ISBN13 978-605-316-280-3
13x19,5 cm, 120 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Ayfer Feriha Nujen, “Evlerimiz kayıp çocuklarla doludur”, T24, 2 Nisan 2023

bulutları aşağıya çektiler

küçüldü dünyanın kalbi

ve ben büyüdüm birden

su almış bir gemi

gibi inerek derinlere

boğmak için kirlenmiş güzelliğini

.

Hiçbir kitaba "sadece bir hikâye" gözüyle bakmam. Hiçbir şey "sadece bir hikâye" değildir zaten. Her şeyin temelinde gerçekle temas ettiği bir alan var. Orada durmaya herkes tahammül edemez. Sığ toplumların bu kaçışması da hep bundandır. Sakar da sadece bir kitap değil, birçok kitap gibi varoluşa karşı bir isyan aynı zamanda. Varoluşun neden bir cezaya döndüğü konusunda… İsyan, sadece başkaldırmak değildir; çünkü başkaldırmak için önce sorgulamak gerekir. Alexandre Seurat, bu sorgulamayı yapıyor. Hırpalanmış, şiddete maruz kalmış bir çocuğun yüzüne bakarak, artık yaşamadığı halde dünyaya baktığı bir kayıp ilanıyla. Bir çocuğun hayat hikâyesi kendisinden daha büyük bir infiale bu yüzden neden olabilir. Doğmak da böyledir, ölmek gibi. Asla basit ve sıradan değil. İnsanın dünyaya gelişini bir yağmur damlasının bir ağacın yaprağından aşağıya düşüp infilak eden bir şey gibi parçalanmasına benzetirim hep. Öyledir çünkü. Diana'nın dünyaya gelişi de böyle olmuştur. İlgisizliğin öldürdüğü bir çocuğun öyküsü ilk anda herkesi üç maymun olmaya iterken, Seurat bunun tam tersini yapmıştır. Daha doğmadan ölümü ilan edilmiş, daha doğmadan terk edilmiş küçük Diana'nın hikâyesiyle. Toplumların ve o toplumların kurumlarının, bireylerinin yüzleşmesi gereken şeyin dışarıdan ne kadar kurumsal görünse de aileden devlete merdiven altı hayatların nelere mâl olduğunu dili buruk ve acımasız kesinliklerle anlatıyor olması bizim de gerçeğimizdir.

Değil dağlanmış bir göğüs, bir bakışın içinde bile görebilir insan, insanın çocukluğunda yediği sillenin onu nasıl yaraladığını. Bazen hızla yırtılıp atılmış gibi bir yanı, bazen yavaş yavaş zamanla silikleşen birer fotoğraf gibi. Hayatta kalanlar unutmak ister çünkü her şeyi. Ama unutmak ne temize çeker ne de iyileştirir insanı. Yalnızca kitaplar, ona bakanın travmalarına göre derinlik kazanır. Travmalar olaylar değil yaralarımızdır, ona bakanın hatırladığı geçmişini an'lardan canlı fotoğraflara dönüştürebilir. Sakar benim için böyle bir kitap. Bir roman değil, bir kayıp ilanı. Tıpkı ceplerimizde taşıdığımız kafa kâğıtlarımız gibi. Almış içine bir çocuğun kaybında gizlenmiş merhamet çağının yitirdiği bütün gerekliliklerini. Her çocuk artık sokak duvarlarında gördüğümüz her gün biraz daha silikleşen, köşelerinden çekilip yırtılmış birer afiş. Filmler kadar ciddiye alınmamış küçücük hayatlar. Tıpkı Diana'nın hayatı gibi… İnsan ne tuhaf şey zaten ama değil mi? Bazıları sevinçten bazıları hüzünden yapılmış gibi. İnsanın metabolizmasının büyük bir kısmı sudan oluştuğu için midir nedir, su gibi tadını, rengini alır geçtiği yerlerin. Bazılarımız anne babalarımıza benzeriz bu yüzden. İnsanın hiç görmediği insanlara benzemesi de tuhaf. Hayatta kalırsa tabii! Bakmaktan korkmadığında biraz daha ileriye varabildiğinde, aynalara… Ne güzel var olur önce ve sonra paramparça! Dünyaya gözlerini yumduğunda bile sadece hafızası canlıdır, tıpkı su gibi. Çocuklar için ailenin her şey olup aslında hiçbir şey olmaması da böyle bir şey. Çünkü ailenin bir kurum olarak da yarattığı boşluğu dolduracak bir başka dünya mümkün değildir daha sonra.

Sadece bizim toplumumuzda değil, misafiri olduğum toplumlarda da karşılaştığım şeylerden biri pek çok çocuğun dünyaya istenmeyen çocuk olarak gelişi olmuştur. Yetimhaneler, sokaklar, evler bu çocuklarla doludur. Dünyaya geldiklerindeyse, onlardan iki sorunlu insan arasında her şeyi dengeleyen-düzelten bir şey olsun istenmesidir. Sanki her şeyden onlar sorumluymuş gibi. Çünkü çocuk, yetişkinlerin hayat motivasyonlarının temelidir. Bir sorumluluktan ziyade soyun bir devamı olarak. Asla bir arada durmaması hatta hiç var olmaması gereken iki insanı bir arada tutması istenen… İnsanın onlardan biri olduğunu bilmesi, ah, ne acı… Hayattayız diye sevinelim mi şimdi yani? Pek sekmez, planlı çocukların bile bir süre sonra ailedeki konumları onların bazı özelliklerine göre şekiller almıştır. Bu bazen cinsiyetleri, bazen değiştirilemez bir biçimde gelişen karakter özellikleri ve bazen de biyolojik, kalıtımsal olarak ebeveynler tarafından ceza ya da ödül şeklinde yorumlanan özellikleri olmuştur. Çocuklar pek çok toplumda belli bir etkinliği gerçekleştirecek, hiç değilse kendini koruyabilecek çağa gelmedikçe pek dikkate alınmayan, sanki bir ev hayvanı gibi muamele görürler. Bazen sevilen, bazen tekmelenen… Evdeki en küçük şeylerden biri olarak... Yok sayılan, kaybolmaya hep çok müsait. Ayrıştırmanın bir güç olduğu her yerde bu vardır. "Ev" deyince, küçük feodal devletler neden gelmez aklımıza? "Devlet" denen mekanizmayı acımasızca çalışır kılan… Onların varlığı içinde ezilip paramparça olduğumuz halde? Ailenin bütünlüğü üzerine ahkâm kesen yasa yapıcıların korunmaya muhtaç olmanın talepleri hakkında karşılıksız bir varoluşu olduğuna tanıklık etmekle bunun mücadelesini veren STK'ların yalnızlığı ayrıca bir yana elbette. Çocuk, erkeğin erkekliğini, kadının doğurganlığını ispatlaması için bir delil değildir. Ne aile olmanın ne de devletlerin bekası için var olması düşüncesiyle çocuk sahibi olanlar sapık düşüncelere sahiptirler. O, insan olmanın başladığı yerdir. Nasıl ki, bir birey olmanın ehliyete ihtiyacı varsa, anne-baba olmanın da bu yüzden kesinlikle bir sözleşme konusu olacak kadar ehliyet gerektirdiği inkâr edilemez bir ihtiyaç insanoğlu için.

Çünkü her şey ailede başlar. Başlangıçlar önemlidir, sonları belirler. Daha doğmadan başlar ilk kategorize ediliş. En başta bu nasıl doğacağına ilişkin veriler hayatın daha başlangıcında nasıl muamele göreceğine dair ilk tavrı yaratır. "Ol" demiştir, olmuşsundur, ama bu oluş yetmemiştir. Hani, "Filozofların anladığı anlamda bir boşluk yoktur" diyen Descartes'a karşı Newton, "evrenin yıldızları barındıran bir boşluk" olduğunu öne sürer ya, işte aile o yıldızları söndürmek için var olmuş gibidir. Devlet mekanizmasının toplum içinde bölük bölük bölüp bir şekilde yönettiği birer tabur asker gibi… Çünkü "aile" de en az "devlet" kavramı kadar karanlık bir kavramdır ve kendi başına ışıldayan, kendilerine benzemeyen hiçbir şeyden hoşlanmazlar. Bunu daha iyi açıklamak için Foucalt'ın "Özne" ve "İktidar" kavramlarından da aile içi şiddetin "namus" ve "töre" cinayetlerine nasıl evrildiğine bakabiliriz. Kurbanlar büyük çoğunlukla daima şiddet görmüş çocuklardır hep. Bu öyle korkunç bir kodlamanın ürünüdür ki, ergenliğe girmemiş çocukların bile "gelinlikle gider, dönerse kefenle döner" dedikleri acımasızlığı yaratmıştır. Çünkü çocuğun bir birey olduğunu, hele ki bir kız çocuğunun insan yerine bile konmadığını ima eden yasaların çocukları olarak yetişmişlerdir. Çocuğun her koşulda aile mülkünün bir varisi olmaktan çok bir nesne gibi gerektikçe kullanılabilir bir parçası olduğuna inanmışlardır. Çünkü bunu yıkacak, değiştirecek yasalar sadece devleti devlet yapan kitapçıklarda satır aralarında sıkışıp kalmıştır. Bütün bunları Büşra Sanay'ın Kardeşini Doğurmak kitabında da gördük ve kör olmadık nedense! Evlerimiz bu yüzden kayıp çocuklarla doludur ve evlerimiz mezarlarıdır onların.

İki kişi arasındaki ilişki biçimi iki aile arasındaki ilişki biçimine göre şekil alırken de sırtını bu yasalara dayar. Bunu belirleyen de elbette kişilerin yaşadığı coğrafyadır. O coğrafyanın o insanların ahlakını nasıl yarattığıdır. Sakar'ı okuyanlar, batının acımasız, merhametsiz ebeveynlerini hemen topa tutabilirler. Batılı devletlerin sosyal politikalar üzerinden aile kurumu üzerindeki etkinsizliğini de eleştirebilirler. Ama önce "bir kereden bir şey olmaz", "küçüğün rızası var" diyen yöneticilerimizi hatırlayalım biz. Böyle kitapların bir özelliği kendi toplumlarında "sıradanlaşan" olayların kabulüne karşı gelişmiş bir tavrı ortaya koymasıdır. Çünkü bu kitabı biz yazsaydık, sıradan karşılanacaktı ve belki de hiç dikkate değer bulunmayacaktı. Çünkü burada bu hikâyeler artık o kadar sıradan algılanıyor ki, televizyonlarda bir level sonrasına yayın yasağı geliyor, çünkü aile çok kutsal ve onun o şuursuz varlığı yara alırsa devlet yaralanacak diye ilgililer tedbir almayı boyunlarının borcu bilirler. Çevrildiği dillerden okuyanların toplumunda da bu hikâyeler aynıdır çünkü. Bu toplumların, insanların kültürü, ahlakı diye nitelendirilebilir, çünkü herkes gücünü güçsüzün üzerinde kurduğu baskıcı otoritelerden alır. Toplumların birbirleriyle yarıştıkları insan hakları, medeniyet ve onun yasaları ardında başka dillerde, başka kültürlerde aynı şeyler farklı biçimlerde var olmaya devam eder yani.

Oturduğumuz masalarda arkamızda dünyaya bakan kocaman pencereler hep dışarıyı gösteriyor sandığımız için duymayız içerinin sesini asla, içeride olmamıza rağmen. Oysa Seurat'ı Sakar'ı yazmaya iten bu kayıp ilanı da aslında içeriye bakan bir penceredir. İstismarın çeşitleri arasında şiddetin bir biçimine maruz kalmış bir çocuğun örtbas edilmeye çalışılan öyküsüne üzülüyoruz bu kitapla, evet. Oysa üzülmek yetmez, bu eylemlerin en pasifidir ve dahasına da yol açabilir. Açmıştır da her zaman. Çünkü çocuk her yerde çocuktur. Savunmasız ve günahsızdır. İnsanın böyle bir romandan sonra hızla dönüp kendi coğrafyasına bakması gerekir. Evlerde, çocuk yetiştirme yurtlarında güneşi nasıl batıyor diye o küçük insan ırkının. Şiddetin hiçbir zaman haklı bir gerekçesi olamaz, hele ki buna maruz kalan dilsiz kullardan farksız bir çocuksa.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X