ISBN13 978-975-342-744-9
13x19,5 cm, 416 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Dönüş, 2009
Can, 2010
Mutlu Moskova, 2012
Muhteşem Vahşi Dünya, 2014
Çukur, 2017
Birbirimiz İçin Yaşayacağız, 2018
Saklı İnsan, 2022
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Esra Yalazan, “Merhamet, devrim ve Platonov”, Taraf, 3 Nisan 2011

Öyle bir yer var mıdır acaba? Olsun isterdim. “Her şeyin bittiği, hiçbir şeyin başlamadığı bir dünyada insanın tabiatla bile mücadele etmek istemediği bir can sıkıntısının hikâyesi...” diye tarif edilen bir aleme aitmişim gibi bezgin ve kendime yabancıyım çünkü. Bu günlerde çok düşündüğü için atmaktan vazgeçen kalbimle birlikte, ruhu da hırpalayan bahar yorgunluğunu sırtlanıp aralarında çelimsiz otların bittiği parke yokuşlardan tırmanırken Saşa gibi hayallerimi kovalıyorum. Hayat yekpâre bir rüya misali parçalanmadan geçip gidiyor. Dip uğultusu gibi derinden, sessizce akıyor zaman. Aklını yitirmişçesine telaşla koşturup duran insanlar hakkında onun gibi tahminlerde bulunuyorum. Acı çeken sesini duyurmak için hırıltıyla konuşan ihtiyar bir adama acıyorum durup dururken. Buğulu pencere önlerinde titreyen kumrularla yekvücut olmanın bilinci beni sakinleştiriyor.

Bazen o çelimsiz, yetim çocuk gibi eskimiş bir masaya bakıp, “O da benim gibi biraz lüzumsuz, hiçbir farkımız yok işte” diyecek kadar durgunlaşıyorum. Sonra rüzgârsız bir havada hiç kıpırdamayan dalların gıcırtısını işitip “Demek onlar da sıkılıyor” diyorum ama Saşa gibi bunu söylediğimde büsbütün rahatlayamıyorum. Sadece ağaç olmak istiyorum. Bütün felaketler, mevsim geçişleri, kainatın sonsuzluğunda kaybolan sesler, yeryüzünün kabuğuna kazınan harfler, yerini bulamayan sözcük kalabalığı, her şey sıradanlaşıyor. Yine de ılık bir merhamet hissiyle tabiatta görebildiğimiz, hissedebildiğimiz bütün varlıklarla aynı özden oluştuğumuzu düşününce gevşiyorum. Ve en zor zamanlarda aklı kalple yumuşatmayı bilen Andrei Platonov’a her zamanki gibi şükrediyorum.

Medrese avlusunda bir ‘komünist’

Bugünlerde onun mistik diliyle, doğal bilgi hazinesiyle asırlık medreselerin iç avlularında dolaşıyorum. Kitap hastanesinin sorumlusu Hatice Hanım, bana insanın hırpaladığı kitapları nasıl iyileştirdiğini anlatıyor. Sırtları kamburlaştığı için ciltleri bozulmuş, şirazesi dağılmış, rutubetle pamuklaşmış, böcekler tarafından kemirilmiş ya da ölçülemeyen zamanın hırçınlığıyla asitleşmiş tarihî el yazmalarından bahsediyor. Solgun, eprimiş sayfalara çok uzun bir nekahet dönemi geçiren çocuklarına bakan şefkatli anneleri gibi davranıyor. Onu dinlerken kendisini nesnelerin yerine koyabilen Saşa gibi heyecanlıyım yine. O vakit sağlığına kavuşunca ışıldayan kitaplardan biri olmak istiyorum. Ama nedense kendini hissetmemeyi tercih eden Zahar Pavloviç gibi davranıyorum. Hakikatimin sağlam köklerinden uzaklaşıp hemen yanında durduğumuz devasa fıstık çamının kaç yaşında olduğunu soruyorum mesela. “Bilmem, epey yaşlı olmalı en az iki yüz elli” diyor. O ‘hastalarının’ yanına dönünce Platonov’un hiçbir Rus yazarına benzemeyen cümlelerinin tınısıyla baş başa kalıyorum. Bana makineleri insanlardan çok seven bir mühendisin soğukkanlı sesiyle 1922’de bir yayıncıya yazdığı mektubu okuyor: “Tarlalar, kırlar, annem ve zil sesleri dışında, bir de şunları sevdim ve yaşadıkça daha çok sevmeye devam edeceğim: Lokomotifler, makineler, tiz sesli düdükler ve kan ter içinde kalana dek çalışmak. Her şeyin insan yapımı olduğuna ve hiçbir şeyin kendiliğinden oluşmadığına inanırım; örneğin uzun süre çocukların fabrikada üretildiğine inandım... Yabani otlar ve dilenciler, tarlalarda şarkı söylemek, elektrik, lokomotif ve depremler arasında bir tür akrabalık bağı vardır. Tüm bu şeylerin üzerinde aynı doğum lekesi vardır. Büyümekte olan otların ve buharlı lokomotiflerin mekaniği aynıdır.”

Bir hayaleti sevebilmek...

Ona neredeyse acıyarak bakıp, “Kitaplarının bizimle yaşamaya zorlanmış bir uzaylı tarafından yazılmış olduğunu düşünenleri artık daha iyi anlıyorum,” diyorum. Neden sözcükleri bilerek yanlış boşluklara itinayla yerleştirdiğini, insanın şifresini çok derinlerden söküp çıkaran hayvani sezgilerinin tohumunu, son yıllarını geçirdiği edebiyat enstitüsünde avludaki yaprakları süpürürken zihninden neler geçtiğini merak ediyorum. Tüberkülozu nedeniyle sürekli öksüren bu adama bakan öğrencilerin bir kısmı onun vaktiyle yazdığını biliyormuş. “Stalin yüzünden ancak yarım asır sonra keşfedilebildin. KGB’nin arşivinden çıkmışsın, yaşarken gelecekte çok okunacağını bilmek ister miydin?” diyorum küstah bir tonla. “İnsan yaşamalı, varolmalı ve sabretmeli. Daha evvel de söylemiştim sana, sizin için insan olmak sadece bir alışkanlıktır, benim içinse bir tatil ve bir zevk...” diyor.

Bir hayaleti sevebilmenin mahrem sevincini bilir misiniz? İnsanlar sizi asırlık taşlarla örülmüş bir iç avluda, nergislerin arasında bağdaş kurmuş otururken gördüğünde, kayıp bir meczup misali sadece kuşlarla, kedilerle, ağaçlarla, bulutlarla konuştuğunuzu düşünüp küçümserler nedense. Kelimelerin, isimlerin ve onları taşıyan ruhların ebediyetine inanmak istemezler pek. Mahrem yolculuklar ürkütür onları. Çantanızda gizli âşık gibi taşıdığınız bir yazarla konuştuğunuzu söylediğinizde muhtemelen hadise yerini derhal terk etmek isterler. Bu ezberlenmiş tepki de mesela, Platonov’un “alışkanlık” diye tanımladığı karmaşık yumaktan sarkan incecik bir ip sanki...

İnsan ve iktidar

“Hiç senin kadar cesur bir ‘uzaylı’ görmedim. Yaşadığın dönemde devrime dil uzatanları hapislerde çürütüyorlardı, Bolşeviklerle inceden dalganı geçmişsin, nasıl kurtuldun?” diye sorunca kızıyor bana. Devrimden sonra ne yapacağını bilemeyen “hayalperestleri” anlattığı Çevengur’un çarpıcı cümlelerinden birisini hatırlatıyor: “İnsan insan için bu kadar mı tehlikelidir de aralarında iktidarın durması gerekir? İktidardan çıkıyor ya savaş da... Dönüp dönüp düşünüyorum, savaşı iktidar özellikle uydurmuş olmasın. Sıradan bir insan yapamaz bunu çünkü...”

Peki, insanın bedellerini çok acı bir şekilde ödeyerek kavuştuğu o ‘değişimden’ sonra sanki hiçbir şeyi başaramamış gibi sıkılması, boşluğa düşmesi ironik değil mi?” diyorum. Devrimin kendisinden ziyade sürecine inanan kahramanlarının cümleleriyle cevap veriyor: “Komünizmi kurmuş olmamıza rağmen pek o kadar hoş hissetmiyoruz kendimizi! Neden her şeyimiz doğruyken, burjuvalar yokken, ortalık dayanışma ve adalete kesmişken proletarya sıkılıyor, canı evlenmek istiyor? ... Çünkü hakikatin ömrü kısadır ve sondadır; o halde başka bir mutlulukla meşgul olmaları daha iyidir, uzun ömürlü, ta esas hakikate kadar yaşayacak bir mutlulukla!”

“Ta esas hakikat, öyle mi. Ne kadar uzaktadır kim bilir...” Buruk bir tebessümle mırıldanıyorum. Hakikatin sınırlarını böylesine cesur bir derinlikle esnetebilmesi hoşuma gidiyor. Onun üstüne yanık kokusu sinmiş insansız bozkırlarından benim parlak gökyüzümün üstüne doğru kara bir bulut gibi havalanan sığırcık sürüsüne bakıp bu defa bir meczup edasıyla kendi uçurumuma doğru konuşuyorum...

‘İnsanın kendisiyle sohbeti sanat’

Orada görünen varlığımdan azade başka biri oturuyor. Kimliksiz, cinsiyetsiz. Aidiyet duygusu yok. Sakin ve yalnız. Kendi için geçici mutluluklar icat ediyor. Bazen cümlelerle bazen de onları yazan hayaletlerle basit oyunlar oynuyor. Kibar ve mesafeli bir seyirci gibi izliyor olup biteni. Ama ruhumun efendisi o, bunu pekâlâ biliyor. Sabahları yatakta, akşamüstleri tenha sokaklarda gündüz düşleriyle oyalanıyor. Alacakaranlık çökünce kendi sessizliğinde dalgınlaşıp ışıkları yakmayı unutuyor. Şehrin gürültülerini duymuyor. Gizlendiği yerden çaydanlığın ıslığını, bozuk musluk tıpırtılarını, uzaktan belli belirsiz işitilen ezan sesini, gazete hışırtılarını, kalorifer borularının içinde yürüyen cücelerin tıkırtısını dinliyor. İnsana ağır gelen varlık bilinci yüzünden önemsiz şeylerle ilgilendiğini söyleyen Platonov onun hazin suskunluğunu da fark ediyor ve yine Çevengur’dan seçtiği cümlelerle sesleniyor. “Bu boyun eğmiş, sönmekte olan dünyada Dvanov kendi kendisiyle bir sohbete tutuştu. Açık havada yalnız başına sohbet etmeyi severdi ve birisi kendisini duyacak olsa, sevdalısıyla aşkın karanlığında basılmış âşık gibi utanırdı. Mevcut duyguyu ancak sözcükler duyguya dönüştürüyor, bu nedenle sohbet ediyordu düşünen insan. İnsanın kendi kendiyle sohbeti sanat, başkalarıyla sohbeti ise eğlenceydi. O yüzden insan kalabalığa, eğlenceye gidiyor. Suyun yokuştan aşağıya akması gibi”.

Karıncalar gibi sessizce yaşamak...

Acaba onun dediği gibi manayı zihinden akıp giden düşüncelerle tahlil etmek mümkün müdür? Dünyaya fazlaca ilişmeden, öylece kıyısında durup seyrederek. Ölünce eksik kalacağından şüphe edilmeyen hayallere tutunarak. Doğuştan hediye edilen mizacının esaretinde, yıldızlara batmış karanlık, uçsuz bucaksız gecelere sığınarak, böyle kendi kendine sayıklayarak hayatını sürdürebilir mi insan?

Kendi duygularında sürgün insanları, bir müstahdem olarak hayatını tamamlayan Platonov’la konuşmak “her şeye rağmen” fırıl fırıl dönen bu dünyada beni sağlam tutuyor. Çektiği eziyeti belli etmeden varlığını sürdüren karıncalar gibi toprağın altında sessizce yaşamaya devam edebilmek ne zor değil mi? O öyle yaşadı belki ama insanlığa muhteşem hikâyeler bıraktı. Kim ne derse desin onunla gizlice konuşmayı seviyorum. Hareketin kıpırtısızlık kadar kıymetli olduğunu söyleyen dürüst, alaycı tavrına bayılıyorum. Beni kimi zaman karanlığa çeken o “kimliksiz seyirciye”, amaçsız, emeksiz bir hayat sürdürmek isteyenlere diyor ki, “eyleme geçmediklerinde, fazla akıl peydahlanır insanlarda, ki aptallıktan bile kötüdür o”.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X