ISBN13 978-975-342-604-6
13x19,5 cm, 116 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Ah'lar Ağacı, 2012
Grapon Kâğıtları, 2012
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Mehmet Ali Ertan, “Posta Kutusu: Okur”, Virgül, Mayıs 2007

Didem Madak Hanım kızım merhaba...

Size “hanım kızım” dememden alınmayın lütfen, mahallemizin kızına nasıl seslenmem gerektiğine bir türlü karar veremedim; “hanım kız” gelip oturunca dilime, vazgeçemedim. Bir yandan da şair bir kadına nasıl seslenilir, devirdiğim yılların bilgisi arasında yer almıyor. Neyse, uzatmayayım... Geçmiş gün, unuttum; şeytanın bacağını kırıp İstiklal’e çıkmıştım. Bir kitapçı vitrininde görünce bizim mahallenin adını, tuhaftır heyecanlandım. Daha doğrusu, önce kalbimin çarpıntısını duydum, sonra fark ettim ki, Pulbiber Mahallesi yazıyor bir kitabın kapağında. Oysa muhtarlığa gidip gelenler ve belediyede çalışanlar dışında bizim mahallenin adını bilen pek yoktur burada yaşayanlar arasında da. Hemen içeri girdim, dışarı kitabınızla çıktım. Yine hemen oracıkta, vitrinin önündeki çıkıntıya oturup sayfaları çevirdim önce... Destan yaraşır bizim Pulbiber’e de zaten, dedim sayfaları görünce. Ama okuyunca yazdıklarınızı, haklı dedim kendi kendime; destan çıkmaz hayatın içinden gölgesiz ışık huzmesi gibi geçenlerden; ne tarih yazar onları ne destanları anlatılır dilden dile; şiirleri kalır işte böyle geriye, şiir gibi masalları... Ya da masal gibi şiirleri. Hoş, siz “Şiir şiir olalı böyle şiirsizlik görmemişti” diye yazmışsınız ama şiirsizlikse de mahallemiz, onu da bir şiir yapmışsınız; şiirsizliği yani. Bakmayın böyle ahkâm kestiğime, anlamam aslında ne şiirdir, ne değil; bilmem. Ama iyi geldi bana mahallemizi okumak; yaşamak başka tabii, ama okuyunca, hele bazen başını sallaya sallaya okuyunca yaşar gibi yeniden, başka oluyor. Nasıl başka diye sormayınız lütfen, benim gibi ömrünü lambaların içinde geçirmiş, –yaşlılığı kondurmasam da kendime, daha bunamadım çok şükür– epeyce yaş biriktirmiş bir adamı sonunda kendisinin bile anlayamayacağı cümleler kurmaya zorlamayın.

Şiirlerinizde geçen Füsun’u, Leman’ı, Bay Keltoş’u, Raif Bey’i, şairlik eden bira göbekli geyik’i, şiirlerinizi ithaf ettiğiniz Hülya’yı, çatlak topuklarını sergileyen kadınları tanıyorum da, Hikmet Benol’u çıkaramadım. “Hatalı Teşbihler” başlıklı şiirinizi “Çocuk kalmak iyiymiş, biz de iyi kaldık albayım; medeniyet bizi bozamadı” diyen Hikmet Benol’a adamışsınız. Onu çıkaramadım. Belki mahallede bir tanıdığı vardı, gidip gelen biriydi benim rastlamadığım. Bir ara çok modaydı her mahallede bir albay, hatırlar mısınız bilmem; hani bizim mahalle de payını aldı mı o zamanlar albaylardan acaba diye düşünmedim değil doğrusunu isterseniz, ama yok anımsayamadım. Tabii Burcu Güneşen’i, Kara Panter’i, Leyla Teyze’yi tanımaz mıyım, elbette tanıyorum. Baktım olacak gibi değil. Kalktım vitrinin önünden, yollandım sizin şiirinizde geçen kahvenin yanındaki dükkânıma. (Hz. İsa’yı alnımdaki çizgilere oturtup –tövbe estağfurullah– bir de “Yürüklerin İbram”dan kahve getirttiğiniz lambacı vardı ya...) Açtım vurduğum kilidi, girdim içeri, yakmadım tek bir lambayı, dar sokağın gölgesinde kalan vitrinin arkasına bir sandalye çektim... Başladım bu sefer en başından, satır satır okumaya...

Bazen annem beni burada doğurmuş gibi bir hisse kapılırım Didem Hanım kızım; lambaların içinde, lambaların altında. Doğurduğunu lamba sanıp da aralarında unutup çekip gitmiş derim, kendime. Uykusuz bir lamba kalmışım gecelerde. Gördüğüm her şey bir lamba karaltısının arkasında... Işığın kendisi karanlıktır da, bilmez kimse kendisi bir lamba olmadığından. Geceyi günü aydınlatan bir lamba... Aslı, karartan bir lamba. Neyse... Ne zamanlar oturdunuz bizim mahallede, hem de yanlış anlamadıysam, şu karşıki evde, bir türlü çıkaramadım Didem kızım. Kendinize “Pulbiber Mahallesi vakanüvisi” deseniz de, –Hikmet Benol gibi– sizi de çıkaramadım. Karanlıkta büyüdükçe büyüyen, yüzölçümünü alabildiğine genişleten, lambaların ışığındaki aydınlıkta kör olup yokluğa karışan anılarımı zorluyorum ama yok, sizi çıkaramıyorum... Didem Madak, Didem Madak, Didem Madak, Didem Madak diye boyuna adınızı tekrarlıyorum kafamın içinde; sanki adınızı ne kadar çok söylersem, bir gerçeklik kazanacaksınız, anılarımın içinde yer alacaksınız... Beyhude elbette. Kardeşiniz Aytaç’ı da hiç bilmiyorum. Belki o İzmir’de kaldı. Mahallemizde hiç oturmadı; –yazdığınız gibi– mahallemizin düm-tek düm-tek ilerleyen saatlerini yaşamadı: “Pulbiber Mahallesinin düm-tek tarihinde/ Acıdan sızlarken burnumuzun direği/ Morarmış çarşaflarımızı bayrak diye asardık/ Dokunsalar dağılırdı iyi pişmiş kurabiyeler gibi kalbimiz/ Kıtırdı ve çıtırdı/ Nedense iki kuşun ismine benzerdi kalbimiz/ Biz böyleydik işte, lezzetimiz de böyle... böyle... böyle...” Düşünüyorum da Didem kızım, ömrümü yutan o ışıklar altında, ışıktan bir karanlıkta gerçekler siluetleriyle bana yüzlerini gösterirken neydi –var idiyse eğer bizim– Pulbiber’in lezzeti? Bu yosun kokulu lodos mahallesi için balık pulu gibi çıtır çıtır gümüşi bir lezzet dolanır dilimde. Pulbiber denizde yıkanınca mı kalıyor bu gümüşi tat, kurşuni, –sonra efendim giderek– sümbüli bir lezzet –pek güzel dediğiniz– düm-tek ilerleyen zamanda: “Saate bakıyorum düm-tek düm-tek ilerliyor” demişsiniz ya; benimseyiverdim bu deyişinizi; benim sandım, bizim sandım. Demek dikiş yaptınız bizim mahallede: “Noel Babalara satmak için diktiğim gömleklere/ Hristo teyel yaptım gün boyunca/ Zeyna etrafımda sevinçle dolaşıp duruyordu/ Bu sayede evin iaşesi sağlanacak/ Zeyna’ya bir miktar mama alınabilecekti./ Noel Babalar sakallı değil sakarlar, biliyor musun dedim Zeyna’ya/ Tıraş olurken yüzlerini kesip bir paket pamuk yapıştırıyorlar esasında// Aslında kaymak gibi adamlar” diye yazdığınızı okuyunca anladım, en azından bir yılı devirmişsiniz mahallemizde. Albino kediniz Zeyna’yı, bıyıkları meraklı meraklı titreyen Miss Marple’ı çok sevdim. Ne güzel söyleşiyormuşsunuz onlarla... “Herkes şiir kişisiydi, Zeyna şiir kedisi/ Gözleri fotoğraflarda kırmızı çıkan bir albino” diyorsunuz Zeyna için. Diğer şeyler gibi kedileri de sokmadım hayatıma; herkesin karanlığı kendinedir ama ben kimseyi almak istemedim kendi karanlığıma. (Bencil miyim?.. Belki.) Mahallenin kedileri de uzaktan içimi okudular, aydınlıktan yorulmuş gözlerimi okşadılar, o kadar. “Mahallemizde fazla aşk, fazla kediyi,/ fazla kedi fazla felaketi kovalardı” diye yazmışsınız... Ben hiçbirine karışmadım; bir izleyici kaldım, bir gözetleyici... Evet, haklısınız, belki ben de onlardanım: “Bütün renkleri mezun etmişler hayatlarından/ Karanlığa emekli öğretmenler gibi sanki insanlar” demişsiniz ya... Benimkisi aydınlığın karanlığı Didem kızım. Sonra şu da içime dokundu; “Bir gece kalkıp bütün ışıkları yakacağım Füsun/ Şiirime ışıktan bir nokta koyacağım!” demeniz. Benim kadar ışıklar altında kalınca, ışık körü olunca, aydınlık özleminden ne kadar da uzak yaşıyormuş meğerse insan. Kendinizi ne güzel anlatıyorsunuz Füsun’a yazdığınız şiirlerde. Onu çok seviyor olmalısınız. Biliyorum, yakışıksız ama kıskandım sanki sizi, benim böyle arkadaşlarım olmadı; eksikliğini de duymadım aslında, gece gündüz lambaların altında aydınlıktan uyuşuyor belki de insan, karanlığa daha çabuk düşüyor. Kim bilir! Kaç kere okudum, dönüp dönüp okudum: “Bu mahallede bana kar helvası diyorlar/ Soğuk ve tatlı manasında yani/ Nam-ı müstear gibi bir şey bilirsin” deyişinizi “Poşet Süt” başlıklı şiirinizde; sonra yine ayrı şiirde “Bana artık büyü diyorlar Füsun/ Artık büyüyüm, bilmiyorlar./ Ülkemin yürüyen caddelerinde acılarımızın kaynağını araştırıyorum/ Kelimeler dişliyor kollarımı/ Diş izlerinden bir saatle takip ediyorum zamanı/ İsminden ismimle doğduğuma inanıyorum Füsun/ Bu inanç hiç bitmiyor/ Bazı yarım işleri artık tamamlıyorum./ Bazı yarım şiirleri.../ Bazı yarım baş ağrılarıyla” diyorsunuz ya, yanıyordu da lambalardan birkaçı söndü sanki dükkânda; bir ürperti dolaştı omuzlarımda.

Sonra, “Bir deliydi mahallemiz ilaçlarını içmeyi unutmuş/ Mahallenin sapığı mantosunun önünü açıp/ Düşlerinin pul pul dökülen derisini gösterirdi Leman’a/ Minör hayatların majör depresyonu,/ Eklem yerlerinde iyileşmezdi egzama/ Ay sedefe yakalanmış yüzüyle/ Saklanırdı bulutların arasında/ Aniden açılan bir bavuldan/ Sokağın ortasına, tekerlenerek çıkardı sonra” diye yazdığınız mahallemizin tarihini okurken bir seğirme yerleşti gözlerime. Hele o “Her şeyin kırığının alındığı/ Voltajı düşük fakirhaneler gibiydik./ Kırık pirinç, kırık yumurta... Semt pazarından ucuza./ Kalbin kırığından söz etmeye sıra bile gelmiyordu” dizeleriniz... Eylemsizliğimizi anlatışınız “Beklemek üzerine felsefe kitabıydık/ Her şeyi bekliyoruz diyorduk/ Hayattan ne beklediğimizi soranlara” dizeleriyle. İnsan kendini bilmeli Didem kızım, benim karanlığımı bilişim bundan. Yoksa, yok elbette başkalarına bir karanlığım, karalığım. Ama yetiyor bana, lambaların altında karanlıkla bir ritim tutturamamış, aksak dansım. “Mahallemizde bomba patladı/ Martılar çok uçtular/ Mahallemizin çığırtkan gözyaşları olup havaya saçıldılar” diye yazmışsınız ya, hatırlıyorum o ikindiyi. Kafamın içindeki ışıktan karanlık, ses oldu sanmıştım vitrinin camları yere tuz buz dağılınca; kendimden bilmiştim. Benim dışımda da bir hayat olduğunu çığlıkları duyunca anlamıştım, kaldırımlara damlayan kanlar yaralananlardan, sonra cenazeler cenazeler cenazeler dünyanın dört bir yanında art arda. Sokağa baktığım zamanlardı; dükkâna girenlerin gözlerine bakabildiğim zamanlar... Kafamın içindeki kamaşmayla ateşkes yaptığım bir dönemdi, kısa da olsa. “Bazı geceler uyanıp sigara içiyorum karanlıkta/ Odamdaki aynada yanıp sönen küçük kırmızı bir yıldızım/ Musevi bir kadının ruhu dolaşıyor evde, ya da Müslüman/ Ya da ateist bilmiyorum/ Gelip yamuk tabloları düzeltiyor, biraz çorba içiyor mutfakta/ Sanırım yağmuru yapısalcı bir yaklaşımla karşılıyor/ Saçma bir kadın, anlaşılmaz/ Ama iyidir saçmalamak dostlarını satmaktan/ İyidir adanmak, yalandan/ Bir çocuk romanı olarak anlaşılmıştım artık” diye anlatıyorsunuz yaşadığımız o günleri. Herkeste tezahürü bir başka tabii. O ev şimdi boş duruyor Didem kızım, siz ne zaman taşındınız bilemem tabii. Camlarına kaplanan gazeteler, güneş aldıkça sararmış, çerçeveleri tozdan kararmış. Belli ki, gidişiniz de gelişiniz gibi çok olmuş.

“Karşılıksız Hayat” şiirinizi Efendimize ithaf etmişsiniz. Ki, daha önce çıkardığınız listede yer almıyorlardı kendileri. Bu “Efendimiz”, “hayat” mıdır, “karşılıksız olan” mı, yoksa ikisi birden mi, ben anlayamadım. Anlamam gerekiyor muydu, onu da bilemedim. Bir parantezin içine kıstırdım bu anlayışsızlığımı. Baktım, baktım, yine ışığa bakar gibi karanlıktan bir ışıltı olup kaldı önümde parantez. Sonra aldım parantezi, kristal taklidi camların sarktığı avizelerden birinin ince borusuna yerleştirdim, (+) (-) kabloların arasında etkisiz hale getirdim. İşte bu karşılıksız hayata, etkisiz elemana anlatıyorsunuz mahallemizin kaçkın tarihini, kaçak tarihini, kaçaklardan kaçıklara evrilen sakinlerini: “Pulbiber Mahallesinin tarihi kaçarken vurulmuştu./ Sen bir yampirisin dedim,/ Sen kendini bilmez bir yengeçsin/ Sen... Sen... aşağılık ay budalası.../ İşte yine küfrün sokaklarında lambalar yanmıştı./ Şimdi olacaktı/ Belki biraz daha uğraşmak lazımdı/ Tanrı hilali bumerang gibi kullanıyor/ Beni bol kesik kafalı bir korku filmine fırlatıyordu/ Pulbiber, mahallenin ismi olmuştu./ Biber pul olup gitmişti işte,/ Ne güzeldi yani, hafiflemişti./ Ağla ağla açılırsın bir kelimeydi Pulbiber.” Ağlamak, benim hayatıma çok uzaksa da, herkesin hayatından uzak olsun isterim. (Lambaların altında, aydınlıkta ağlanmıyor kızım.) Ama yine de kendinize haksızlık etmeyin lütfen. Tarihimizi pek güzel anlatıyorsunuz, yaşadıklarımızın karanlıkta kalan, kelimelere sızan halini sezdiriyorsunuz. Kendinizi hırpalamayınız, rica ederim. Dediğiniz gibi, “Havaya ateş eden tabancalardı isli binalar.” Bu binalarda oturup da karanlık kalmamak/karanlıkta kalmamak mümkün mü? (Benim karanlığım başkadır, karıştırsın istemem kimse.) Acı çektiğinizin farkındayım. Çektiğiniz acıyla dalga geçerek hafifletmeye çalıştığınızın da: “Acılarınızın karnı bahar olmuş madam dedi Zeyna!/ Kelimeler içimde film çeviriyorlardı/ Karnımdan şarkılar çıkacak Zeyna dedim/ Karnımdan ışıklar.../ Karnım otuz yedi ekran bir televizyona dönüşecek/ Ve izlenme oranı yüksek bir paranoyak gibi,/ Güneş sisteminden uzaklaşan bir gezegen gibi/ Karnımdan çıkan şiirleri yazacağım./ Ve sonra göbek deliğime basıp şiiri kapatacağım.”

Aman Didem kızım, kapatmayın lütfen şiiri; siz yazmazsanız, apoletleri olmayan sözcüklerden dizdiği dizelerle kim anlatır hayatı, kaç kişisiniz şunun şurasında hayatın şiirini dizen, şiire hayat veren. Bakmayın siz ona buna, televizyonlarda şiirlerin okunmamasına aldanmayın, şiire lütfen devam edin. Sizin gibi şiiri bırakmayı düşünen şair arkadaşlarınıza da lütfen söyleyin, yazsınlar hayatın şiirini. Pulbiber Mahallesi gibi oturduğunuz caddeleri, sokakları anlatın; bakın nasıl bir heyecan verdiniz benim gibi karanlığını seven adama... “Elbette çanlarımı çalacaktım/ Bir tünel olacaktım, sevgilim istiklal!/ En son taksime varacaktık./ Ünlü bir aşk şarkıcısı olacak,/ İstanbul’un vücudunda turneye çıkacaktım” diyorsunuz ya, çıkın gerçekten, turneye çıkın; “kırmızı tırtıl dili”yle yazın, şiir okuyalım. Hadi, şimdi lütfen söz verin bana, şiirden sakın vazgeçmeyin, ben de karanlığımı anlamlandırayım lambaların altında. Esen kalın hanım kızım.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X