ISBN13 978-605-316-280-3
13x19,5 cm, 120 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Çiler İlhan, "Kocaman bir kara delik", K24, 16 Mart 2023

Öyle, fakat karanlığı aşikâr o kocaman kara deliğe gerçekten düşene kadar yine de kimse tutmuyor Diana’nın ellerini... Sadist anne babasının yakalanmamak için tüm aileyi oradan oraya taşıyıp durmalarının ikinci durağında, yukarıdaki alıntının sahibi ikinci okulun müdüründen sonra da görüşler, uzman raporları, sorgular ve prosedürler arasında kaybolup gidiyor Diana’nın minik varlığı; ihtimal aynen bu şekilde, gerçek hayatta da.

Seurat, Galler prensesi Diana’dan esinlenerek isim verdiği, bahtsızlıkta onu kat kat aşmış karakterini Marina Sabatier’e dayandırmış. Annesi ve babası tarafından yıllarca kötü muameleye maruz bırakılan Marina, Ağustos 2009’da, henüz sekiz yaşındayken, kısacık, korkunç bir ömürden sonra yine dayakla, işkenceyle geçen bir günün sonrasında hayatını kaybetmiş. Çiftin yalandan verdikleri kayıp ilanı işe yaramamış, sadece bunda bir nebze teselli bulabiliriz belki; kısa sürede yakalanıp hapse atılmışlar.

1979 Paris doğumlu Alexandre Seurat, École Normale Supérieure ve Sorbonne Üniversitesi’nde edebiyat öğrenimi almış. 2015 yılında yayımlanan Sakar ilk romanı. Sonra üç roman gelmiş peş peşe: L’administrateur provisoire (2016; Kayyum), Un funambule (2018; İp Cambazı) ve Petit frère (2019; Küçük Kardeş). Halen Angers Üniversitesi’nde modern edebiyat dersleri veren yazarın diğer romanları da kitaptaki biyografiye göre “aile ilişkilerinin muğlaklığı ve söylenmeden kalan sözlerin ağırlığı üzerine kurulu”. Diğer kitapların da bir an önce çevrilip basılmasını dilerim.

Tanıtım bülteninde “(…) roman, aile kurumuna sorgusuz sualsiz kutsallık atfedilmesinin yıkıcı sonuçlarını yalın ve sarsıcı bir anlatımla gözler önüne seriyor” deniyor. Çok doğru:

Okul doktoru babayla görüştükten sonra, “Son derece hoş biri” dedi. Çocuğu muayene ederken anormal bir şey saptamamıştı, çocuğun biraz ‘sakar’ görünmesi dışında; kuşkusuz ‘zihinsel geriliği’ yüzünden. Ve sanki ben vahim bir haksızlığa yol açmak üzereymişim gibi, “Zaten hep aileler suçlanır” dedi. (s. 56)

Zaten hep aileler suçlanır; çocuklar doğaları gereği suçlu olamayacağı için olabilir mi? O çocuklar her şeye rağmen çocukturlar ve ne olursa olsun anne-baba sevgisine muhtaçtırlar. Bu yüzden kendilerine fiziksel, duygusal, zihinsel acılar veren o en yakınlarını korumaya çalışırlar, çünkü küçük hayatlarında başka kimseleri yoktur. O kişiler onların evreninin merkezidir. Ayrıca sevilmek her şeye rağmen ihtimal dahilindedir: Yeteri kadar iyi, yeteri kadar uslu olurlarsa, şikâyet etmezlerse, kimseye bir şey söylemezlerse aile içinde kalabilirler, tutunabilirler, hatta sevilebilirler. Sistemin anlamadığı, anlamaya çalışmadığı budur. Sistemdeki kara delik budur. İşte o kara delikten nice hayatlar girer de çıkamaz. Diana/Marina gibi:

Gözlerimin önünde beklenmedik bir mekanizma harekete geçmişti; sorduğum her soruya bir yanıtı vardı, ‘Peki sırtındaki?’, ‘Çarptım’, ‘Ya karnındaki?’, ‘Düştüm’; hepsinin nerede ve ne zaman olduğunu anlatıyordu, bir yanıt bulamadığı zaman, sadece ‘Unuttum’ diyordu ve sakin bir biçimde ekliyordu: ‘Ben çok sakarım.’ Yanıtlarının her biri anne-babasının gösterdiği gerekçelerle uyumluydu ve adli tabibin raporunda aktarılmıştı. Sadece, ‘Bak sen, karşımızda muhteşem bir akrobat var’ dedim, tiz bir kahkahayla güldü, hiçdurmayacak sandığım, kanımı donduran, bitmek bilmez, sinirli bir kahkaha. Sustum.” (s. 80)

Kitabı başarılı kılan öğelerden biri, pornografisini hiç yapmadan neredeyse detaylıca canlandırabileceğimiz şekilde şiddeti anlatabilmesi. Okumadığımız ama hücrelerinizde hissettiğimiz alt metinler öyle can yakıcı ki, kitabın etkisinden kurtulmak günler alıyor. Ailesinin Diana’nın kaybolduğunu iddia etmesinden sonra olayı soruşturan polis memurunun dediği gibi, bedenimizin büyük kısmını kaplayan suyun herhalde hafızası olduğundan:

Tabii bir şeylere dokunduğunu önce kendi içinde sezmenin, binbir işarete bakarak hissetmenin, o heyecanın bir uyarıcılığı var, bir çeşit adrenalin, çünkü bilinç düzeyine çıkmadan çok önce beden her şeyi biliyor. (s. 104)

Fakat sorun, her zamanki gibi sistemdeki irili ufaklı asıl oyuncular; yetişkinler:

O babayı seyrediyordum, inanılmaz rahatlığını, duruma bir yığın açıklama bulma konusundaki yeteneğini izliyordum, oysa benim için durumun özeti, Diana’da bulunan izlere, Diana’nın iyi olmadığına ilişkin gözlemimdi. (s. 75)

Vebali sadece katile değil, “görüntüye” rağmen harekete geçmeyen diğer yetişkinlerin boynuna da. Diana, anne-babası ve üç kardeşiyle gayet olağan bir hayat sürüyor gibi görünüyor. Hafif bir zihinsel geriliğe sahip gibi görünüyor. Ebeveyninin dediğine göre sakarlığından dolayı sık sık kendini yaralıyor, yüzü alerjileri yüzünden genelde şiş, bağışıklık sistemi düşük bir çocuk. Öğretmenleri onu biraz tuhaf buluyor. Diana’nın okula gelmediği gün çok. Çağrıldıkları görüşmelere Diana’nın üç kardeşiyle şık, bakımlı ve neşeli gelen, daima kibar anne-baba Diana ile çok ilgili görünüyor. Her soruya mükemmel açıklamaları var. Evet, böyle görünüyor ve biz okur olarak delirmekle kalıyoruz: İki farklı okul, öğretmenler, müdürler, okul doktorları, hastane doktorları, sosyal hizmetler görevlileri, il genel meclisi üyeleri, jandarma, polis, savcılar, yani bunca eğitim, sağlık, asayiş ve adalet kurumu, onca somut veriye rağmen bir küçük çocuğu koruyamıyor.

Kitabın sonunu bilmek (gerçek hayatta yaşanmış olayın acısını edebiyat adına bir anlığına kenara bırakabilirsek) “okuma zevkini” bir gram azaltmıyor; kitabın başarılarından bir diğeri bu. İçinizin kabarıp durduğu sıkı bir gerilim romanı gibi, hayır, her an bir köşeden Freddy Krueger’in veya Jack Torrance’ın çıkmasını beklediğiniz bir korku filmi gibi… Karanlık bir gecede, ateşin etrafında bağdaş kurmuş bir grup insan lafı birbirine zincirleyip kaçınılmaz bir sona sahip tek bir hikâyeyi anlatıyor gibi. Sakar, 2019 yılında kitabın orijinal ismiyle (La maladroite) Éléonore Faucher tarafından filme çekilmiş. Filmdeki kızın adı Stella fakat hikâye aynı.

Seurat’nın romana Diana’nın annesinin ailesiyle başlaması iyi fikir. Kendi kızına bu kadar kötülük yapabilecek bir kadının nasıl bir ortamda büyüdüğüne dair somut veriler tutuşturmuyor gerçi elimize; keza baba hakkında bilgimiz neredeyse hiç yok ama zaten beklentimiz bu yönde değil. Seurat’nın iyi yaptığı şeylerden biri bu ne de olsa; kıvamında söz söyleme yeteneği. Kaldı ki hiçbir veri bu canavarlığı açıklayamaz, onaylayamaz. O yüzden Diana’nın teyzesinin –ki gazetelerin yazdığına göre gerçek hayatta resmi makama ilk şikâyeti yapan o– kendi ailesine ilişkin ettiği şu cümle yeterli:

Eğreti bir aileydi bizimki, evet, aile değil yamalı bohça, hiçbir şeyin konuşulmadığı ama herkesin gözü önünde sessiz dramların yaşandığı bir aile, araya kimse girmeden. (s. 17)

Farklı kişilerin ağzından konuşan anlatıcının sesi tek; bu teknik, rahat bir okuma sağlıyor. Rahatsızlık, kurgu deyip geçememekte ama zaten her kurgu olası bir gerçeklik değil mi? Kısaca “İstanbul Sözleşmesi” diye andığımız, amacı uzun adında saklı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nden çekildiğimiz, 6 Şubat’taki yıkıcı depremde anasız babasız kalan çocukların akıbetini bile takip edemediğimiz, bırakın adını bilmediğimiz çocukları koruyabilmeyi, dünyanın tanıdığı siyasi parti liderlerini, sivil toplum kuruluşu önderlerini dahi yıllarca parmaklıklar ardında tuttuğumuz bu hukuksuzluk içinde insanının canını ayrıca yakıyor bu kitap, Türkiyeli okur olarak.

Sakar’da sesini en çok duymak istediğimiz kişilerden biri, olayı “içeriden” anlatan tek kişi olan ağabey. Tıpkı Yemen’de, Suriye’de, Afganistan’da yıllardır süren acılara rağmen bizim dünyanın başka yerlerinde görece rahat yaşamlar sürmemiz gibi, tıpkı depremin üstünden bir ay geçmiş olmasına rağmen hâlâ çadır, su, şifa bekleyen binlerce insanın bulunduğu şu anda benim bir kitap yazısı yazıyor olmam gibi, Diana gerçek bir cehennemi yaşarken ağabeyi en azından fiziksel acıdan muaf görünüyor. Kişisel olarak maruz kalmasa bile bu kadar yakınında ve sürekli şiddete tanık olmanın çocuklar üstünde son derece yıkıcı etkileri var bildiğimiz kadarıyla, bu kısım da hayal gücüyle doldurulacak fakat nereden bakılırsa bakılsın çoklu bir evrende yaşıyoruz gibi görünüyor:

Bazen çocukluğumuzun müziklerini dinliyorum, müziğin onu bana hatırlatmasını isterdim ama müzik hiçbir şey hatırlatmıyor, çünkü birlikte değildik, aynı çocukluğu yaşamadık. (s. 109)

Oysa geçişsiz değil kanımca bu evrenler; uzanıp elini tuttuğumuzda o kişinin evrenine atlayabiliyoruz. Bu kadar da basit bir yandan.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X