ISBN13 978-975-342-072-3
13x19,5 cm, 272 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Kasabanın En Güzel Kızı, 1992
Büyük Zen Düğünü, 1993
Factotum, 1994
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Ömer Özgüner, “Ekmek Arası: Koca Bukowski’nin nefis özeti”, Vatan Kitap Eki, 9 Temmuz 2011

Aşkla sevdiğin kitap deyince Türk okurunun önemli bir kısmının en hafif bulacağı bir kitap çıktı ağzımdan: Ekmek Arası. Bukowski’nin ışıltıyla parlayan Ekmek Arası romanı, çoğu kulağa tanıdık gelen hikayelerinin, şiirlerinin ve romanlarının en temel iki özelliğini içinde barındırır: İnsanlara duyduğu nefret ve berbat bir hayattan çıkan ironi.

İnsanın hayatta kendisine sorulmasından korktuğu sorular vardır. Onlardan birini Buket Aşçı sorup, üstelik bunu okurla paylaşmamı söylediğinde gözüne fener tutulmuş tavşana benzettim kendimi. Ne var bunda; herkesin vazgeçemediği bir roman vardır, diyebilirsiniz. Ama keşke bu kadar basit olsa. Neye göre en favori roman? Edebi değerse “Gecenin Sonuna Yolculuk” (Celine), “Suç ve Ceza” (Dostovyeski), “Saatler” (Virginia Woolf), “Katıksız Mutluluk” (Katherine Mansfield), “Ulysses” (James Joyce), “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ( Ahmet Hamdi Tanpınar), “Cevdet Bey ve Oğulları” (Orhan Pamuk)... Devam etmemeyim, lise yıllarında Samsun kütüphanesindeki kitapların önemli bir bölümünü, sonra da eline geçirdiği her romanı bitirmeyi zevk edinen biri için tercih yapmak zor, bunu anlatmak daha da zor. Birinin üslubu, birinin derinliği, birinin karamsarlığı, birinin klasikliği, modernliği, post-modernliği filan...

Ama Buket’in sorusunu aşkla sevdiğin kitap diye anladığımdan ve bu konu yalan kaldırmayacağından, bütün o enlerin içinde, Türk okurunun önemli bir kısmının en hafif bulacağı bir kitap çıktı ağzımdan: Ekmek Arası. Charles Bukowski’nin yazdığı bütün eserlerin (sonrasında ve hatta öncesinde) bütün ışıklarının parladığı o kitap. Benim de ilk baskısını bundan on altı yıl önce okuyup, arkadaşlarıma bir miras gibi verdiğim, hiçbir zaman geri gelmeyen bu mirasın raflarımdaki boşluğunu tekrar tekrar hissettiğim (galiba altıncı okuyuşumdan bahsediyoruz) Ekmek Arası. Charles Bukowski’nin adını çağrıştıran gölgesi Henry Chinaski ya da çocukların bir mükafat olarak ona taktıkları harbi Amerikan adıyla Hank’in 1922 yılında Almanya’da daha iki yaşındayken başlayan hikayesi, Amerika’nın katıldığı ikinci dünya savaşıyla son bulduğunda, Mona Lisa gibi yarısının gülümsediği yarısının ağladığı bir duruş yapışır yüzünüze; “İlk anımsadığım, bir şeyin altında olduğumdu. Bir masanın altındaydım, bir masa ayağı gördüm, insanların bacaklarını ve masa örtüsünün sarkan bir parçasını. Karanlıktı orası, orda olmaktan hoşnuttum. Almanya olmalıydı. Bir ya da iki yaşındaydım. 1922 senesi. İyi hissediyordum kendimi masanın altında. Halıya ve insan bacaklarına gün ışığı vurmuştu. Güneş ışığını seviyordum. İnsan bacakları ilginç değildi, sarkan masa örtüsü, masa ayağı, güneş ışığı daha ilginçti.”

Daha iki yaşındayken geleceği belli olan zor bir çocukluk, belalı bir baba, tedavisi imkansız izler bırakan ergenlik sivilceleri, umutsuzluk, işsizlik, sertlik, kavgalar, orospular ve neredeyse sıfır çeken “arkadaşlar”. Bukowski’nin ışıltıyla parlayan dediğim Ekmek Arası, çoğu kulağa tanıdık gelen hikâyelerinin, şiirlerinin ve romanlarının en temel iki özelliğini barındırır: İnsanlara duyduğu nefret ve berbat bir hayattan çıkan ironi. Rutin bir işte çalışmak, etrafındaki insanlar, sıradan bir hayat delilik ölçüsünde korkusudur Hank’in. Ekmek Arası’nın her satırına sinen ve çok sıradan cümlelerle insanı karamsarlığa hapseden o korku: “Bir şey olma düşüncesi beni korkutmakla kalmıyor hasta ediyordu. Avukat, danışman, mühendis veya benzer bir şeyi olmayı düşünmek bile imkansızdı benim için. Evlenmek, çocuk sahibi olmak, aile kurumunun kafesine girmek. Her sabah anı işe gidip, akşam dönmek. Olanaksızdı. Aile pikniklerine katılmak, Noel, 4 Temmuz, İşçi Bayramı, anneler günü... Bu tür şeylere katlanmak için mi dünyaya geliyorduk? Bulaşıkçılık yapmayı, akşamları küçük odamda içki içip sızmayı tercih ederdim.”

Hakkı geç teslim edildi

Bu Bukowski, neyse ki bizde küçümsendiği dönemleri geride bıraktı. Bir zamanlar Bukowski demek kadınları cinsel meta gibi görmek, sürekli içmek, hır çıkarmak, bütün siyasal düşüncelerden arınmak, argo ve hatta kaba küfür demekti. Çünkü bizdeki şöhretini muzır neşriyatın en unutulmaz sansürlerinden birine imza atmış olan Kasabanın En Güzel Kızı’na borçluydu. Kabul, Genet ve Sartre’nin onun için “dünyanın en iyi şairi” dedikleri iddiası bir türlü kanıtlanamadı. Hatta zaman içinde bu lafı ortaya Bukowski’nin attığı bile iddia edildi. Ama Sean Penn’in (haliyle o yıllardaki sevgilisi Madonna’nın) sıkı bir hayranı olduğu, U2’nun solisti Bono’nun bir konseri kendisine ithaf ettiği kanıtlanmış gerçeklerdi. Sadece onu takip edenler değil, kütüphanelere kapanıp okuduğu yazarlar da onun için sırlar veriyordu elimize. Hayatının son döneminde tanıştığı John Fante, D. H. Lawrence, Gorki, Turgenyev ve elbette Hemingway... Bunları bakın ne kadar entelektüeldi demek için yazmadım. Daha ilk öykülerini yolladığı andan son kitabı “Hollywood”u yazana kadar geçen hikayesinde hep hakkı sonradan teslim edilmiş biriydi Bukowski. Kedileri, at yarışları, klasik müziği, daktilosu, kadınları (özellikle Linda Lee tabi), yayıncısı John Martin gerçek hayattaki sayılı şanslarından ve mutluluklarındandı. Bir gün gelip düzenli işlerini bırakarak yazarlığa başladığında, ömrünün önemli bir bölümünü geride bırakmıştı. Yine de daha kısa olan bölüme nefis kitapları sıkıştırmayı başararak. Herkesten ve her şeyden kaçmak isterken üstelik; “Kadınlar para sahibi erkekler istiyordu, başarılı erkekler. Sefillerle beraber olan kaç klas kadın vardı? Neyse, bir kadın da değildi istediğim. Beraber yaşamak için istemiyordum en azından. Bir erkek bir kadınla nasıl yaşardı? Ne anlama geliyordu bu? Colorado’da üç yıllık yemek ve içki ikmali yapılmış bir mağaraydı istediğim. Kumla silecektim kıçımı. Her şeyi, bu basit, korkakça ve sıkıcı yaşantının içinde boğulmayı tercih ederdim.”

Onun da sık sık dediği gibi “neyse”...

İsterseniz Charles Bukowski’yi özetleyen Ekmek Arası’ndan sonra hakkında hemen her şeyi bilerek kapatabilirsiniz kapıyı. Ya da isterseniz her birinin adı şaheser olan kitaplarını (muhakkak Avi Pardo çevirisiyle) okumaya devam edebilirsiniz: İlham Perisi’ne Oynamak, Sevimli Bir Aşk Hikâyesi, Kendimize Açtığımız Yaralar, Bir Tek Ben miyim Böyle Yaşayan?, Kimse Bilmez Ne Çektiğimi, Postane, Kadınlar, Pulp, Factotum...

Ben ikici yolu seçtim. Bu sayede, altılı için formüller aradım. Benzin istasyonu sahibi olamadığı için benzin istasyonlarını yakmaya kalkanlardan kaçtım. Günlerin vahşi atlar misali tepelerden aşağı koştuğunu gözlerimle gördüm. Altılı paketlerin içinden bira çektim. Zenginliğin ve yoksulluğun, güzelliğin ve çirkinliğin, hüznün ve sevincin, müziğin ve daktilonun, kavganın ve sertliğin, arıza kadınların ve klas kadınların her şeyden önemlisi kalabalıklara karşı bir başına, tek başına, taamüden bir yalnızlığın ne kadar güzel, ne kadar kahredeci ve ne kadar zor olduğunu, hiç böyle bir misyona kendini uygun görmediğini bildiğim halde, itiraf etmeliyim ki ondan öğrendim.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X