ISBN13 978-975-342-553-7
13X19,5 cm, 384 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Pinhan, 1997
Şehrin Aynaları, 1999
Mahrem, 2000
Bit Palas, 2002
Araf, 2004
Beşpeşe, 2004
Med-Cezir, 2005
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Ahmet Oktay, “İnce ayar marketing”, Birgün Kitap Eki, Sayı 20, Temmuz 2006

Elif Şafak'ın son romanı Baba ve Piç, değindiği/dillendirdiği izlekler, anlattığı/gönderdiği olaylar ve yaptığı imalar, raslantısal somut olgular dolayısıyla yeni emperyalizmin bağlamı içinde değerlendirilmeyi/anlaşılmayı gerektiriyor. Baba ve Piç, postkolonyal söylemin uluslararası jeopolitik kültürel dalgalanmaları, salınımları çerçevesinde üretilmiş, bu salınanlar göz önünde bulundurularak, hesaplanarak yazılmış tekno-mekanik bir metin çünkü. Metnin, günümüz Türkiye'sinin Dil devrimi, Geçmiş Sorunu ya da Tanpınar'ın daha çerçeveleyici olan sözleriyle söylersem, "medeniyet değiştirmesi" Sorunu (A. H. Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yay., 1996, 470 sayfa. s. 24’te), gibi konularda yaptığı ideolojk/politik içerimlere sahip değerlendirmelerinin oryantalist siyasal uzanımlarını söz konusu etmeden birkaç anımsatma yapmakla yetineceğim: Jeopolitik ve etnik bir sorun: Milliyetçilik. Yani Türk/Ermeni karşıtlığı. Bu temel üzerinde konumlandırılmış Etnik ve Kültürel Ötekilik sorunu. Romanın, Avrupa Birliği görüşmeleri sırasında Ermeni sorununun Amerikan Diasporasında tazelenerek gündeme geldiği günlerde İngilizce yazıldığını ve Türkçeye çevrildiğini, Vintage/Penguin Yayınevi'nce basılacağının (şu an basılmış olabilir) duyurulduğunu da unutmayalım. Unutmamamız gereken ve edebiyat-dışı gibi görülmeye uygun bir olgu daha var: Roman yazılırken/yazıldığında, Amerika'da kimi çevrelerde ulusallık-sonrası edebiyat (bu kavramın kültürel emperyalizm sorunuyla bağlantısı olup olmayacağına hiç değinilmeden) kavramı tanışmaya açılmış, kültürler arası hiyerarşinin dışlanabilirliğinin ve Goethe'nin söz ettiği Dünya Edebiyatı düşüncesinin gerçekleşmesinin somut olanakları kurcalanmaya başlanmış ve New Perspectives Quarterly dergisinin soruşturmasına katılanlardan biri de Elif Şafak olmuş; Şafak "Türkiye'de kendini yabancı hissettiğini, Amerika'da kendini yabancı hissetmediğini" (NPQ Türkiye, sayı 3, 2005) açıklamıştı. Bu noktaya yazımın sonunda döneceğim, şimdilik yeterli.

Gayp alemi ve siber uzay

Baba ve Piç'i tekno-mekanik saymamın nedeni daha açık ve basit: Metin, geleneksel ve modern romanın olduğu kadar postmodern romanın da kullandığı anlatım tekniklerini ve kurgu yöntemlerini (iç monolog, zaman/mekân kaydırmaları, düşselliğin ve gerçekliğin belirsizleştirilmesi, öykü ve öyküleme zamanlarının iç içe geçmesi, anlatıcılar ve Üst Anlatıcı'nın özerklik ve benzerlikleri vb.) yazınsal etkiyi arttırmak amacıyla hoyratça denebilecek bir bollukla kullanıyor. Elif Şafak, özellikle anımsama süreçleriyle ilgili yazınsal öğeleri düzenlerken zamansa! sıçramalara çok sık yer veriyor (örneğin Zeliha'nın Mustafa tarafından ırzına geçildiği gün gül suyu kokulu krem sürmesi, (s. 322), Mustafa'nın yıllar sonra evine döndüğünde gül suyu kokusunu anımsaması (s. 350). Olayların ve kişilerin karmaşası içinde dağılmış okur, romanın son sayfalarında ortaya çıkan ve Banu Teyzeyi sorgulamaya başlayan Ağulu Bey ve Şekerşerbet Hanımı anımsayabilmek için romanın başlarına dönmek zorunda. Banu Teyzenin dinle-imanla ve gayb âlemiyle ilgilendiği günlere dönmek zorunda. Biri sol omzundaki kötü, öteki, sağ omzundaki iyi cinlerdir bunlar (s. 80).

Baba ve Piç'in dizgesel bir çözümlemesini öngörmüyor, uyarıcı gözlemler yapmakla yetiniyorum: Şafak'ın dikkat çeken bir virtüozite (ustalık) merakı var: Yerli yersiz, öyküyle örgensel ilişkisi olmayan bilgiler aktarmaktan, yorumlar yapmaktan çekinmiyor. Örneğin Ohannes İstanbuliyan'ın evinin aranması epizodunda kitaplığı aranırken yazar adlarının anılmasıyla yetinmiyor: Rousseau'nun Toplumsal Sözleşme (Şafak "Akit" demeyi seçiyor) kitabından bir alıntıya da yer verme gereksinimi duyuyor. Mustafa'nın tecavüz olayına hiçbir gönderme yapılmaksızın kardeşi Zeliha'yı ve ailenin erkek çocuklarının erken ölümlerini anımsadığı bir sahnede, her şeyi bilen anlatıcı şöyle bir cümle yazıyor : "Evlat sahibi olmayı hak etmediğini düşündüğünü hiç kimse bilmezdi" (s. 302). Kuşkusuz bu cümle, etkin ve daha önce okuduklarını unutmadığı varsayılan yazarsal okuru (authorical reader) öngörerek yazılmıştır ve zamansal - olgusal ve tinsel öğeleri eklemler: Geçmişi, tecavüzü, yani unutulması gereken ensesti ve pişmanlığı. Yazarsal okur, yazarın bildiklerini bilen okurdur. Şafak, yazınsal okur ile anlatısal okur (narrative reader); ki okuduğunun kurmaca, uydurma bir metin olduğunu bilmesine rağmen, anlatılanlara inanma taklidi yapan biridir; arasındaki sınırları öylesine sık zorluyor ve sınır aşmaları yapıyor ki, virtüozitesi, hem yorucu ve bezdirici oluyor hem de bir tür teşhirciliğe dönüşüyor. En azından benim açımdan. Şafak'ın Osmanlıca merakı da, okültik göndermeleri de aynı bağlam içinde değerlendirilmeye uygun görünüyor. Teknik oyunlar da çabası: Banu Teyze falcılığa vuruyorsa, Asya ve Armanuş, elbette modern ve monden teknolojiyi seçeceklerdir: İnternet.

Sırlar cinlere sorulur

Teknik konusuna değinmişken söyleyeyim: Anımsama, bu romanda belirleyici bir yöntem: Kazancı ailesinin tek erkek üyesi Mustafa'nın, ablalarının yanma geldiği bir zamanda tuhaf bir şekilde ölmesinin (öteki erkekler de çok genç yaşta ve olmayacak nedenlerle ölürler) nedenini anlayabilmek için, okurun çok dikkatli olması, Tanpınar'ın bir başka söyleyişiyle "tasavvufî ilhamla" (a.g.e s. 100) dolmuş, yarı kaçık Banu'nun cinleriyle yaptığı konuşmaları (s. 351) Her şeyi bilen anlatıcının açıklamalarını (s. l95 "Kimvurduya giden cinayetler", "açılmamış sırlar, çözülmemiş gizemler" gibi sözleri, vb), kimi iç konuşmaları (s. 351– "Kâsenin yanında duran sol eline baktı. Şimdi sol eli, pis eli, murdar eli bu kâseyi ya alabilir ya da itebilirdi. İkinciyi seçerse, ertesi sabah yeni bir İstanbul gününe uyanacaktı. Ama birinciyi tercih ederse, nihayet tamamına erecekti halka. Tamamlanacaktı ömrü. Uyanacak yeni bir gün olmayacaktı” – Şafak'ın pek sevdiği tasavvuf terimleriyle söylersem, son kertede bir irade-i külliye/ irade-i cüz'iye sorunudur bu) hiç unutmamak zorundadır. Yoksa cinayeti asla fark edemeyecektir. Elif Şafak, ökültik olana ilgi duyduğu gibi anlatıcıları da sırlara ve cinlere meraklıdır. Banu, Zeliha/Mustafa ilişkisini Ağulu Bey aracılığıyla öğrenir, sonrasında kaderin işine karışır, Mustafa'yı zehirler "Karışmamalıydım. Gaipten gelen bilgi neye yarar o bilgiyle bu cihanda bir şeyler yapamadıktan sonra" (s. 373) diye bir itiraz geliştirmekten de geri kalmaz ama. Okur, bu sorun çerçevesinde romanın 18 bölüm başlığının adını ve aşure tarifini (s. 281-2) de aklında tutmalıdır: Bölüm adları aşure malzemesidir. Cinayet de Banu'nun kardeşi için pişirdiği "potasyum siyanid"li (son bölümün adıdır) aşure ile işlenir. "Zehirlenme" sorunu, hiç ilgisiz bölümlerde anılır: Asya'nın doğum günü pastası yemek istememesi dolayısıyla. Feride ile kardeşi arasındaki iki cümlelik konuşmada (s. 85). Cinayetle gastronomi arasında anlatısal düzlemde bağlantı kurulması, bana J. Mario Simmel'in Yalnız Havyarla Yaşanmaz adlı romanını anımsattı (Papaz Her Zaman Pilav Yemez adıyla bir çevirisi daha vardır).

Baba ve Piç'in meraklısına çözümlenmesi zevk verecek zekâ, kurgu, felsefe ve sosyolojik bilgi gösterileriyle dolu birçok bölümü var. Vakti olanlar, Kazancı, İstanbuliyan ve Çakmakcıyan ailelerinin soy ağaçlarını çıkartabilir, "Kafe Kundera"ya gelen kişilerin adlarındaki kara-alayla perdelenmiş oryantalist horgörmeyi (örneğin Alkolik Karikatürist'in Türkiye'nin kültürel travmasına ilişkin yorumunu -ss. 92-93) çözümleyebilir. Anlatıcıların, vekâletine sahip oldukları Elif Şafak'ın da elbet, 12 Eylül darbesine ilişkin değerli sosyolojik-felsefî yorumlarını irdeleyebilirler (Örneğin s. 323'deki Zeliha'nın kuramı). Ben bağlamak üzere, Ermeni sorununa dönmek istiyorum: Gerçi, Elif Şafak'ın bu konuda kendilerine vekâlet verdiği bazı anlatıcılar, Ermeni/Türk sorunu çerçevesinde barışçıl ve insancıl düşüncelerini açıklıyor olsalar bile, Amerika'daki Ermeni diyasporasının hoşuna gidecek şuna benzer sözler de yer alıyor: "Bütün akrabalarını 1915'te kasap Türklerin ellerinde kaybetmiş soykırımzede bir ailenin torunuyum. Amma Mustafa diye biri tarafından büyütüldüğüm için köklerime ihanet etmeyi öğrendim, soykırımı inkâr etmek üzere yetiştirildim" (s. 64), "Milyonlarca Ermeni'ye ne oldu peki? Asimile edildiler. Katledildiler. Yetim bırakıldılar. Sürüldüler. Mal mülklerinden oldular" (s. 65). Bu cümlelerin diyaspora mensuplarını memnun edeceğini, ilgilerini çekeceğini ve tirajı kışkırtacağını göz ardı edemeyiz. Rastlantıya bakın: Bir anlatı kişisinin sözleri olduğu için yazarın kendisini suçlu kılmayacağı açık bu sözler, bir hukuk adamınca "Türklüğe hakaret" iddiasıyla mahkeme veriliyor, mahkemenin dava açmama kararı bir üst mahkeme tarafından reddediliyor. Ve Elif Şafak'ın gıyabında gelişen bu olaylar, romancının fotoğraflarıyla sayfalara taşınmasına neden oluyor anında. Alın size medyatik-kültürel bir dedikodu konusu. Elif Şafak keşke Amerika'daki yoksul Ermenilerin yaşamlarını anlatsaydı. Kendini yabancı hissetmediği ülkenin içindeki etnik sorunlara değinseydi.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X