Şenay Aydemir, "Kazdıkça ortaya çıkan hazine", Posta gazetesi, 14 Ekim 2017
“Yazı yaz denize at” demiş eskiler. Bu söz söylenen her sözü, kağıda aktarılan her kelimeyi kapsamıyordur kuşkusuz ama iyi olanların da baki kalacağını anlatıyor bizlere. İlk eserleri büyük yazar Maksim Gorki’nin dikkatini çektikten sonra adı duyulmaya başlayan, yazıları yayınlanmaya başladıkça ünü artan Andrey Platonov’un Çukur isimli romanı bu sözü doğrularcasına karşımızda duruyor.
1930 yılında yazılmasına rağmen yayımlanamayan, ancak 1980’li yıllarda okurla buluşan bu roman hem Sovyet edebiyatının gizli kalmış cevherleri hakkında fikir sahibi olmamızı hem de anlattığı dönemin ruhunu anlamamızı sağlıyor. Komünist olmasına rağmen yazılarında ve romanlarında Sovyetler Birliği’nde ters giden şeyleri eleştirmekten çekinmeyen Andrey Platonov, bunun sonuçları olacağını biliyordu hiç kuşku yok ki. Bir süre gözden düşmesine rağmen İkinci Dünya Savaşı’nda savaş muhabiri olarak görev yaptı ama basılamayan kitapları öylece kalmaya devam etti.
Sovyet tarihine bir de böyle bakalım
Sovyetler Birliği tarihi, özellikle de Stalin dönemi, gerçekle ile kurmacanın birbirine geçtiği, neyin doğru neyin yanlış olduğunun belirsizleştiği bir dönem olarak da tarihteki yerini almış durumda. Stalin dönemi uygulamaları ve sonuçlarına dair soğuk savaş argümanları ve bu argümanların Batı’da kabul görme biçimiyle, kimi Rus kaynakların ve tabii ki dünyadaki sosyalistlerin bakışları arasında ciddi bir uçurum söz konusu. Muhtemelen ikisinde de sıkıntı var.
Soğuk Savaş argümanlarının gereğinden fazla abartılı, manipüle edici olduğunu söylersek haksızlık etmiş olmayız. Çünkü Soğuk Savaş’ın ardından ortaya çıkan birçok belge bunu kanıtlıyor. Ancak, Stalin Rusya’sının kimi sosyalist tarihçiler ve hareketlerin belirttiği gibi tamamen masum olduğu söylemek de yanlış olacaktır. İşte Andrey Platonov’un Metis Yayınları’ndan çıkan, Günay Çetao Kızılırmak’ın tertemiz çevirisiyle bizlere ulaşan kitabı Çukur, bu dönemi anlamak için bize gerçek zamanlı ve iyi bir komünist tarafından yazılmış önemli veriler sunuyor. Tıpkı aynı dönemde rejimli sıkıntılar yaşamış bir başka yazar Mihail Bulgakov’un kitaplarında olduğu gibi.
Araf’ta kalmış bir ülkeden manzaralar
Çukur, dünyanın ilk sosyalist devrimini gerçekleştirmiş, ardından uzun bir iç savaşı yaşamış, devrimin liderini kaybettikten sonra iktidar çekişmelerine sahne olmuş ve nihayetinde durgunlaşmış Rusya’nın 20’li yıllarının sonuna götürüyor okuru. Devrimden sonra uygulanan ‘Yeni Ekonomik Politika’ya son verilmiş ve mülkiyetin toplumsallaşması adımları atılmaya başlamıştır. Roman, küçük bir makine fabrikasında çalışan Voşov’un “dirençsizliğindeki artış ve genel iş temposu ortasında düşüncelere dalması sebebiyle” üretimden alındığı bilgisiyle açılıyor. Üretimin dışına düşen Voşov, bir süre ortalıkta dolaştıktan sonra yeni kurulan bir kolhozda buluyor kendisini. Toprak mülkiyetinin kurulması sırasında oluşturulan ortak çiftliklere verilen ad Kolhoz. Kolhoz’da bir araya gelen insanlar yeni bir hayat yaratmak için çabalarken, bir yandan da topraklarından vazgeçmeyen küçük mülk sahipleri olan Kulaklarla mücadele halindedir. Kolhoz sakinleri geleceklerini kurmak ve birlikte yaşamak için bir bina inşa etmeye karar veriyor ve büyük bir çukur kazısına başlıyorlar. Bu kazı ilerledikçe biz de kahramanlarımızın yaptıkları işi, içinde bulundukları devrimi anlama konusundaki Araf’ta kalmış hallerine tanıklık ediyoruz.
Hınzır bir dil, zekice eleştiriler
Andrey Platonov, bir yandan Kolhoz sakinlerinin yeni hayata olan inançlarını, komünizme bağlılıklarını aktarırken okura, diğer yandan da yeni ülkeyi ve yeni düzeni kavramadaki sıkıntılarını eğlenceli bir üslupla anlatıyor. Eskinin tamamen ortadan kalkmadığı, yeni olana dair hayalin ise gerçekleşmediği bu Araf halinde insanların içine düştükleri duruma naif ama ‘tuhaf’ karakterler eşliğinde tanıklık ediyoruz. Yeni bir dünya fikrinin kaba kavrayışlarından, düşman bir sınıf olarak Kulakların algılanışına kadar esprili, göndermeleri yerinde bir metin bu. Hatta rahatlıkla söyleyebiliriz ki Çukur, rejimin bazı uygulamalarına karşı eleştirilerini açık bir dille, hiç dolambaçlara başvurmadan söyleyen bir roman. Soyutlamalara, göndermelere ihtiyaç duymadan söylüyor sözünü. Ancak sözünü söyler, eleştirilerini dile getirirken devrim rüyasının eksiklerini, kat etmesi gereken mesafeyi anlatmaya çalışıyor daha çok. Kaba kavrayışların, duygudan yoksun algıların en çok da adına yapıldığı söylenen devrime zarar vereceğini fısıldıyor usulca.