi gibiydi. Kadınlar bir tarafa, erkekler bir tarafa çekildi. Erkeklerin yüzleri önlerine düştü çaresizlikle. (duraksıyor) Hâlâ canlı bu hatıralar... Yapacak hiçbir şeyleri yoktu. Silah alıp, gidip birilerini öldüremezlerdi. Gidenler oldu. Dönemin komünist, solcu, daha siyasî tavırlı delikanlıları gittiler ve öldürüldüler. Çoğu cezaevine girdi, yıllarca yattı. Tanıdığımız bir aileden dokuz kişi öldürülmüştü. Başka tanıdıklarımız da vardı. Morgdaki görüntülerden söz ediyorlardı. Şöyle bir duygu: Sana ait sandığın bir şehir aslında senin değil. Birileri onu sahiplenmiş ve seni yok etmeye çalışıyor. '78'den itibaren üç-dört yıl boyunca, belki daha fazla bir süre, ovadaki Alevi köylerinin hepsi şehre küstüler. Normalde gündelik alışverişlerini yapmak için şehre inerdi insanlar. Yıllar boyunca kimse gitmedi Maraş’a. Sadece resmî dairelerdeki işler için erkekler gitti. Kadınlar asla gitmedi. Ankara'da talebeyken, Maraş’ın kenarından hırsız gibi geçerdim. Maraş’ta hiç uyumadım, bir gece bile uyuyamam.

Aynur - Nemire Lawik (Nûpel)
Aynur. Nûpel'den değil mi?

Hem de bir Pazarcık türküsü.
Aynur'un en beğendiğim albümü bu. Repertuarı çok güzel. Sesini çok beğeniyorum. Sanki doğadaki sesi temsil ediyor. Ruhun en derininde bir yere temas ediyor.

Kürt müziğiyle aran nasıl?
Çocukken Şivan Perwer dinlerdik. Şivan, Kürt kimliğinin yapılanmasında da çok etkili oldu. Verilen herhangi bir siyasî mücadeleden çok daha fazla.

Şarkıların böyle bir gücü var.
Edebiyatın ve müziğin çok büyük gücü var. Kürtler çok büyük bir edebiyat çıkaramadılar henüz, ama müziği çıkardılar. Kendilerini en iyi ifade ettikleri alan, müzik ve dans. Kürtler halay çekerken kendileri oluyor. Silopi'den Kuzey Irak'a geçerken Duhok üzerinden Erbil'e gidene kadar, eğer günlerden pazarsa, kır düğünleri görüyorsunuz. Birkaç kilometrede bir, büyük topluluklar halay çekiyor. Çok naif, biraz da ironik bir tarif yaparsam; Kürtler dağlarda müzik yapıp, halay çekip memnun bir hayat sürmüşler. O yüzden devletleri olmamış! Çünkü öyle bir dertleri yok. Bu milliyet ve ulus devlet derdi, son yüzyılın işi.

Kürtçen nasıl?
Çocukluğumda evde Kürtçe konuşurduk. Çoban, şoför, işçiler Türkçe konuştuğu için, onlarla kırık bir Türkçeyle konuşulurdu. Babamın Türkçesi düzgündür, Kürtçeye çok az başvururuz. Annemle Kürtçe konuşmaya özen gösteririm, çünkü annem bunda ısrar eder. Hep 'Kürtçeyi unutmadıysan sayemdedir' der. Haklı.

Maraş Sünni ve Alevilerin, Türk ve Kürtlerin bir arada yaşadıkları bir şehir. Bu bir aradalık sadece görünürde mi yaşanıyor? Geçişkenlik mevzubahis değil mi?
Maraş’ta Kürt Aleviler varlıklı olanlardır, toprak ve para sahibidirler. Yurtdışına da çok göç verdikleri için, sadece toprak sahipleri değil, yoksulları da zenginleşti Maraş Alevilerinin. Aslında bu, Maraş merkezdeki ekonomiyi canlı tutan bir şey. Bunun çözümleyici, yumuşatan tarafını da görüyorum. Alevi Kürtlere Maraş’ta 'aşiret' derler. Aşirete karşı artık daha ılımlı davranıyor esnaf; ama uzun yıllara yayılan inanılmaz bir duygusal kilitlenme oldu merkez ve periferideki köyler arasında.

Maraş saldırısında sınıfsal bir temel olduğunu da düşünüyor musun? 6-7 Eylül olaylarında da gayrimüslimlere saldırıldı, ama bu gayrimüslim azınlık, aynı zamanda varlıklı olduğu kabul edilen bir kesimdi...
Bu çatışmanın bu kadar büyümesinin sebeplerinden biri olduğunu düşünüyorum bu sınıfsal farkın. Oradaki Alevi-Kürt köylerine tüm işçiler Türk köylerinden gelir. Bunun izleri mutlaka vardı. Bir tür haset olmalı. Hem Kürt, hem Alevi, hem de varlıklı! Merkez de bunu tuhaf buluyordu ve kabullenemiyordu belli ki. Kimlik bilinci, Alevi olmak, Kürt olmak, bu farklılığın bilince çıkması ilk kez o yıllarda bu kadar canlı hale geldi. Maraş olaylarının çok derin hesaplaşmamız gereken yanları var. Hâlâ yüzleşmiş değiliz. Kimse hesabını vermedi. Toplumların hayatındaki bu travmaların çözümlenmesi çok önemli ve gerekli, çünkü geleceğe devrediyor.

Geçtiğimiz günlerde hükümet, pek rağbet görmeyen, ama bolca tartışılan bir 'Alevi iftarı’ düzenledi. Sünni iktidarla kurulan bu tür temasları sen nasıl karşılıyorsun? Boş bir çaba mı, yoksa bir ümit ışığı mı?
Alevilik homojen bir şey değil maalesef. Keşke öyle olsaydı, her şey daha kolay olurdu. Belki Sünnilik de homojen değil, ama hem iktidar olmuş, hem de kaynakları ve kurumları çok belirgin. Alevilik çok fazla siyasileşmiş ve binbir parçaya ayrılmış. Üzerinde mutabakata varılmış bir Alevilik tanımı yok. Asıl mesele de buradan doğuyor. Sünniler kendi iktidar araçlarını kullanarak bir Alevilik tanımı yapmaya uğraşıyor. Prototip Sünnilik modeli, Aleviliğe şablon olarak oturtulmaya çalışılıyor. Oysa tarifin aşağıdan gelmesi gerekir. İnsanların, cemiyetlerin kendini nasıl tarif ettiği kendi sorunudur. Bir Alevi 'ben camiye asla gitmem' diyorsa, buna saygı gösterilmeli. Gitmek isteyen varsa gider. Gazetelerde pek çok tartışma okuyorum: 'Aslında Aleviler camiye giderler' ya da tam tersi, 'Aleviler İslâm dışıdır’. Bunların ikisi de değil, ama ikisi de var. Bunları dinlemek ve çözümleri buradan üretmek anlamlı olur. Başbakanın bir iftar vereceğini biliyorduk, o sırada Maraş’ta köydeydim. O bölgede uydudan Alevi kanalları izleniyor. Su TV, Cem TV, Yol TV, Dem TV... Bir heceden oluşan onlarca Alevi kanalı var. (gülüyor) Nasıl tepki gösterdiklerine kulak verdim. 'Bizi geçmişte katlettiler, bunlarla herhangi bir düzeyde konuşulmaz' diyenleri yanlış buluyorum. Ya da tersinden, 'başbakan ve partisi bu meseleyi çözecek’. Bu da çok doğru değil. Bu iftarı bir iyi niyet adımı, bir diyalog çabası olarak görüp, çekinmeyip, ama onun özünü oluşturmada katkı sunarak ve kendi kimliğini sahiplenerek beklentileri söylemek gerekiyor. Bu toplumun hayatında zaten yıllardır inanılmaz Çin sedleri var. Nereye kadar? Nereye kadar? Birbirimizi gırtlaklayarak nereye varacağız daha fazla? Farklılıklardan değil, ortaklıklardan hareket etsek bir sürü şeyi çözebiliriz. Benim için en temel şey şu: Bu ülkeye ne kadar memleket diyebiliyorum? Vazgeçemeyeceğim şeyler var. Alevi ve Kürdüm. Boğaza bakıp bir Münir Nurettin şarkısı dinlemekten de vazgeçemem. Bu da kimliğimin bir parçası. Gündelik hayatımızda bizi oluşturan o kadar çok şey var ki, kolayca gözden çıkardığımız ve bir etnik kimlik, ulus devlet hevesiyle ötelediğimiz... Bu sıkışık tanımların içinde ne kadar yalnızlaşacağımızı göremiyoruz. Tabii ki kendin ol, kendin olmaya çalış. Sonuna kadar kendi varlığının, kimliğinin omurgasını koru. Seni besleyen ritüellerden, seslerden, dilden, müzikten vazgeçme. Yoksa gurbette nasıl yalnız kalırsan, burada da yalnız kalırsın. Aşırı milliyetçilikler insanın doğasına aykırı. Anayasa tartışmalarındaki Türkiyelilik kavramı önemli. Buralı olmak ve buranın bize sunduğu ortak değerlere yoğunlaşmak gerekiyor.

U2 - Sunday Bloody Sunday (War)
U2 değil mi? 'Bloody Sunday’. Kaç senesinden?

1983'ten. İlk siyasî hitleri. Mevzu, İrlanda ve Kanlı Pazar.
Global dünyanın pop ikonları arasına Bono'nun girmesi bana hazin geliyor. İlk çıkışındaki protest, sokak, İrlandalılık ruhunu kaybetti. Fazla stilize ve rahata ermiş. Huzursuzluğunu kaybetmiş. Sanat, huzursuzluğunu kaybettiğinde, kendinden de kaybeder. Bilmiyorum, çok mu sert konuştum Bono kardeşim için? (gülüyor) Modern dünyanın vicdanı varsa eğer, fazlasıyla vicdan azabı da var. Sanki onu dengelemenin bir kanalıymış gibi kullanılıyor Bono. Müziği, sesi hâlâ çok güzel. Sahnesi inanılmaz. Televizyonda konser kayıtlarını pür dikkat izliyorum. Acayip bir enerji var, ama kime söylüyorsun? Londralı tiki kızlara söylüyorsun. İrlanda ya da Afrika meselesi o sahnede, o konsept içinde poplaşıyor. Che'nin bugün Marilyn Monroe'yla yan yana satılmasından bir farkı yok bunun.

Bono, Anglosakson müziğinin taşrasından, İrlanda'dan çıktı. Vaktiyle çok hor görüldü.
U2 severim. Yol müziği gibi gelir bana. Ritmlerinde İrlanda'nın doğasını, rüzgârını, okyanusun adanın kıyılarını dövme sesini bile hissederim. Bir arkadaşımla araba kiraladık, Dublin'den çıkıp güneye indik. Güney İrlanda hâlâ çok ağır taşra. Yol haritası bile yok, çok zor buluyorsunuz yolunuzu. Kaybola kaybola en sonunda öyle bir yere geldik ki, 'işte burası’ dedim, 'buradan hiçbir yere gitmem’. Küçücük bir köy. Okyanusun kıyısında, dev bir dağın eteğinde. Meğer Robert Mitchum'un oynadığı İrlandalı Kız filminin çekildiği yermiş. Onun için küçük bir anıt da yapmışlar. Koyun sesleri, dalga sesleri ve Yeats’ın şiirindeki her şeyi hissediyorsun. İrlanda'nın Avrupa karşısındaki, özelde İngiltere karşısındaki konumu, o dışarıda kalmışlık, bölünmüşlük çok dramatik gelir bana. O edebiyatı var eden de o kimlik çatışmaları. Turistik dükkânlardaki çanak çömlek değil, Beckett, Joyce filan satılıyor. (gülüyor) Müziği her an hissediyorsun. Bir pub'a giriyorsun, inanılmaz bir ritmle dans eden, şarkı söyleyen insanlar... Kendimi çok yakın hissediyorum.

Ken Loach'un İrlanda Bağımsızlık Savaşı’nın anlattığı son filmi Özgürlük Rüzgârı Diyarbakır'da kapalı gişe oynamış.
Kürtlerin İrlanda ve IRA ilgisi vardır hep. İngiltere karşısındaki konumunu kendi durumlarına benzetirler. Benimkisi öyle değil. İrlanda'daki taşrada ve sadelikte kendime yakın bulduğum bir şey var.

DTP'nin kendi içinden bir Gerry Adams çıkarıp çıkaramayacağı çok tartışıldı, sen de 'çıkaramaz' diye yazdın. Neden çıkaramaz?
Çünkü meseleler benzerlik gösterse de, meseleyi mesele edinen kurumların yapılanması farklı. Gerry Adams, içinden geldiği, şiddeti savunan illegal yapılanmanın dışına çıkıp oradan kendine bağımsız bir alan açabildi ve o illegal yapılanmanın karşısında kendini konumlandırabildi. İrlanda'daki siyaset ve hayat buna imkân verdi, ama burada bu imkân yok. O şiddet sarmalında, iki tarafın da, hem devletin hem karşısındaki yapının farklı düşünen, muhalefet eden entelektüel birikimi yok edildi. Farklı bir yerde durayım dediğinde hain muamelesi görüyorsun. İmralı’ya ya da Kandil'e amenna demiyorsan, meşruiyet kazanamıyorsun. Söylediğinin hiçbir anlamı, değeri olmuyor.

Söyleme arzusunun var olduğunu ve törpülendiğini mi düşünüyorsun?
Arzu var ama, arzunun içindeki duygu yapıtaşlarında sorun var. Çünkü kendi algısında kendini aşağı görüyor. Dağa çıkan onurlu insan, bir tür kahraman. Ovada, legal siyasetin içinde kalmak bir tür zayıflık göstermek oluyor. Zayıflığını kabul ederek hareket ettiğinden o arzu yeterince güçlü olamıyor.

Zaman'daki yazılarınla çok tepki topluyor musun?
Türk ve Kürt, iki tarafın aşırı milliyetçilerince iyi karşılanmadığı kesin, çünkü onlardan değilim. Başka bir yerden konuşuyorum. 'Beyaz Kürt, tuzu kuru, Boğaz gören evi var, masa başından yazıyor' gibi yazılar da çıkıyor hakkımda.

Oysa bir gazeteci gibi giderek, görerek, pek çok insanla konuşarak kaleme alıyorsun yazılarını.
Görmüyorlar. Bazı şeyler gözlerimize perde indiriyor. Hayatım boyunca hiçbir partiye oy vermedim. Hiçbir politik angajmanım olmadı. Olmayınca, söyleyeceğimi rahat söyleyebiliyorum. Sadece şiir yazmak yetmiyor. Hâlâ kan akıyor, bu kanın durması lâzım. Böyle bir sorumlulukla yazıyorum.

'Barış sözcüğü, savaş sözcüğünün tonlamasıyla söyleniyor' diyorsun.
Kürt legal siyaseti yeni bir dil bulmalı. 15 yıl boyunca savaş diyenler, bir akşamda karar verip, 'barış’ dediler Öcalan’ın yakalanmasından sonra. 'Barış’ın söylenme biçimi, özü itibarıyla 'savaş’ınkiyle aynı. Böyle olunca da meseleler çözülemiyor... DTP'nin Meclis'te olması beni çok heyecanlandırdı. Legal Kürt siyasetinin biraz güçlenmesi için hepimizin destek vermesi gerektiğini düşünüyorum. Hürriyet gazetesine bakın, merkez medyaya bakın, o kadar büyük saldırılar var ki, DTP'nin ne söylediği asla anlaşılmıyor. DTP'nin nasıl yapılandığı, handikapları varsa da bunların sosyolojik ve siyasî olarak nelerle ilişkili olduğu bilinmiyor. Ben bunlara biraz daha içeriden bakan yazılar yazıyorum. Asıl sorun şu: Batı ve doğu arasında, Kürt ve Türk toplumları arasında bir konuşma kanalı yok. O kadar farklı algılar var ki. En son Diyarbakır'da bomba patladığında, orada kiminle konuşsam, 'derin devlet' dedi, burada herkes PKK'yı gösteriyor. İki taraf da kendi alanına çekilip direnirse neyi konuşacağız? 80 senedir konuşamadık. Böyle giderse bir 80 sene daha konuşmayız... İki tarafın ne hissettiğini anlamak ve bunları birbirine biraz tercüme etmek. Varsa ortaklıklara vurgu yapmak. Farklılıkları anlatmak. Benim konumlandığım yer burası.

DTP'nin destek kaybettiğine dair gözlemlerin var. AKP'ye kayan oylardan değil, başka arayışlardan söz ediyorsun...
Bu kadar dar bir yerden siyaset yapıyorsan, ülkede hayat değişirken, senin alanın daha da daralır. '80'ler ve '90'lardaki koşullar çok değişti. Diyarbakır devasa bir şehir. İnanılmaz bir yapılaşma ve onun ürettiği bir sosyoloji var. İş merkezleri, alışveriş merkezleri, kolejler, kurslar... Onun talibi olduğu yeni bir sosyal sınıf var: Kimliğine sahip çıkan ama, bunun politik ifadesini radikallikte görmeyen bir kesim. Uzun zaman iki seçeneğe mahkûm edilmişti Kürt seçmeni. Devletin partisiyle PKK'nın desteklediği legal parti arasında tercih yapmak zorundaydı. Neden böyle olsun? Bugün Kuzey Irak Kürtlerinin yirmi tane partisi var. Sosyalisti var, dindarı var... Bugünkü siyasî yelpazenin renklenmesi gerekiyor ki, insanlar ifade alanı bulabilsin. Ben sadece Kürt tarafında değil, iki tarafta da yanlış bulduklarımı yazıyorum. Bana gelen yorumlara bir baksanız keşke. Cinnet geçiriyor milliyetçi, sağcı olanlar: 'Nasıl Ermenileri böyle anlatırsın? Benim gazetemde Kürtlük nasıl böyle konuşulur? Kim yazdırıyor buna?’

Neden Zaman'da yazıyorsun?
Neden yazmayayım?

İnsan Zaman gazetesi aldığında, bu meseleleri bu biçimde ele alan biriyle karşılaşacağına pek ihtimal vermiyor. Zaman okuru da sana alışık değil belli ki.
Evet, yadırgıyorlar. Bunları yazabileceğim gazetelerin sayısı az. Dergilerde yazmak istemiyorum. Bir gazetede daha fazla insana hitap etmek istiyorum. Toplumun genel ahalisi dediğimiz, çok büyük bir yelpaze oluşturan sağ muhafazakâr kesimin bu meselelere nasıl baktığı bizim çok düşünmediğimiz bir şey. Onları dönüştürürsek bu toplumun meselelerini çözeriz. Ahaliye bir Kürdün acısını, bir gerilla annesinin acısını iki-üç paragraf sayesinde hissettirebilmenin büyük bir misyon olduğunu düşünüyorum. Peki Zaman beni neden tercih etti? Bünyeleriyle, kemik okurlarıyla kesinlikle ters düşüyorum. Sanırım sırf çoğulcu bir resim vermek adına yapmıyorlar. Demin bahsettiğim ortak payda üzerinden bir şey söylemek, sanırım onların da meselesi. Siyaset yazmaya karar verdiğimde, nerede yazarım ve etkili olur diye çok ciddi düşündüm. Radikal İki'de yazabilirdim belki, ama yine aynı cemaat olacaktı, birbirimize hep aynı şeyi söyleyip duracaktık. Aleviliğin, Kürtlüğün siyaset arayışına şerh koyan kesime bir şey anlatabilmek, bir duygu uyandırmak varken, bu fırsatı neden tepeyim? Onlarca telefon da aldım, 'biz bugüne kadar şehit analarına ağlıyorduk, ilk defa bir Kürt anasının acısını görüyoruz' diyen, 'acı, keder doğuya ait, ben Egeliyim, biz bu kederi tanımıyoruz, ama tanımak zorundayız' diyen...

Bruce Springsteen - Long Walk Home (Magic)
Bruce mu? Hangi albümünden?

Son albümü Magic'ten.
Dinlemedim. Bruce derken sanki çocukluk arkadaşımdan bahsediyorum. (gülüyor) Tüm o protest, gitar çalan rocker görüntüsünün yanında, sesinde hep bir kırıklık var. Bir Yunan heykeline benziyor. Ama Tanrı heykeli falan değil. Yönetici kadrodan, kıvırcık sakallı bir büst!

Şarkıda bir 'eve dönüş’ metaforu var. 'Beni bekleme, eve giden yol çok uzun' diyor. Epeydir dağdan inmenin koşulları ve 'eve dönüş’ yasası tartışılıyor...

Yol çok uzun da olsa, eve dönmek gerekir.

Arkadaşlarının veya akrabalarının arasında dağa çıkanlar, cezaevine düşenler, ölenler var mı?
Çok var, çok. Benim kimliğime bir borcum var o anlamda. Biraz da o yüzden siyasetle böyle bir ilişkim var. Bana 'anadilin şiirini ne kadar etkiliyor' diye sorarlar. Ben Kürtçe yazmıyorum, ama şiirime Kürtçenin doğrudan etki ettiğini düşünüyorum. Çünkü anadil sadece kelimelerden oluşmuyor. Anadilin içinde ilksesler var, ninniler var, annemizin bizi çağırdığı ses var. Dönüp döneceğimiz yer de orası. Çocukluğa döneriz ve oradan üretiriz. Bilinçaltımız orada bütünlenir. Evin çatısında hangi ülkenin bayrağının, hangi devletin, hangi yöneticilerin olduğunun önemi yok. Beyrut'taki Ermeni mahallesinde, Taşnak Partisi lideriyle tanışıp konuştum. Maraşlı bir adamdı. Maraş’ın neresindensin diye sordum, 'tam ortasından' dedi. Elinde tespih var, ayak ayak üstüne atmış, yumurta topuklu ayakkabı giymiş. Tipik bir Maraşlı aslında. Tüm Ortadoğu'da olduğu üzere durmadan demli, şekerli çay içilen bir parti merkezi. Duvarda, Türkiye'nin kuzeyini, doğusunu ve Ermenistan’ı içeren bir Sevr haritası. 'Bu haritada Maraş yok, nasıl bu kadar kolay vazgeçiyorsun atalarının toprağından' diye sordum. Sustu, cevap veremedi. Ev, ne koşulda olursa olsun, insanın hakikatidir. Şimdi eve dönüş yasası konuşuluyor, umarım iki tarafa da bir çıkış sunabilecek, adı ve içeriği itirafçılık veya pişmanlık olmayan bir yasa hazırlanır. 'Eve dönecekler, ama hangi eve? Bütün köyler yakılmış’: Bu tür yazılar çıktı. Yakılmış da olsa, doğduğu eve gelip iki taşı üst üste koysa, yakılmış ağacının yerine bir ağaç dikse ve oradan kendine yeniden bir hayat üretse, bu hayat Kandil'dekinden daha anlamlı olur. Doğduğun köyü yeniden yeşertmek hayattır, diğeri ise siyaset ve ideoloji. Kimlik bize ideolojinin anlattığı şey olmamalı. Kimlik, en derininde hissettiğin sesler ve baktığın çocukluk manzarasıdır.

Bu kimlik ve çocukluk ellerinden alındığı için çıkmıyorlar mı insanlar dağa?
Evet, ama onu geri dönmemek üzere terk etmek yanlış. Benim konum insan, benim konum ruhun alanı, sesin, müziğin, şiirin, dilin alanı. Orayı gözden çıkaramazsın, virane de olsa dönüp imar ve ihya etmekle sorumlusun. Geride kalanlar var. İnanılmaz bir parçalanma var. Annen seni bekliyorsa, annene dönmelisin. Eğer çıkacaksa, buradan bir şey çıkar. Silahtan, kandan, daha fazla acıdan bir şey çıkmaz.

Kürtlerde, Türklerdeki şehit analığına benzer bir kurum var mı?
Var, neredeyse birebir aynı. Kürtlerde 'değer aileleri' kavramı var mesela. O mücadelede bir 'değer yaratma' seviyesine erişmiş, bedel ödemiş aileler var. Değer ailesi olmak, parti içindeki hiyerarşide önemlidir. Siyasette de onlara daha çok yer açılıyor. Kendi aralarında örgütlüler. Oğlunu şehit vermiş bir Kürt annesi çocuğunun hatırasına sahip çıkmak için o davayı sürdürüyor. Bu çıkmazın bir yerde kırılması gerekiyor artık.

Çocuğu dağda olan bir anne neler hisseder?
Hiçbir anne, hiçbir aile çocuğunun gitmesine göz yummaz. Giden kendi kararıyla gidiyordur. Geride kalanlar da acılarını içerden yaşayarak onun yasını tutar ya da davasına sahip çıkmaya çalışır. Dağ, ölümün alanı. Şu anda dağda 3500 gencin olduğu söyleniyor. O 3500 aile dört gözle dönecekleri günü bekliyor. Buna katkı yapacak her çaba bence çok değerli.

'DTP'liler PKK'lının cenazesine gittiklerinde tepki topluyorlar, ama keşke diğer partililer de gitse...’ demiştin bir keresinde.
Evet, keşke AK Partililer, CHP'liler, hatta MHP'liler de gitse. Bir aile cenazede onun acısını yaşıyordur ve ağıtını yakıyordur. En temelde bu var. Bu toplumun bir parçası o insanlar. Onun acısına sahip çıkmayacaksan, paylaşmayacaksan nasıl bir iktidarsın, neyi temsil ediyorsun? Kürt çocuklarının acısını paylaşmıyorsan, burada bir ayrımcılık var. O insanların acısının anlaşılması gerekiyor. Toplumsal kriz dönemlerinde Türkler Kürtlerin, Kürtler de Türklerin acılarına sağır kalıyorlar.

Son bayrak hadisesini duydun mu? Bir grup genç kanlarını kumaşa sürerek Türk bayrağı boyamışlar ve çerçeveletip Büyükanıt'a göndermişler. Büyükanıt gururla 'işte biz böyle büyük bir milletiz' demiş.
Cinnet. Çok primitif bir milliyetçilik. Biz neredeyiz, zamanın, tarihin neresindeyiz?

Bunu duyan biri dağdan inmeyi neden düşünsün?
Bir sarmal gibi karşılıklı birbirini besliyor bunlar. Hayat hakkı en temel haktır, hukukta da böyle tanımlanır. Kürt kimliğine sahip çıkmanın tek formülü etnik, ulusal bir yapı değil. Neden yüz yıldır devam eden ve tüm ülkeleri parçalayıp birbirine düşüren siyaset modelinde diretiyoruz? Öcalan da 'Kürt tarihi kirli bir tarih, ne kadar kan akarsa o kadar temizlenir' diyor. Neden kanla temizlensin? Birinin bunu sorması gerekiyor. Türklerle Kürtlerin arasında kan var. Mutlak şiddetsizliği savunan kim varsa, ben onun yanında olurum.

Ska Cubano - Istanbul Not Constantinople (!Ay Caramba!)
Çok duyduğum bir şarkı. Ama kimdir, bilmiyorum.

Ska Cubano söylüyor. İstanbul'la ilgili eski bir swing şarkısının Latin yorumu... İstanbul'la nasıl bir ilişkin var? Şiirinde İstanbul'a yer var mı?
Neredeyse hiç yok. Yeni kitabımda ilk defa bir satırda geçiyor. Benim şiirimde şehir manzarası, şehir hayatı yok, tarihi yok, sokakları yok. Bir arkadaşım tüm kitaplarıma baktı ve bugünün hayatına ait sadece palto ve gözlüğü buldu. Şiirimde sandalye bile yok. (gülüyor) Her şey üç bin yıl önce yazılan şiirlerdeki kelimelerle oluşturuluyor. Taş, ağaç, karanlık, rüzgâr, her şey ilk haliyle var. Çocukluğunuzda şöyle bir şey hissedebilirsiniz: Doğduğunuz yerde artık yaşamayacaksınız. Oradan asla vazgeçmem, ama orada yaşayamam ben. Ama anne-babamın ve doğduğum evin orada durması bana çok sağlamlık veriyor. Bir dağ gibi duruyorlar orada. Babam göçe direndi, tüm çocukları Avrupa'ya gittiği halde o gitmedi. Benim orayla ilişkim Mevlâna'nın verdiği pergel örneğine benziyor. Merkez orası, ben 360 derece dönüyorum etrafında... İstanbul'da giderek kültürlerin iç içe geçtiğini görüyoruz. Sadece Kürtler ve Çingeneler değil, Afrikalılar, Batılılar, Uzakdoğulular; tüm bu çeşitlilik, bir dünya şehri olabileceği ihtimali çok ümit veriyor. Londra'da, New York'ta, Paris'te bana nefes aldıran da bu çeşitlilik: Müzik, edebiyat, melezlik. Özellikle müzikte, sinemada, kelimenin tam anlamıyla 'klasik'in hayat hakkı modern hayatta yok. Evet, Münir Nurettin var, ama onun yanında, ondan bir motif alıp başka bir yere taşıyan bir müzik de olmalı. Bu füzyon arayışı çok anlamlı.

Sevdiğin şairler kimler?
Türkçede Dağlarca, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Yahya Kemal, Ahmet Haşim...

Can Yücel şiiri sana nasıl geliyor?
Çok girebildiğim bir şiir değil. Şiirde ironi sevmiyorum.

İroni müziğe uyar mı?
Pek değil. Ama şiirdense müziğe daha çok uyar.

İroni neye uyar?
Sinemaya uyar, tiyatroya uyar.

Sana da 'neşesiz' diyebiliriz galiba?
Neşesizim... Ama kasvetli ve hayatsız değilim. Yaptığım şeyin kederli bir havası var.

Yaptıkların kederli, peki ilgi duyduğun şeyler de mi kederli?
Tam tersi. Bana nefes aldıran müzikleri dinlerim. Gündelik şarkılar kolayca aklıma takılır. Pop, gündelik hayat demek. Onu kaçırdığında bir sürü şeyi kaçırıyorsun. Keyif aldığım çok şey oluyor. Sezen Aksu'yu dinlerim, Emre Aydın, Feridun Düzağaç ve Teoman’ın şarkılarını takip ederim. Duman'daki gevşek, aldırmayan hal hoşuma gidiyor, yer yer abarttığını düşünüyorum, ama güzel. Mor ve Ötesi'ni bir yolculukta, uçağın kulaklığından dinlemiştim, 'ne güzel bir şarkı’ deyip albümünü almıştım. Nazan Öncel'i çok severim, ama '7'n Bitirdin' albümü bende hayal kırıklığı yarattı.

Mazhar Fuat Özkan - Deli Deli (Ele Güne Karşı Yapayalnız)
Bunu ilk dinlediğimde lisedeydim. Türk müziğinde ritmin yükseldiği bir dönemdi. Mazhar Fuat Özkan biraz kendisiyle, biraz toplumla dalga geçen, Özallı yıllara denk düşen bir tür açılmayı, ironiyi temsil ediyor. İroni dışardan bakmakla ilgili bir şey. Dışarı çıkamazsan bakamazsın. Bu albüm hepimizi çok ferahlatmıştı. 'Yolladılar onu Avrupa'ya / Kendi yolunu bulmaya' diyor şarkı. Lüksemburg'da bir toplantıya konuşmacı olarak davet edilmiştim. Bana önerdikleri başlık 'Avrupa Arzusu'ydu. Bu başlığın söylediği her şeyi tersine çeviren bir metin yazdım, okudum, biraz bozuldular. Bir toplum kendini neden arzuyla tanımlar? Nedir o arzunun öznesi olmak ve bundan vazgeçememek? 'Avrupa'yı bekleyen en büyük handikap belki de artık arzu edilmemektir' demiştim... Türkiye'de cumhuriyet ve onun yarattığı sınıfın Avrupa'yla bir arzu ve nefret ilişkisi var. Şiddetli hayranlık, bugün korkuya dönüştü. Halbuki onun karşısında tarif ettiğimiz, AK Parti'nin temsil ettiği liberal İslâm, daha sorunsuz ilişki kuruyor Avrupa'yla. Çünkü kendi değerlerini sahiplenerek ilişkiye geçiyor. 'Tıpkı teknolojisini alıp kullandığım gibi demokrasisini de alabilirim' diye düşünüyor, 'türbanımı takarım, şarap içmem' diyor, bir tür eşit ilişki yaşıyor. Halbuki diğerleri Avrupa'nın sahip olduğu değerleri o kadar çok yüceltmiş ki, bu mücadelede galip gelme ihtimali yok. Bir Fransızdan daha mı iyi şarap içecek buradaki en şarapsever burjuva Kemalist? Veya operayı bir İtalyandan daha mı iyi kavrayacak? Avrupa karşısında hep kendini eksik hissetme hali var. Bu onda bir gerilim yaratıyor ve savunma pozisyonuna geçiyor. Kendini savunması için bir çekirdeğe ihtiyacı var, ama o çekirdekten mahrum.

Avrupa'daki göçmen işçilerin yarattığı daha özgün bir hava yok mu?
Ben gurbet miksinden bir şey çıkacağına inanmayanlardanım. Özellikle Türk-Alman miksi çok zararlı. (gülüyor) Batıdaki büyük metropollerin mültecilerinin hayatına baktığın zaman, çok azında Türkiyelilerin yaşadığı ağır keder var. Belki de sömürge tarihiyle ilgilidir; topluma entegre olmak anlamında değil, ama kendi hayatını kurma konusunda daha kolay uyum sağlıyorlar. Türkiyeli göçmenler içe dönük ve muhafazakâr. Taşralıysa taşra derinleşiyor, Kemalistse Kemalizm, Kürtse Kürtlük derinleşiyor. 'Memleket neresi?’ sorusu vardır ya, o aslında kaybolma korkusuyla sarf edilen bir cümle. Sığınacak bir memleketli, bir hemşeri bulma ihtiyacı. Bir Türkün dünyayla kurduğu ilişkide rahatlık yok. Hep sorunlu, travmatik, kapalı bir şey var. Özellikle Almanya'daki Türk göçmenliğinin ürettiği sanata da inanmıyorum, hiçbir şeye inanmıyorum.

Avrupa senin için bir cazibe merkezi mi?
İlk yıllarda öyleydi. Sonra bir bıkkınlık geldi. Müze ve galeri geziyordum. Sokaklardaki, kafelerdeki canlılık, şehir, mimari, her şey ilgimi çekiyordu. Sonra Halep'te bir kahve içmek, İran'a, Lübnan'a gitmek daha cazip geldi. Belki de oraları benim hakikatime daha yakındır gibi bir his geldi. Yönü mü doğuya çevirdim.

Ümmü Gülsüm - Ya Tair Ya Ayesh Aseer (Wedad)
Ümmü Gülsüm... Onu sevmek yetmez.

Öyle mi?
Onun için, Mısır’ın dördüncü piramiti derler. Mısırlı generaller darbe yapacakken, o gün Ümmü Gülsüm'ün konseri olduğu için darbenin tarihini değiştirmişler. Arap dilinin ve çölün ritmini, toprağın derinliğini içinde taşıyan çok büyük bir ses. Feyruz'u da çok severim, ama Ümmü Gülsüm'ün üzerine çıkan bir ses yok. Maria Callas'ta gördüğümü Ümmü Gülsüm'de de görüyorum: İnsanın varlık karşısındaki çığlığı gibi. Sanki tüm evrene, tüm varlığa sesleniyorlar. Onunla ilgili bir belgesel izledim, çocukluğunda babası çok yoksul, onu Kur'an dersine gönderemiyor, kursa giden çocukları dışarıdan, pencereden dinleyerek Kur'an öğreniyor. Ortadoğu'da, tüm şehirlerdeki tüm restoranlarda, otellerde, çay bahçelerinde hep Ümmü Gülsüm'ün sesini duyarsın. Ümmü Gülsüm ve Feyruz dönüşümlü çalar her yerde. O iki sesin yarattığı sıcaklık insanı evinde hissettirir.

Meseleleri genellikle Doğu-Batı kavramlarıyla mı düşünüyorsun? Temel çelişkisi bu mu dünyanın?
Evet, Doğu Doğudur, Batı da Batı. Karşılıklı konuşulamaz, ilişki kurulamaz, geçişler olmaz diye düşünmüyorum. Ama önce kendi hakikatlerini anlama çabası içindeyim.

Dünyaya bakışında, sınıf çelişkisinin hiçbir ağırlığı yok mu? Lübnanlı bir yoksulla İngiliz işçisinin ortak yanı daha mı azdır, İngiliz patronla İngiliz işçisinin arasındaki ortak yandan?
Marksizme geldik. (gülüyor) Ben sınıfların, coğrafya ve kimlikten daha yapay bir kategori olduğunu düşünüyorum. Soyut olarak üretiliyor ve insanları, işçileri birleştirdiği var sayılıyor.

Yoksulluk bir hakikat değil mi?
Yoksulluk elbette bir hakikat, ama Latin Amerika hareketiyle Mısır'dakilerin ortaklığından bir ütopya yaratmak pek işlemez. İşlemedi de. Marksizmin vicdanla ilişkisi nedir diye sormak isterim. İnsanın maneviyat alanını tanımlayan, insana birey olarak bakan, onun duygularını anlamlandırmaya çalışan arayış ya da teoriler ilgimi çekiyor. Eğer Marksizm vicdanın ta kendisiyse, evet, ben de Marksist sayılırım. Yoksulun, mazlumun, ezilenin yanındayım. Vicdanen solda duruyorum. Ama solun maneviyatı dışlayan yanına itirazım var. Dinden bahsetmiyorum, ama maneviyat algısının insanı oluşturan şey olduğunu düşünüyorum.

2005'te Cemal Reşit Rey'de düzenlenen Doğu'nun Kadınları festivalinin fikri senden çıkmıştı. Sussan Deyhim, Reem Kelani, Sima Bina, Jahide Wehbe gibi isimler konserler verdi.
Bu kadar yakınımızdaki dünyaya nasıl bu kadar uzak durduğumuzu anlayamıyordum. Modern, ama gelenekle ilişkisini doğru kurmuş sanatçıları davet ettik. Bu dünyaya arkamızı dönmemiz ve yok saymamız bizi de eksilten bir şey. Bir Anadolulu bir İranlıdan ya da Araptan ne kadar farklı olabilir ki? Doğu'nun Kadınları, benim açımdan çok öğretici bir deneyimdi. Sussan Deyhim'le hâlâ haberleşiyoruz. Türk kahvesi içtiğinde hep bana mesaj çeker... Bu festivalde, belediyeyle iş yapmanın handikaplarını yaşadım. Bir kesime hiç ulaşamadık, çünkü belediye AKP'li diye tamamen kapattılar kendilerini. Belediye kanadında ise benim kimliğimden kaynaklanan sorunlar çıktı.

Adeta Zaman gazetesindeki pozisyonun gibi.
Tam öyle. Arafta kaldım.

The Waterboys - A Girl Called Johnny (The Waterboys)
Sex Pistols mı? Değil.

Waterboys'un Patti Smith için yazdığı bir şarkı. Kendi değişimini yaşayan, cehennem kadar siyah, hayalet kadar beyaz bir kızdan bahsediyor...
Patti Smith kızkardeşimiz. (gülüyor) Konserine gidemedim, ama onu sokakta gördüm. O gün Tünel'de bir görüşmem vardı. Patti Smith'in İstanbul'da olduğunu biliyordum, sanırım o saatlerde basın toplantısı yapıyordu. Garip bir biçimde, hiç girmediğim bir sokağa girdim ve onu gördüm. İki saat sonra, görüşme dönüşü, başka bir ara sokakta yine karşıma çıktı. Patti ve Lenny Kaye yürüyorlardı. Durdular, sokak köpeklerinin fotoğraflarını çektiler. Bir şey söylemek istedim, vazgeçtim. Makinam olsaydı, sokak köpeklerini çeken Patti Smith'i çekmek isterdim. Londra'da İngiliz bir arkadaşım vardı, benim bazı fotoğraflarımı Patti Smith'e benzetirdi. Oysa ben benzetmiyorum. Ama garip bir biçimde, ben de Patti Smith'in bakışlarını anneme benzetirim. (gülüyor)

Zaten William Burroughs, Patti Smith'e şaman diyor.
Kesinlikle... Sadece müziği değil, sözleriyle, hayatıyla bir bütün. Çok adanmış bir hayat. Bu yaşında ısrarla devam ediyor olması o kadar güzel ki... Yeni çıkacak kitabımda, 'Eteklerin Zamanı’ diye çok feminen bir şiirde Patti'nin adı var, Susanna Moodie'ninkiyle yan yana. Tubingen'de Alman bir akademisyenle tanışmıştım. Benim okumama gelmişti. Şiirlerimi dinledikten sonra 'size bir kitap hediye etmek istiyorum' dedi, ertesi gün otele getirdi: Margaret Atwood'un bir kitabı, Journals Of Susanna Moodie... Moodie, Kanada'ya 1800'lerin başında İrlanda'dan giden bir göçmen ailesinden. Acılarla dolu, çok zor bir hayatı var. Günlüklerinde Kanada taşrasını anlatmış. Margaret Atwood da bu günlüklerden etkilenerek şiirler yazmış... Benim Rüzgâr Dolu Konaklar kitabıma benziyor biraz. İçinde Margaret Atwood'un çizdiği desenler de var. Babaannelerimiz gibi bir tip: Uzun elbise, saçlar ortadan ayrılmış ve topuz yapılmış. Patti Smith'in, üzerinden dökülen pilili bir elbiseyle benzer bazı fotoğraflarını hatırladım. Bu resimlerdeki yalın hali düşündüm ve böyle bir şiir çıktı.

Patti Smith'i sokakta gördüğün günden de bir şiir çıkmaz mıydı?
O gün de bir şey değdi bana. Eve gidip bir şeyler yazdım. Ama şiir değil, Patti'yle karşılaşmanın günlüğü gibi. Belki de şarkı sözü olabilecek bir şey. 'Patti biliyor mudur kardeş olduğumuzu? / Köpekleri bildiğine göre / Sokakta genişleyen uzayı. / Biliyordur elbette dedim kendime.’
Okuyabileceğiniz diğer Bejan Matur söyleşileri
▪ "Şiir insan ruhunun kalesi"
Mehmet Sebatlı, Ayrıntı Edebiyat, Aralık 2002
▪ "Bakışım mecburen politik"
Merve Erol, Radikal Cumartesi Eki, 22 Mart 2008
▪ "Varoluş sorgusu İbrahim'e götürdü"
Hatice Saka, Yeni Şafak Kitap Eki, 4 Nisan 2008
▪ "Sebebi sebebin yokluğundadır"
Yeliz Kızılarslan, Agos, 11 Nisan 2008
▪ "Huzursuz edici şiirler"
Sema Arslan, Milliyet, 9 Mayıs 2002
▪ "İnsanı iyileştiren hayat gibi"
Oylum Yılmaz, Radikal Kitap, 31 Mayıs 2002
▪ "Yaslı bir kız kardeş olmak benim seçimim"
Tolga Meriç, Vatan Kitap Eki, 15 Nisan 2008
▪ "Taşların içindeki şiir"
Ufuk Matara, Akşam Kitap Eki, 26 Mayıs 2008
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X