ISBN13 978-975-342-917-7
13x19,5 cm, 200 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Yukarıda Ses Yok, 2011
Berberin Oğlu, 2023
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Açılış bölümü, s. 11-16.

1

Bir sabah erken porsukları gördü. Birkaç gün önce keşfettiği ve gün ağarırken görmek istediği taş çemberin yanında dolaşıyorlardı. Barışçıl, biraz hantal ve ürkek hayvanlar olduğunu düşünmüştü hep, ama kavga ediyor, tıslıyorlardı. Çiçeğe bürünmüş dikenli katırtırnağının içinde aheste aheste kayboldular onu görünce. Havada hindistancevizi kokusu vardı. Ancak ilerilere bakılınca seçilebilen patikadan geri dönüyordu: varlığını paslı kissing gate' lerden,(1) çürümüş stile'lardan(2) ve üzerinde muhtemelen yürüyen bir adamı temsil etmesi amaçlanmış işaretler olan tek tük direklerden çıkarabildiği bir patika. Otlar çiğnenmemişti.

Kasım. Rüzgârsız, nemli. Porsuklar mutlu etmişti, gitse de gitmese de taş çemberde olmalarından memnundu. Otlu patika boyunca kadim ağaçlar vardı, pütür pütür boz yosunla kaplı, dalları gevrek. Gevrek ama hâlâ yapraklı, sağlam; ağaçlar yılın bu vaktinde bile fevkalade yeşildi. Hava genellikle kapalıydı. Deniz uzakta değildi pek, gündüzleri üst kat pencerelerinden birinden baktığında görebiliyordu bazen. Diğer günlerde ise yerinde yeller eserdi denizin. Sadece ağaçlar vardı, çoğu meşe; arada bir de onu meraklı ve aynı zamanda kayıtsız bakışlarla süzen açık kahverengi inekler.

Geceleyin suyu işitirdi, evin yanından bir dere akıyordu. Bir-iki defa uykusundan sıçrayarak uyanmıştı; rüzgâr dönmüş ya da şiddetlenmiş olduğundan suyun şarıltısı kesilmişti zira. Geleli üç hafta olmuştu o vakitler. Bir sesin yitişine uyanacak kadar geçmişti zaman.

2

Yolun yanındaki arazide gezinen besili on beyaz kazdan geriye yedi tane kalmıştı bir ay dolmadan. Diğer üçünden bulabildikleri, kopuk teleklerle bir adet turuncu ayaktı. Kalan hayvanlar hiçbir şey olmamış gibi durmuş ot yiyorlardı. Tilkiden başka bir yırtıcı düşünemiyordu, ama etrafta kurtların ya da boz ayıların dolaştığını söyleseler hiç şaşırmazdı. Kazların yenmiş olması kendi suçuymuş, onları hayatta tutmaktan o sorumluymuş gibi bir duygu içindeydi.

Kıvrılarak giden, yer yer römork dolusu tuğla mıcırı, kırık kiremit döşeli bu bir-bir buçuk kilometrelik patikaya "yol" demek biraz abartı olurdu. Yolun yanında uzanan arazi —mera, bataklık, koruluk— eve aitti, ama tepelik olduğundan hâlâ tam olarak nasıl konumlandığını çıkaramamıştı. En azından kazların çayırı düzgün bir şekilde dikenli telle çevrilmişti. Yine de bu, hayvanları koruyamamıştı. Vakti zamanında birileri, görünmeyen bir kaynaktan beslenen, her biri öncekinden azıcık daha aşağıda üç gölet kazmıştı. Bir vakitler o göletlerin yanında bulunan ahşap kulübeden geriye, devrilmiş bir çatı ile önünde yana yatmış bir banktan başka bir şey kalmamıştı şimdi.

Ev sırtını yola vermiş, yüzünü ise (gözükmeyen) taş çembere ve epey ilerilerdeki denize dönmüştü. Arazi ağır ağır alçalıyor, bütün pencereler alçalan araziye bakıyordu. Evin arka cephesinde hepi topu iki küçük penceresi vardı, biri büyük yatak odasında, öteki banyoda. Dere mutfak tarafından, evin yanından akıp inmekteydi. Neredeyse bütün gün lambası yanan oturma odasında büyük bir odun sobası duruyordu. Merdiven açıkta, yan duvara monte edilmiş olarak dosdoğru, üst yarısı kalın camdan ön kapıya iniyordu. Yukarıda iki yatak odasıyla içinde aslan ayaklı eski bir küvetin bulunduğu kocaman bir banyo mevcuttu. Taş çatlasa üç iri domuz sığacak, miadını doldurmuş domuz ağılında epeyce bir odun stokuyla sahipsiz ıvır zıvır duruyordu. Ağılın altında ne işine yarayacağını bilemediği geniş bir kiler vardı. İçerisi derli topluydu, duvar bir tür kerpiçle sıvanmıştı, beton merdivenin yanındaki uzun, daracık pencereden biraz ışık giriyordu. Kiler, epeydir indirilmediği belli olan bir kapakla kapatılabiliyordu. Ağır ağır genişletiyordu yaşadığı çevreyi, taş çember iki kilometreden daha ötede değildi.

3

Evin çevresi. Alışveriş için bir kez Bangor'a gitmişti, sonra daha yakındaki Caernarfon'u tercih etti. Bangor küçük bir şehirdi ama gene de ona fazla kalabalık gelmişti. Üniversitesi vardı, ki bu da üniversite öğrencileri demekti. Hiç öğrenci görecek durumda değildi, özellikle de birinci sınıfları. Bangor'a ayak basmadı bir daha. Daha küçük olan Caernarfon'da camlarına beyaz boyayla acemice FOR SALE(3) yazılmış birçok dükkân kapalıydı. Dükkân sahiplerinin birbirlerini ziyaret edip çay kahve içerek morallerini yüksek tutmaya çalıştıklarını görmüştü. Kalesi, ocak ayında bir açık yüzme havuzu nasılsa öyle ıssızdı. Tesco büyük ve genişti, akşam dokuza kadar açıktı. Dar, çukur yollara pek alışamamıştı henüz, her dönemeçte fren yapıyor, sağa mı sola mı diye paniğe kapılıyordu.

Küçük yatak odasında, yerdeki döşekte yatıyordu. Büyük yatak odasında olduğu gibi burada da şömine vardı, o güne kadar bir kez olsun yakmamıştı. Baca çekiyor mu çekmiyor mu diye en azından, bir yaksa iyi olacaktı aslında. Rutubet umduğundan daha azdı. Yukarıdaki en güzel yer sahanlıktı: merdiven boşluğu boyunca uzanan L biçimli ahşap korkuluğu, aşınmış tahta döşemesi, pencerenin önündeki geniş denizliğiyle. Akşamları ara sıra o denizliğe oturur, yaşlı sarmaşığın bıyıkları arasından dışarıdaki karanlığa bakardı. O zaman büsbütün yalnız olmadığını, uzakta bir yerlerde bir ışığın yandığını görürdü. Orası Anglesey tarafıydı, İrlanda'ya feribot kalkardı Anglesey'den. Belirli saatlerde demir alır, belirli saatlerde demir atardı feribot. Bir keresinde mehtapla ışıdığını görmüştü denizin, dümdüz ve ağarmış. Kazların çayırdan gelen, yarım metre kalınlığındaki duvarın boğuklaştırdığı seslerini duyardı kimi zaman. Elinden bir şey gelmezdi, gece gece nasıl durdurabilirdi ki bir tilkiyi.

4

Amcası bir gün göletin ortasına yürümüştü. Çalıştığı otelin geniş ön bahçesindeki göletin. Su kalçasından yukarı çıkmak bilmemişti bir türlü. İş arkadaşları onu çıkarmış, kuru bir pantolon verip sıcacık mutfaktaki bir sandalyeye oturtmuşlardı (kasımın ortasıydı). Temiz çorap bulunamamış, ayakkabıları bir fırının üzerine konmuştu. Böyle olmuştu aşağı yukarı, bildiği bu kadardı. Daha sonraları da anlatılmamıştı fazlası kendisine. Yalnızca gölete girdiği ve orada bir süre dikilip kaldığı — otelin verdiği kemere kadar ıslanmış halde. Şaşırmıştı belki. Suyu daha derin tahmin etmiş olmalıydı.

Orada bulunuşunun amcasıyla bir ilişkisi vardı. En azından, öyle olduğundan şüphelenmeye başlamıştı. Gün geçmiyordu ki amcası aklına gelmesin; otelin göletinde, pürüzsüz suda öylece dikilişiyle gözünün önünde canlanmasın. O denli kötüymüş ki, bele bile çıkmayan suda boğulunmayacağını idrak edecek durumda değilmiş. Ne de kendini suya bırakıverecek durumda. Otel mutfağında bulabildiği ne kadar ağır şey varsa bütün cepleri onlarla dolu.

Çok uzun zamandır aklına bile gelmemişti amcası; muhtemelen şimdi bu yabancı ülkede bulunuşu ve tıpkı o zamanki gibi aylardan kasım oluşuydu aklına gelmesinin nedeni — ya da bir insanın artık hayatını ne yöne götüreceğini bilemez olunca nasıl tükenebileceğini içinde hissedişiydi. Sığ bir otel göletini insan bir yerinde sayış, bir duraklayış, başsız sonsuz bir çember olan kıyısını da sınırları kalmamış bir bugün, geçmiş ve gelecek gibi hissedebilirdi. Bu şekilde onu, hiç kıpırdamadan, suya başını sokmaya gayret bile etmeden öylece dikilişini anladığını da düşünüyordu. Duraklayış. Tensel hiçbir şey yok: ne seks, ne erotizm, ne bir beklenti duygusu. Bir aya yakındır bu evde, aslan ayaklı küvette yattığı zamanların dışında, elini bir kerecik olsun bacak arasına atmamıştı. Bu evde, amcası o gölette nasıl dikilip kaldıysa öyle kalmıştı.

5

Büyük yatak odasını çalışma odası yapmıştı. Daha doğrusu, geldiğinde orada duran eski kurt yeniği meşe masayı pencerenin önüne çekip üstüne bir masa lambası yerleştirmişti. Lambanın yanına bir küllük, küllüğün yanına da Emily Dickinson'ın Collected Poems'ini(4) koymuştu. Masaya geçip oturmadan önce pencereyi azıcık aralıyordu çoğu vakit. Sigara içtiğinde dumanını o aralığa üflüyordu. Bu odadayken sarmaşığın yaprakları onu rahatsız ediyordu, bu yüzden domuz ağılından kağşak tahta merdiveni çıkarmış, pencerenin önündeki dalları bir bıçakla kesmişti. Artık hiçbir engel olmadan meşeleri, otlakları, nadiren de denizi görebiliyor, ne anlamı kaldıysa artık, "çalışma"sını serbestçe düşünebiliyordu. Arkasında bir divan duruyordu, yosun yeşili bir örtü örterek kendi divanı yaptığı. Yanındaki sehpaya kitaplar koymuştu, ama tek bir kelime okuduğu yoktu. Şömine rafının tam ortasına, bir Blokker çerçevesine yerleştirdiği Dickinson portresini oturtmuştu. eBay'de satılan, Daguerre usulü çekilmiş tartışmalı portresinin bir kopyasını.

Açık kahverengi inekler bazen otlağı avlusundan ayıran taş duvarın dibinde dururlardı. Onları tam hangi pencereden seyrettiğini bilirlermiş gibi. Avlum. Bir şeyler yapılabilir buraya, diye geçiriyordu aklından, sigaranın birini söndürüp birini yakarken. Şu ineklerin hangi çiftçinin olduğunu, çiftliğinin yerini merak ediyordu. Derelerle, çaylarla, korularla dolu bu bol tepeli coğrafya gerçekten fazlasıyla karmaşık ve kafa karıştırıcı geliyordu ona. Arada bir Dickinson'ın şiir kitabına elini koyuyor, kapağındaki gülleri okşuyordu. Caernarfon'daki bir nalburdan bağ makasıyla budama testeresi satın aldı.

6

Evi olduğu gibi almıştı. İki-üç parça mobilya, bir buzdolabı ve bir derin dondurucu vardı içinde. Birkaç halıyla (bütün odalarda aynı geniş, çıplak tahta döşemeler vardı) minderler satın aldı. Mutfak eşyaları, tencereler, tabak çanak, çaydanlık. Mumlar. Ayaklı iki lamba. Oturma odasının odun sobası bütün gün yanıyordu. Mutfak gazyağı yakan tipik bir İngiliz ocağıyla ısınıyordu. Gazyağı deposu yan duvarla dere arasına sıkışmış bir halde, bambu kümesiyle gözlerden ırak tutulmuştu. O devasa şey suyu da ısıtıyordu; eve yerleştiği ilk gün, mutfak masasının üstünde, yassı bir taşın altında elle yazılmış bir kullanma talimatı bulmuştu. "Good luck!"(5) diyordu yazarı. Kim yazdı acaba diye bir an aklından geçirmiş, sonra bunun pek de bir öneminin olmadığına karar vermişti. Yazılanı harfi harfine, adım adım uygulamış ve alet çalışınca pek de şaşırmamıştı doğrusu; akşamleyin büyük küveti kaynar suyla ağzına kadar dolduruvermişti.

Yalnızca şu kazlar biraz tuhafına gitmişti. Onları da mı kiralamış oluyordu şimdi? Bir sabah da yolun yanı başındaki otlakta, hepsi beyaz sakarlı, uçları ak, uzun kuyruklu koca bir kara koyun sürüsü peydahlanıvermişti. Kendi arazisinde. Kimindi acaba?

Notlar


(1) İnsanların geçmesine izin veren ama (kendine özgü mekanizması sayesinde) hayvanların geçmesine izin vermeyen bir tür çit kapısı. Yukarı
(2) İşlevi kissing gate'inkiyle aynı ama mekanizması daha basit olan bir çit kapısı. Yukarı
(3) Satılık. Yukarı
(4) Toplu Şiirler. Yukarı
(5) "İyi şanslar!" Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X