Ali Bulunmaz, "Toplumsal cinsiyet psikozu yaratma uğraşı", Bianet, 12 Mayıs 2025
“Kimlik teorileri, düzenleyici rejimlerin enstrümanı olmaya eğilimlidir” diyen Judith Butler, iktidar ve şiddet konusuna yoğunlaşırken muktedirlerin nobranlığına dikkat çekip “değerli ve değersiz yaşamlar” ayrımının tehlikelerini sıralayarak hukukun, ahlakın ve adaletin hiçe sayılmasını kıyasıya eleştiriyor.
Butler, kitaplarında özcülüğe karşı çıkarken hem şiddet savunusunun hem de iktidar eliyle yaratılan eşitsizliklerin yaşamı nasıl sekteye uğrattığını örneklerle açıklayıp baskının ve kısıtlamanın her zaman silahla, kolluk kuvveti marifetiyle ve ideolojik aygıtlarla gerçekleştirilmediğini psikolojik olarak da körüklenebildiğini hatırlatıyor.
Nobranlığın bir başka şekli cinsiyetçilikle ve iktidarların kategorileştirmeleriyle hayat bulduğunu söyleyen Butler, mutlak kadın-erkek sınıflandırmasını bir örnek olarak gösterirken toplumsal cinsiyet tartışmasının tarafı hâline geliyor.
Toplumsal cinsiyeti, hem kavramsallaştırıp hem de temellendirmeye uğraşanlar, bugünün popülist ve faşizme çalan muhafazakâr iktidarlarının hedef tahtasında. Bu kavramı ve savunucularını tehdit olarak görenler, “cinsiyetsizleştirme” ve “ailesizleştirme” gibi korkular yaratıp seslendiği ve beslendiği kitleyi diri tutmaya çabalıyor. Butler da söz konusu şeytanlaştırmanın politik, ideolojik, psikolojik ve sosyolojik zeminine indiği Kim Korkar Toplumsal Cinsiyetten? başlıklı incelemesinde, otoriter rejimlerin bu manada eğip büktüğü hakikatleri; diğer bir deyişle kurguladığı gerçeklerden ve yalanlardan hareketle ete kemiğe bürünen eylemleri ortaya koyuyor.
‘Ahlak’ şemsiyesi altına gizlenen öfke
Bazı coğrafyalarda “ulusal güvenliğe” bazılarında “aile birliğine” tehdit olarak görülen toplumsal cinsiyet; muhafazakârlar, kitlesini bir arada tutmak isteyen sözde ahlakçı politikacılar ve cemaatler tarafından “cinsiyetsizleştirme”, hatta bir “sömürgeleştirme aparatı” diye niteleniyor. Bu kavram ve savunucuları üzerinden bir korku siyaseti ve ideolojisi üretilerek çatışma ortamı yaratılıyor Butler’a göre. Bu korku fantazmasının daha fazlası var: “Toplumsal cinsiyet fantazmasını yaymak mevcut iktidarların yani devletlerin, kiliselerin, siyasal hareketlerin halkı hizaya sokma, sansürü kabul ettirme, korkunun da nefretin de dışsallaştırılıp kırılgan topluluklara yansıtılmasını sağlama amacıyla halkı sindirme yolu aynı zamanda. Söz konusu iktidarlar, pek çok işçinin gerek yaptıkları işin geleceği gerek aile yaşamlarının kutsallığı konusundaki korkularına hitap etmekle kalmıyor, insanlar dünyaya ilişkin kaygılarının ve tedirginliklerinin asıl nedenini -kendi işlerine geldiği şekilde- ‘toplumsal cinsiyet’ sansın diye âdeta direterek bu korkuyu körüklüyor.”
Butler’ın bahsettiği bu fantazma, iktidarlar tarafından bir silah hâline getiriliyor ve böylece otoriterliğe giden yolun taşları döşeniyor. Diğer bir deyişle bir kesim, öbürüne düşmanlaştırılıyor ve aradaki gerilimden (ya da çatışmadan), bu düşmanlaştırmayı doğrup büyütenler faydalanıyor.
Bedeni tutkuyla yaşamaya da karşılık gelen toplumsal cinsiyetin bazılarını korkutması, “cinsiyetli kimliğin elden gideceği”, “erkekliğin ve kadınlığın yok olacağı” gibi söylemlerin dolaşıma sokulmasına yol açıyor. “Doğal aile” yapısını savunanların söylem ve eylemleri de korku fantazmasının bir yanına iliştiriliyor. Ardından “ahlak” şemsiyesi altına gizlenen öfke, feministlerden LGBTİ+’lara kadar geniş bir kesime yöneltiliyor. Toplumun, kutsallaştırılan ailenin ve değerlerin örseleneceğine dair “endişeler” iştahla sıralanıyor. Sonuçta bir çığ misali yıkım korkusu büyütülüyor. Butler, bunun temelindeki “fikirlere” ilişkin bir not düşmüş: “Toplumsal cinsiyet karşıtı ideoloji, ilerici hareketlere gösterilen ters tepki olarak yorumlansa da ardında daha güçlü bir arzu yatar: Babanın baba olduğu, cinsiyetli kimliğin hiçbir zaman değişmediği, ‘doğuştan dişi’ olduğu düşünülen kadınların hane içinde kendine düşen, doğalarına uygun ve ‘iffetli’ konumlarına geri döndüğü ve Beyazların tartışma götürmeyen ırk üstünlüğünü sürdürdüğü ataerkil rüya düzenini geri getirme arzusu. (...) Toplumsal cinsiyet karşıtı harekete katılmak iklim yıkımını doğrudan doğruya yaşamanın, her an her yerde karşımıza çıkabilen zalim savaşların ve şiddetin, polis yetkisinin artmasının ve ekonomik güvencesizliğin şiddetlenmesinin getirdiği, pek çok insanı saran amansız kaygı ve korkulara son verecek kolektif bir rüyanın, hatta belki bir psikozun parçası olmak demektir.”
‘Nefes alınabilecek bir dünya’ için
Toplumsal cinsiyet karşıtı söylem ve eylemlerin azınlıklaştırıcı yönüne dikkat çeken Butler, bir sonraki hamlenin otoriterliğe boyun eğdirme olduğunu vurguluyor. Ataerkil geçmişi idealleştirmenin korkuları sistematikleştirerek bu aşamada önemli bir rol oynadığını hatırlatırken örülen duvarlara işaret ediyor: “Toplumsal cinsiyetin şeytanî bir toplumsal inşa sayılıp ona muhalefet edilmesi, insanları yasal ve toplumsal haklarından yani haklı olarak kendi belirledikleri şartlar çerçevesinde var olma hakkından mahrum bırakmaya çalışan politikalarla sonuçlanıyor. Ahlak veya ulus adı altında ya da ataerkinin rüyalarını süsleyen şeyler uğruna insanları haklarından mahrum bırakmak, otoriter milliyetçilikle tırmanışa geçen çok daha geniş kapsamlı bir anlayışın parçası. Bu anlayışın yankı bulması örneğin göçmenlerin sığınma hakkının reddedilmesinde, Yerli halkların topraklarından edilmesinde, Siyahların vatandaşlık haklarının sistematik olarak reddedildiği, zulmün ve şiddetin ‘meşru’ güvenlik önlemi kisvesi altında meşrulaştırıldığı hapishane sistemine itilmesinde kullanılıyor. Sonuç olarak Polonya’daki ‘LGBTİ’siz hava sahası’ veya Florida’da toplumsal cinsiyet özgürlüğü ve cinselliği ele alan ilerici cinsellik eğitimi müfredatının engellenmesi örneklerinde olduğu gibi özgürlüklerde sayısız otoriter kısıtlamaya gidiliyor.”
Toplumsal cinsiyeti savunanların, karşıtlarınca dogmatik olmakla suçlanması, zamanın ruhuna uygun bir yansıtma. Toplumsal cinsiyet teorisyenlerinin kitaplarını okumanın ve savunucularıyla yan yana gelmenin “şeytanla işbirliği” diye nitelenmesi de yaratılan şiddetin bir parçası. Butler’a göre bu yansıtmanın ve şiddetin organizatörleri, tektipçiliğin ve özcülüğün yılmaz birer neferi; karşılaşmalara karşılar ve kendilerinden farklı olana da düşünenlere de düşmanlar: “Maalesef toplumsal cinsiyeti reddetmek karmaşıklıkla karşı karşıya gelmeyi reddetmektir; başka bir deyişle düşünme şeklimizin günümüz yaşamının tüm dünyadaki karmaşıklığıyla karşılaşınca dönüşmesine müsade etmemektir.”
Butler, dört bir yanımızı saran ve “ahlak” gibi sunulan nobranlığa, ayrımcılığa ve şiddete karşı, “nefes alınabilecek bir dünya”nın derdine düşerek aklı başında ve vicdanlı insanları toplumsal cinsiyet muhaliflerinin söylemlerini çürütmenin ve eylemlerini teşhir etmenin yollarını aramaya çağırıyor. Bunun için cinsiyetin belli mekanizmalar ve otoriteler tarafından tayin edilmesinin yanlışlığına dikkat çekip sürece vurgu yapıyor. Başka bir deyişle toplumsal cinsiyetin belirginleşmesinin süreçle ilgili olduğunu, normların kısıtlayıcılığını ve hatta uzun vadedeki öngörülemezliğini hatırlatıyor.
Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketin ve ideolojinin canlılığı, özgürlüğü, karmaşayı ve karşılaşmaları önce kesintiye uğratmaya, ardından ortadan kaldırmaya uğraştığını anımsatırken bir noktanın altını çiziyor: “Toplumsal cinsiyet doğa zemininde inşa edilemez. Bedenin hem maddi hem toplumsal boyutları bir sürü uygulama, söylem ve teknoloji yoluyla kurulur. Söz konusu ortaklaşa inşa süreci bedenin maddeselliğinin, yutulup sindirilenler, maruz kalınan atmosfer, mevcut gıdalar, solunan hava, bedenleri biçimlendirip sürdüren çevre altyapısının tamamı yoluyla nasıl şekil aldığına dikkat çeker. Bunlar hem bedenin dışında yer alır hem de bedenin hammaddesidir.”
Statü gaspına dair korkular
Kilise, iktidarlar ve devletler tarafından resmî politika hâline getirilen toplumsal cinsiyet karşıtlığı, yazarın ifadesiyle retorik olarak başlayıp eylemlerle bir ayrımcılığa ve düşmanlaştırmaya evriliyor. Ahlakçılıkla ve düzenlenen yasalarla insanın yaşanabilir bir hayat arama imkânını zayıflatan bir fantazma sahnesine dönüşerek zararı sürdürülebilir kılıyor. Bu durum, siyasal sadizmi besliyor ve aşkı, zorunlu heteroseksüelliğe indirgeyenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Trump ABD’sinde, Putin Rusyası’nda ve faşizme çalan popülizmin dallanıp budaklandığı her ülkede, Butler’ın bahsettiği bu ayrımcılığa ve düşmanlaştırmaya rastlıyoruz. Üstelik bu saldırganlığın hedefinde yalnızca özgürlük ve eşitlik değil, yaşamını devam ettirebilmek için söz konusu ilkelere ihtiyaç duyan herkes bulunuyor. Kısacası şiddet çemberi sürekli genişletiliyor. Yazar, bunu Vatikan örneği üzerinden somutlaştırıyor: “Vatikan’ın toplumsal cinsiyetin sömürgeci bir güç olmasıyla ilgili endişeleri toplumsal cinsiyetin olanak verdiği her şeyle ilgilidir: Kürtaj, korunma, cinsellik eğitimi, cinsiyetin baştan tayin edilmesi, gey ve lezbiyen hakları, queer ve trans yaşam. (...) İşin aslı Vatikan, geçmişte dayatılmasına yardım ettiği sömürgeleştirme biçimini sürdürmek istiyor. ‘Fıtrata, doğaya uygun (heteronormatif) aile’yi alaşağı etmek isteyen insan hakları çalışmalarının, toplumsal hareketlerin hepsine bunun sömürgecilik olduğu gerekçesiyle karşı çıkıyor.”
Butler, toplumsal cinsiyet korkutmacasıyla yaratılmak istenen yıkım psikozunun, özellikle politikacılar tarafından nasıl kullanıldığını anlatıyor. Toplumsal cinsiyet teorisyenlerinin ve savunucularının birer suçlu gibi gösterilmesi de yazarın bahsettiği bu kullanıma dâhil.
Butler, bir nefret söyleminden ve siyasetinden dem vururken kimlerin, neden toplumsal cinsiyetten korktuğunu yakın geçmişten ve günümüzden örneklerle açıklıyor. Dahası, korkuların körüklenişinden söz ediyor ki incelemesinin özü de bu zaten: “Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler, toplumsal cinsiyetleriyle uyumlu ve hetero sıradan insanların anne, baba, erkek, kadın olma statülerinin gasp edileceğine, bu sözcüklerin artık kullanılamayacağına, hatta başkalarının bu sözcükleri menfur amaçlarla kullanacağına dair korkuları körüklüyor.”