ISBN13 978-975-342-674-9
13x19,5 cm, 400 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Metafor Olarak Mimari, 2006
Derinliğin Keşfi, 2011
Tarih ve Tekerrür, 2013
Dünya Tarihinin Yapısı, 2017
İzonomi ve Felsefenin Kökenleri, 2018
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Ahmet Öz, “Transkritik ya da yanılsamadan hakikate!”, Cumhuriyet Kitap Eki, 14 Ağustos 2008

Berlin Duvarı’nın yıkılışı (1989) sadece bir süper devletin tarih sahnesinden silinmekte olduğunu haber vermiyordu, 1917 yılında gerçekleşen Bolşevik devrimle kurulan Sovyetler Birliği, İkinci Bölüşüm Savaşı’nın hemen ardından, 1946 yılında imzalanan Yalta anlaşmasıyla fiilen dünyanın iki “efendisinden” biri olmuştu, dolayısıyla 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla (ve 1991 yılında Sovyetlerin çözülüşüyle) birlikte dünya sermayenin küresel egemenliğine terk ediliyordu. Küresel sermayenin “mutlak” ve “kaçınılmaz” zaferini temsil eder bu tarih.

Ve bu durum karşısında sosyalistlere, komünistlere, Marksistlere artık geriye dönüp reel sosyalizm deneyimlerini eleştirmek, yanlışların ve doğruların bir çetelesini tutmak düşüyordu sadece. Öyle de yaptılar, ama sapla samanı birbirine karıştırarak. O tarihten bugüne kendi dar ve dargın havsalasına sığıştırabildiği bir Marx imgesiyle cebelleşip durmakta Yeni Sol (Ana akım Marksistler, sosyalistler, ex-Marksistler, liberaller ve sosyal demokratlar). Liberal ideolojiyle dolayımlanmış melez bir söyleminin ışığında (ya da karanlığında mı demeliyim) hayali bir Marx’la hesaplaşmaktalar. Bu durumun özellikle ve bilhassa Batı Marksizmi için geçerli olduğunu belirtmem gerek. Doğu Marksizmiyse henüz bir idealdir (ya da en azından Kojin Karatani’nin Transkritik: Kant ve Marx Üzerine isimli kitabını okuyuncaya dek öyleydi benim için) ve kendini deneyimin ışığında biçimlendirmeye çabalamaktadır. Bütün bunları niçin yazıyorum?

Bana bu yazıyı yazdıran şey yukarda bahsettiğim ve tarihsel bir müdahale olduğuna inandığım kitap: Transkritik. Şöyle diyor önsözde Karatani:

“...Sosyalist bloğun 1989'da çökmesi beni duruşumu değiştirmeye zorladı. O zamana kadar ben de başkaları gibi Marksist devletleri ve komünist partileri sert bir şekilde eleştirmekteydim. Bu eleştiri, söz konusu kurumların mevcut varlıklarını ve ebediyen var olacaklarmış gibi görünmelerini sorgusuz sualsiz kabul ediyordu. Onlar yaşamaya devam ettikleri sürece sırf onları olumsuzlayarak bir şeyler yapmış olduğumuzu hissedebiliyorduk. Çöktüklerinde ise, eleştirel duruşumun paradoksal bir şekilde onların varlığına yaslanmış olduğunu fark ettim.”

Duvarın çöküşüne dek yaşanan her şey aynı: Batılı Yeni Sol ve onlardan ilham alan bizim solcularımız da aynı eleştirel tavır içindeydiler. Ama ardından iki farklı tutumla karşı karşıya kalıyoruz. Yeni Solun (neredeyse) tümü birden yüzlerini kapitalizme/neoliberalizme döndüler, orada özgürlüğün olanaklarını aramaya başladılar, farklı kavramlar ve farklı söylemlerle...

“Şüpheci görecilik, çoklu dil oyunları (ya da kamusal mutabakat), şimdiki zamanın estetik bir şekilde doğrulanması, ampirik tarihselcilik, altkültürlerin (ya da kültürel çalışmaların) kıymete binmesi vs. altüst edici kudretini yitirdi ve bu nedenle hâkim, yönetici düşünceye dönüştü. Bugün bütün bunlar iktisadi açıdan ileri ulus-devletlerdeki en muhafazakâr kurumların resmi doktrini haline geldi.”

Bu kavram ve pratikler, Yeni Solun, Duvar’ın çökmesiyle yaşadığı şaşkınlığa alternatif olarak ürettiği melez söylem etrafında örülmüş, liberal ideolojiyle malül “kapitalizm içi çözüm” arayışlarının ürünüdür ve sonuna dek günahkardırlar. İşin tuhaf yanı şu, ülkemizde hala solcular bu söylemlerle hemhal olmaktalar, oysa Karatani’nin de belirttiği gibi Batıda “en muhafazakâr kurumların resmi doktrini haline geldi.” Sözün kısası Marksizm diye bilinen bir hayaleti referans alarak Marx’a saldırmaya başladı Yeni Sol. Temel hedef Lenin’in temsil ettiği devrim yoluyla kapitalizmi aşma düşüncesiydi ama Marx da pek masum değildi hani! Kapitalizmi komünist devrim yoluyla aşma fikrini yani tarihin ve aklın bir amacı, telos’u olduğu fikrini Lenin Marx’tan almıştı sözümona.

İşte tam bu noktada ayrılıyor Karatani bu Yeni Soldan. Yine kendi tabiriyle Duvar’ın çöküşü onu duruşunu değiştirmeye zorluyor ve hemen sonra Kant’la tanışıyor. Kant üzerinden Marx’a dönüyor, “belirgin bir paralaks”la yeniden okuyor Marx’ı. Bu dönüş, paralaks çok önemli!

Paralaks ya da konum değiştirme olarak eleştiri...

Evvela şunu söylemem gerek, Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Mao’nun metinleriyle ve ikincil yorumlardan oluşan topyekün Marksizm dediğimiz külliyatla handiyse profesyonelce ilgilenen biriyim. Marksizmin bu uzun (ya da kısa mı demeliyim) serüvenini olabildiğince içerden takip etmeye çalıştım ama Karatani’nin Transkritik’ini okuduğumda büyük bir şaşkınlık yaşadığımı itiraf etmeliyim.

Kojin Karatani Transkritik’te Marksizm diye bilinen, öylece bildiğimiz yanılsamanın temeline dinamit döşüyor. Üstelik bunu doğrudan doğruya Marx’a yaslanarak yapıyor. Ama önce Marx’a ve Kant’a dönüşü mümkün kılan paralaks terimini açıklamam gerek.

“Tayin edici olan, konumlar arasındaki ‘paralaks’tır. Kant da eleştirel bir şekilde bir oraya bir buraya doğru salınıyordu: Sürekli olarak, hâkim rasyonalizmin karşısına ampirizmle ve hâkim ampirizmin karşısına da rasyonalizmle çıkıyordu. Kantçı eleştiri bizatihi bu hareketin içinde var olur. Aşkın eleştiri, sabit duran bir tür üçüncü konum değildir. Yanal (transversal) ve konum değiştirmeye dayalı (transpositional) bir hareket olmadan var olamaz. İşte ben de bu yüzden Kant ile Marx'ın hem aşkın hem de yanal olan o dinamik eleştirilerini ‘transkritik’ diye adlandırmayı tercih ediyorum.”

Buradaki hayati uğrak kişinin öznel bakışının bir “göz yanılgısı” olması değil, başkalarının nesnel bakışının da aynı kaderi paylaşıyor olmasıdır. (“Başkalık” kavramının hayati önem taşıdığını ve popüler kullanımlarının aksine Karatani’de “indirgenemez bir ötekilik, farklılık” anlamına geldiğini belirtmem gerek.) Dolayısıyla tez de antitez de bir yanılgıdır. Ve nesne ancak tüm bu perspektifler arasında yer alan ve hiç durmaksızın salınan paralaks bakış’la kuşatılabilir. Nesne karşısında takınılan bu tutum devrim niteliğindedir ve fark edilememiştir yazık ki: Nesneye konumlararası çatlaklardan, yarıklardan bakmak!

Yukarda söylemeye çalıştığı şey şu Karatani’nin, eleştirerek konum değiştirmeyen, tersine konum değiştirerek eleştiren, herhangi bir topos’u olmayan, yani dizgelerin, sistemlerin çatlakları arasında yaşayan eleştirmenlerdi Kant ve Marx. Sadece bir kavram olarak bakmamak gerek transkritiğe ya da paralaksa, Karatani muhteşem bir analizle temellendiriyor yukarda alıntıladığım saptamasını. Nasıl mı?

“Ben şahsen Kantçı ve Marxgil eleştirinin etkilemediği ya da onların dışında kalan hiçbir şey olmadığına kani oldum. Bundan ötürü bu projede, matematiksel temeller teorisi, dilbilim, estetik ve ontolojik felsefe (yani, varoluşçuluk) da dahil olmak üzere mümkün olan bütün alanlara dalmakta tereddüt etmedim. Genelde sadece uzmanların ilgilendiği sorunları ele aldım.”

Açıkçası ben de Karatani’yi okuduktan sonra kani oldum ki Marx Kant’ı mümkün kılan uğraktır ya da vice-versa...

Patlama halinde bilim felsefesinden dilbilime, psikanalize, dile, fiziğe, matematiğe ve siyaset teorisine, siyasal iktisattan sanat ve edebiyat kuramına sıçradığını, oradan da Kant ve Marx’a geri döndüğünü görüyoruz kitap boyunca Karatani’nin... Descartes’tan Heidegger’e, Husserl’e varıncaya dek özne-nesne meselesiyle ilgili tüm bir literatürü altüst ederek, Kant ve Marx’ın konumlarını (aslında konumsuzluğunu ya da “transkritik” eleştirel konumlarını) yeniden tanımlıyor ve yepyeni bir diyalektiğin kapılarını açıyor Karatani. Nesnenin indirgenemez çatışkısıdır bu. İşte bu indirgenemez yarık gerçeğin ta kendisidir. Zizek Paralaks adlı yapıtında şöyle ele alıyor bu sorunu:

“Transkritik adlı etkileyici kitabında, Kojin Karatani bu tür bir ‘paralaks bakış’ın eleştirel potansiyelini öne sürmeye çalışıyor: terimin tam Kantçı anlamıyla çatışkılı bir tutumla karşılaştığımız zaman, bir görünüşü bir başkasına indirgemeye yönelik (ya da, daha çok, bir tür karşıtların ‘diyalektik sentezini’ kurmaya yönelik) bütün çabalarımızdan vazgeçmeliyiz; tersine, çatışkıyı indirgenemez bir şey olarak ilan etmeli ve radikal eleştiri konumunu, bir başka konuma karşıt kesinlikle belirli bir konum olarak değil, konumların kendi aralarındaki indirgenemez yarık, aralarındaki tümüyle yapısal çatlak olarak kavramalıyız. Kant’ın tutumu bu yüzden ‘şeyleri ne kendi bakış açısından, ne de başkalarının bakış açısından görmek, fark (paralaks) aracılığıyla sergilenen gerçeklikle yüzleşmektir.’

İki bölümden oluşan metnin tamamına yayılan ve derin bir çok-disiplinli, çok-dilli, çok-kültürlü birikimin ürünü olan saptama ve düşünceler en hafif tabirle çarpıcı. Kant üzerinden girişilen bilim tarihinin temel sorunlarıyla hesaplaşmanın, Kant’ın yarattığı radikal epistemoloji aracılığıyla adım adım nasıl çözümlendiğini okur rahatlıkla izleyebiliyor. Bu çetrefil meseleleri büyük bir başarıyla, son derece yalın ve anlaşılır bir üslupla ele alıyor Karatani. Sürekli olarak Kant’ın kavramsal araçlarını ve yöntemini Marx’ın araçları ve yöntemiyle karşılaştırarak her iki müdahalenin taşıdığı benzerlikleri birer birer ortaya koyuyor. Bu nedenle aslında tek ve kesintisiz bir anlatıyla karşı karşıyaymışçasına rahatlıkla takip edebiliyor okur bu iki bölümü. Bu kitabın temel sorunlarını bu sayfalarda özetlemek bile mümkün değil. İşte bu nedenle burada değineceğim meseleler sadece benim için en hayati değerde olanlardır. Okur bu kitabı, bu benzersiz müdahaleyi (abarttığım düşünülmesin, gerçekten de öyle) tekrar bertekrar okuyarak kendi kararını vermeli.

Farklılık olarak mübadele...

İmdi metne dönüp Karatani’yi dinleyelim:

“Sanayi kapitalizminin gelişimi, bu gelişimden önceki tarihe üretim noktasından bakmayı mümkün kılmıştı. Demek ki Adam Smith on sekizinci yüzyılın ortalarına gelindiğinde tarihsel materyalizme benzer bir tavır alabilirdi. Fakat tarihsel materyalizm kendisine vücut veren kapitalist ekonomiye ışık tutamaz. Bence kapitalizm, ekonomik altyapı gibi bir şey değildir. İnsanlığı, onun niyet ve maksatlarını hiç hesaba katmadan düzenleyen, onları birbirinden ayırıp yeniden birleştiren bir güç, dinsel-türeyimsel (religion generic) bir oluşumdur. Marx'ın tüm hayatı boyunca şifresini çözmeye gayret ettiği şey de budur...”

Bu hamle yeni bir maddeci diyalektiğe çağrıydı ve ilk ses kitabın İngilizcesinin yayımlanmasından (2003) üç yıl sonra Slavoj Zizek’ten gelmişti (2006): Paralaks (Encore Yayınları Türkçesini yayımladı bu kitabın. Yeri gelmişken Tuncay Birkan’ı Transkritik’teki harika editörlüğü ve Erkan Ünal’ı da çevirisi için kutluyorum, kusursuz bir iş çıkarmışlar.) Altyapı-üstyapı metaforu üzerinde biçimlenen ve tarihi üretim ilişkileri açısından analiz eden ana akım Marksizm kapitalizmin topos’undadır. Bunu anlamak için Kantçı sentetik yargıyla Marxçı değer biçimi analizini sahiden kavramak gerekir. Kitapta mükemmel bir biçimde yapılıyor bu analiz. Bitmedi:

“Cimrinin dürtüsünü hor görme eğilimindeyizdir. Ama sermayenin biriktirme dürtüsü de esas itibariyle aynıdır. Marx'ın terimlerini kullanırsak, kapitalistler ‘rasyonel cimriler’den ibarettir. Bir yerdeki birinden meta satın alıp onu başka bir yerdeki birine satan kapitalistler mübadele etme konumlarını yeniden üretip genişletmeye çabalarlar; amaçları ‘birçok kullanım’a ulaşmak da değildir. Yani kapitalizmi harekete geçiren dürtü insanların arzularında yatmaz. Söz konusu olan tam tersidir: Sermaye, mübadele etme hakkını elde etmek amacıyla insanların arzularını yaratmak zorundadır. Mübadele etme hakkını istif etmeye yönelik bu dürtü, başkaları arasındaki mübadeleye özgü istikrarsızlıktan doğar.”

Burada tüm bir Frankfurt Okulu filozoflarına, Gramsci’nin hegemonya, Chomsky’nin “rıza imalatı” ve Althusser’in DİA analizine yönelik radikal bir eleştiriyle karşı karşıyayız. İnsanlar, diller, toplumlar ve sınıflararası ilişkileri bir mübadele olarak ele alan ve işte bu nedenle doğal gelişimin seyrini ya da tasvirini dolaşım üzerinden yapmaya çağıran Karatani bu radikal kopuşu yine Kant ve Marx’ın eleştirilerine yaslanarak gerçekleştiriyor. Hem de mükemmel bir biçimde. Felsefeyi, dilbilimi, kapitalizmi yaratan/mümkün kılan şey hep aynıdır: farklı diller, farklı değer yargıları ve farklı değer-üretme-sistemleri olarak ekonomiler arası mübadele yani farklılık olarak mübadele!

“Siyasal iktisatçılar, siyasal iktisadın nesnel bilgisine dayanarak bu muammaları (ekonomik faaliyetlere dair muammaları) aydınlatabileceklerine inanırlar. Diğer taraftan, bir mübadele (iletişim) olmayan hiçbir insan faaliyeti yoktur. Devlet, ulus ve hatta din bile birer mübadele biçimidir. Bu anlamda, bütün insan faaliyetlerini ekonomik olarak görmek mümkündür. Öyle bakıldığında, siyasal iktisat alanı, diğerlerinden ille de daha basit, pratik ve nesnel değildir. Siyasal iktisat dünyası, yani para ya da kredinin örgütlediği dünya, tıpkı tanrıların ve inancın örgütlediği dünya gibi tamamen fantazmagoriktir, ama varlıklarımızı birbirine bağlayıp ayaklar altına alabilmesi bakımından da kudretlidir.”

Ve ana akım Marksistlerin ulus, din ve devlet söz konusu olduğunda sergiledikleri sessizliğin temel nedeninin farklı mübadele biçimlerine tabi olan bu alanları küçümsemiş hatta kavrayamamış olmalarıdır diyor ve ekliyor Karatani, “Kapitalist meta mübadelesi, ulus ile devlet, ancak ekonomik bir açıdan bakıldığında birer mübadele biçimi olarak görülebilir. Ekonomik altyapı kavramı ancak bu bağlamda bir anlam ifade eder.” Semaye-ulus-devlet üçlüsünün Fransız İhtilali’nin ortasında evlendiğini ve bu üçlünün her tür tehdide karşı hazırlıklı olduğunu belirtip, tarihi deneyimi de hatırlatarak şu kulaklara küpe saptamasını yapıyor:

“Bugünlerde sıkça, küreselleşen kapitalizmin (neoliberalizmin) ulus-devleti giderek parçalayacağı tahminini duyuyoruz. Bu mümkün değildir. Tek tek ulusal ekonomiler küresel piyasa tarafından tehdit edildikleri zaman, devletin ve / ya blok ekonominin korumasını (bölüşümünü) talep ederler ve aynı zamanda ulusal kültürel kimliğe başvururlar. Demek ki sermayeye yönelecek herhangi bir karşı-eylem devleti ve ulusu da (cemaati) hedef almalıdır. Kapitalist ulus-devlet, donanımı sayesinde gözüpektir. Üçlüden (sermaye-ulus-devlet) yalnızca birini inkâr ederseniz, diğer ikisinin gücü sizi halkanın içine sonunda yeniden çeker. Korporatizm, refah toplumu ve sosyal demokrasi gibi geçmişteki karşı-hareketler, halkayı ortadan kaldırmamış, aksine onu kusursuz hale getirmişlerdir.”

Karatani’nin özellikle Marx’ın 18 Brumaire’i üzerinden geliştirdiği eleştirel okuma, bugün içinde bulunduğumuz “temsil krizi”ne ve devlet teorisine dair çarpıcı ipuçları sunuyor. Mutlakiyetçi monarşiyi kapitalizme geçişi ve dolayısıyla ulusu mümkün kılan bir uğrak olarak algılayan Karatani, toplumsal devleti (toplum) üreten şeyin siyasi devlet (devlet) olduğunu saptayarak devleti sınıf mücadelesinin zor aygıtı olarak gören yaklaşımları mahkum ediyor. Genel oy hakkı ve gizli oylama hakkındaki saptamalarını, yani böylelikle temsil edenlerlerle edilenler arasında yaşanan yarılmayı mutlak değil konjonktürel bir süreç olarak okumak gerekir. Adorno’nun, insanın asla herhangi bir toplumsal boyutuna indirgenemeyeceği yolundaki saptamasını hatırlatarak ve bu muhteşem analizleri okuma sürecine havale ederek başka bir konuya geçiyorum.

Sömürü olarak artı-değer...

Şu kritik soruyu cevaplamadan geçmeyelim: haksız kazanç, eşitsiz mübadele ya da sömürü olarak artı-değer nasıl elde edilir? Bu sorunu ana akım Marksistler genellikle üretim sürecine bakarak ele alıp işçinin yaşamını yeniden üretmesi için gereken süreden fazla çalıştırılmasıyla, yani emek sömürüsü yoluyla elde edildiği cevabını vermişlerdir. Bu aynı zamanda tarihsel maddeciliğin de yanılsamasıdır. Dosdoğru kapitalizmin/ulus-devletlerin sınırları içinde kalan bir açıklamadır bu. Oysa cevap farklılık olarak mübadelede gizli.

“Dolayısıyla, ticaret sermayesi mekânsal olarak iki değer sistemi arasındaki (bu sistemlerden sadece birine ait olanlara görünmeyen) farklılık yoluyla ortaya çıkarken, sanayi sermayesi ise zamansal olarak farklı değer sistemleri üretmeye devam ederek varlığını sürdürür. Emek üretkenliğinin gelişmesi sanayi sermayesinin bir sistem dahilinde farklı sistemler üretmesini mümkün kılar. Bu yüzden, eşdeğer mübadele gibi görünmesine rağmen farklılığa ulaşabilir.Ama hemen ardından bu farklılık çözülür ve yeni bir düzeyde yeni bir değer sistemine ihtiyaç duyulur ve yeni bir sistem derhal üretilir. Sermaye bu farklılığı hiç durmadan, biteviye üretmek zorundadır. Sanayi kapitalizmi çağında teknolojik yeniliğin daha önce eşi benzeri görülmemiş ölçüde hızlanmasının ardındaki şey işte bu gereklilik ya da taşınması gereken yüktü. Karşıt taraflardaki ideologların bu fenomene yönelttikleri suçlamalara ve düzdükleri methiyelere rağmen, teknolojik yeniliğin kendi içinde ve kendi başına harekete geçmediğini belirtmek lazım; kapitalizmdir ona yön veren. Epeydir gözlemlediğimiz üzere, sermayenin genişlemesi için, neredeyse anlamsızca farklılaşan bir teknoloji gereklidir daima. Sermaye, teknolojik yeniliği dünyayı uygarlaştırmak uğruna değil, kendi hayatını sürdürebilmek için teşvik edip devam ettirmeye mahkûmdur.”

Daha iyi cümleler kuramayacağım için tümüyle alıntıladım. Mesele gayet basit: sermaye, metaları bol ve ucuz oldukları yerden alıp (ya da emeğin ucuz olduğu yerde üretip) az ve pahalı oldukları yerde satarak ve ücret aynı kalmak kaydıyla teknolojik yenileme yoluyla verimliliği artırarak dolayısıyla ücreti düşürerek, tüketiciler olan işçilere bir öncekinden daha ucuza ama daha fazla meta satarak artı-değer üretir. Bu tüccar ve sanayi semayesine özgü göreli artı-değerin elde edilme yöntemidir. Ve bu analiz, geleneksel sol mücadele yöntemi olan üretim eksenli sendikal mücadelelerin başarısız olmasının nedenlerini de gayet iyi açıklıyor. Bu şu demek değildir: sendikal mücadele terk edilmeli! Aksine, birer tüketici de olan işçilerin sermaye karşısında en güçlü oldukları uğrak satın almadır, dolayısıyla sermayenin de yumuşak karnıdır burası ve ancak üretim eksenli mücadelerle tüketim eksenli mücadeleler arasındaki bağ (zaten işçiler konum değiştirmiş tüketicilerdir nihayetinde) güçlendirilerek kapitalizm içinde sonuç alıcı bir strateji geliştirilebilir.

“Bireyler bu alanda (ekonomik süreçler, A. Ö.), ancak para kategorisinin bir eyleyicisi olarak öznel (etkin) olabilmelerini saymazsak, özne olamazlar. Demek ki etkin olabilenler kapitalistlerdir. Gelgelelim, kapitalistler de bir güçlükle karşılaşırlar: Artı-değere, ancak bir bütün olarak ücretli işçiler ürettiklerini satın alırsa ulaşılabilir. Yani sermaye en azından bir kere, satın alıcı konumunda olan ücretli işçilere tabi olmak, satıcı konumunda durmak zorundadır. Efendi ile köle arasındaki ilişkiye, talana dayalı Hegelci diyalektikten farklı bir diyalektik vardır burada.”

Bunları söylemekle Karatani sadece kapitalizm-içi bir mücadeleye itiraz etmekle kalmıyor, aynı zamanda ondan çıkış yolları da arıyor ve kitabında “birlik” adını verdiği yeni bir mübadele biçimi geliştirerek, ki yine Marx’a ve Kant’a yaslanıyor burada, bunun imkanlarını son derece samimi bir biçimde tartışıyor. Başta da belirttiğim gibi kitap birbirinden önemli analizlerle dolu ve hepsini buraya taşımama imkan yok, sadece değiniyorum çoğuna.

Karşı-eylem ya da mücadele tümüyle etik bir meseledir; bunu "Etiksiz ekonomi politikası kördür, ekonomik kaygı gözetmeyen bir etik müdahale ise boş," formülüyle dile getiriyor Karatani. Ve etikten söz ediyorsak artık özgürlüğün alanına geçmişiz demektir. İşte bu noktada Kant ve Marx’ın eleştirel teorilerinin mükemmel bir uyumunu ortaya koyuyor Karatani: Kant doğal nedenselliği Marx’sa özne kategorisini paranteze alarak ulaşmıştı özgürlüğe ve Kant bireysele kozmopolit dünya-sivil-toplumu aracılığıyla ulaşırken Marx Kapital’de yer alan kapitalizme, meta ekonomisine değer biçimi analiziyle yani evrensel eşdeğer para aracılığıyla sıçrıyordu. Bu ne demektir: insanlığın tüm eylemlerini (para aracılığıyla dolayımlanan) bir mübadele olarak algılamadan bireyi olumlamak mümkün değildir: farklı deyişle evrenseli bireye ancak bu yolla yerleştirebilir ve bizi kuşatan bu ulus-devlet paradigmasından böylece kurtulabiliriz. Ama kritik ayrım burada gizlidir, sermaye insanlararası mübadele yoluyla kendini çoğaltmayı amaçlar, dolayısıyla insanları araçlaştırır. Oysa;

“Komünist toplum, bu açıdan bakıldığında, başkalarına hem bir amaç hem de bir araç olarak davranılan bir toplum olmalıdır; ve komünizm, ancak insanlara sadece bir araç olarak davranılmakta olan toplumsal sistemin (yani kapitalizmin, A. Ö.) yeniden örgütlenmesiyle mümkün olabilir. Başka bir deyişle, kapitalizmi aşmaya yönelik düzenleyici fikir burada yadsınamaz bir şekilde gelip çatar.”

Para sorunsalını Andre Gorz’un da başvurduğu YMTS (Yerel Mübadele Ticaret Sitemi: sermayeye dönüşmeyen, tüm mal ve hizmetleri birbirine bağlayan “tarafsız” bir mübadele aracı.) aracılığıyla ve üretim/tüketim kooperatifleri üzerinden aşmanın yollarını araştırıyor Karatani, ki burası da hayati bir uğraktır, para asla küçümsenmemesi gereken, dinsel, teolojik bir fenomendir. Bunlar içsel mücadele yöntemleridir ama kapitalizm asla sadece bu yollarla aşılamaz. Kapitalizme karşı mücadele ancak iç ve dış mücadele yöntemlerinin uygun bir düzenlemesiyle verilebilir. Kriz mutlaktır Karatani’nin de işaret ettiği gibi ve devrim pratik bir sorundur.

Yazık ki Kant ve Marx’ın bu benzersiz çabaları tümüyle tersinden bir okumayla dizgeleştirilerek (ya da sistemleştirilerek) eleştirel güçlerinden yoksun bırakıldı, Karatani’nin de sıkça ve teessüfle belirttiği gibi. Farklı deyişle, ulus-devlet paradigmasını aşan ve bireyselliğin ancak bir dünya-sivil-toplumu içinde, dünya vatandaşlığıyla inşa edilebileceğini ortaya koyan müdahalelerdi her ikisi de... Dönülmesi gereken “transkritik mekan” burasıdır!

Toparlarsak: Transkritik’le ilgili söylenecek çok şey var daha (anti Hegelci bir dönüş olarak taşıdığı önem, özne-nesne ilişkisi açısından yarattığı yarılma ve öznenin topos’una ilişkin yepyeni bir öneri sunması, pratik mücadele önerileri vs...) ve bu yazı daha baştan bu kusuru kabullenerek kaleme alınmıştır. Ama bu müdahalenin bir senfoniye dönüşme potansiyelini göz önünde bulundurarak, ki handiyse yüzde yüz dönüşecektir, daha önemli olan şeyin bu senfoniye katılmak, üzerine düşünmek, tartışmak ve üretmek olduğunu ama bu basma kalıp ifadeleri aşan bir niyet ve kararlılıkla bunları dile getirdiğimi söylemeliyim. Gelecek yepyeni imkanlarla doludur ve Marx tam da bu nedenle geleceğe dair çok az konuşmuş ve Kapital’i ucu açık bir metin olarak kaleme almıştı. Şimdi sıra onun yapıtını ve tabii ki Kant’ın yapıtını da, sarmalayan sis bulutunu dağıtacak “transkritik” bir okumada.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X