Engin Geçtan:
"Onun da Sorunu ‘Zaman’la"
Kürşad Oğuz, Aktüel, Sayı 318, 1997
Başlıyorsunuz ve bitiyor mu?

Kitaba başlarken bir tutukluk oluyor. Ölü doğuyor bir anlamda, bir kuluçka. Ondan sonra başlıyor ilerlemeye. Aklıma "uçurulan kelle" diye bir şey geldi. Ona bir Arap ülkesindeki cellat eklendi. Onunla ne yapılır ki? Ama "uçurulan kelle"den vazgeçemedim. Yalnız, kitabın ortasını geçtikten sonra rahatlamam, ilaç almam gerekiyor çok minik dozda. Çünkü yatınca da devam ediyor bu süreç. Kitap benden önde gidiyor. Bazen bu beni hırpaladığı için birkaç gün dokunmuyorum, organizmam dinlensin diye. Yorucu oluyor. Bütün bunlar ne demek bilmiyorum.

Peki her şeyin sizin dışınızda gelişmesi sizi korkutuyor mu?

Hayır, korkmuyorum. Aksine zevk alıyorum, eğleniyorum. Anthony Burgess'in dediği gibi "Yaratıcı süreçler kendi gerilimlerinden özgürleşme imkânı buluyor" böylece. Romanlarımdan çok keyif alıyorum, çünkü bilgisayarın başına oturduğumda ben de bilmiyorum ne olacağını. Benim gibi akademisyen bir insan için müthiş keyifli bu. Romanı yazarken bir özgürlük ilanı var. Bir kez televizyona çıkmıştım. O da psikiyatri olmadığı içindi, "Okudukça" programıydı. Neden çıktın, dendiğinde "Kendimi çok fazla hapsedilmiş hissetmiş, isyan etmiş olabilirim," dedim. Bu bir tahmin.

Dersaadet'te Dans’ta olduğu gibi, "zamanın dansı" bu kitapta da söz konusu. Zaman insanların etrafında dönüyor ve onları belirliyor. Ona hükmetmek mümkün mü?

Kitapta tam tersini anlatmaya çalıştım. Hükmetmeye çalıştığımız için bugünkü halimizdeyiz, diye düşünüyorum. Zamanla ilişkim son yıllarda değişikliğe uğradı.

Günlük hayatınıza nasıl yansıyor bu değişiklik?

Saat çok önemli olmayabiliyor. Diyelim ki bugün dörtte sizinle randevum var. Ben dörtte buraya gelebiliyorum. Çünkü iki insanın bir araya gelebilmesi için bu gerekli. Ama bundan sonrasının ipoteği yok. Burada ne yaşanacağını ne siz ne ben biliyoruz. Geleceği güvence altına almak adına şimdiki zamanı yok ediyoruz sürekli. Bu boyut bile, bunu fark edebilmek bile çok önemli.

Peki "Zaman küresinin merkezine inmek" ne demek?

Zamanın aslında durduğunu söylüyorum. Zaman orada duruyor, akışı biz tarif ediyoruz. Zaman bir yere gitmiyor. Zamanın aktığını gördüğümüzü farzediyoruz. Bu yüzden de şimdiki anın süresizliğini yakalayamıyoruz. Şu an sonsuza kadar yaşıyor, evrenden kaybolmuyor ki.
       Bakın bu yeni yazdığım kitap daha güzel olacak. Biraz yazdığım iki kitabın sözlüğü olacak.

Bana, kitapta ölümü yüceltiyormuşsunuz gibi geldi…

Hayır. Tek cümle var: Doğmak için ölmek. Oradaki ölüm ölümün kendisi değil, eski kendini öldürmek. Hektor zamanla ilişkisini değiştiriyor ve zaman zengini oluyor. Bizim kavrayamadığımız şey, zamanın dördüncü bir boyut olduğu, tek başına bağımsız bir boyut olmadığı.

Neden televizyon ekranını çok kullandınız bu boyut değiştirmelerde? Bu bir teknoloji eleştirisi mi?

Bunu hiç düşünmedim. Televizyonun günlük hayatımıza etkisi büyük. Yazmakta olduğum kitapta Jean Baudrillard'dan alıntı yaptım. Medya halkı ve kitleleri yönlendiriyor, deniyor. Bu bana çok yakın gelmedi. Baudrillard ise "İki taraf da birbirini etkiliyor. Kimin kimi kullandığı belli değil. Çünkü herkes birbirini kullanıyor" diyor. İnsanlar ekranları kullanıyor, televizyon onları. İki yönlü bir tutsaklık.

Ölüm kavramına dönelim. Sizce o yaşamın parçası mı, yoksa sonu mu?

Iching'den bir cevap vereyim: Ölüm iyi yaşanmış bir hayatın başına konan taçtır. Tibet sözü: İyi ölebilmek için iyi yaşamış olmak gerekir. Pozitivizmden kaynaklanan Batı düşüncesinde hayat tek olarak görünür. Hayatta varoluş tek değil. Varoluşun sahip olduğu bir şey hayat. Onun için ölüm korkuları yaşıyoruz. Çünkü hayat kaybedilecek bir şey olarak algılanıyor.

"Ölümün sonsuza dek süren huzur, yaşamınsa ölüme dek süren hastalık olduğunu" söylüyorsunuz…

Hayır ve evet. "Anksiyete"den bahsediliyor orada. Danimarkalı filozof Kierkegaard, bu konuya ilk el atan. Anksiyete yaşamın bir parçası. Bilmiyorum, kaç yıl önceydi… Çok yoğundum, yorgundum. Hayat dursa birkaç günlüğüne, biraz dinlensem, dedim. Bir cevap geldi: "Ölünce nasıl olsa dinleneceksin." Yani sonunda bir rahat var. Merak etmeyin, onun için bunun keyfini çıkarın.

Bir yerde, aydınların kendilerini açıklamaya çalışırken düştüğü hatalardan bahsediyorsunuz…

Üç beynimiz var: Korteks; düşünceler, mantık vb. İçeriyor. Altında "limbik sistem" var. Burada saldırganlıktan cinselliğe kadar arı duygular var. Bir de sürüngenlerle ortak olduğumuz memeli altındakilerde bulunan bir sistem var: "Reptil beyin." Entelektin kötüye kullanılması diye bir şey var. Bazen duygusal dünyalarımızdaki yalnızlığı korteks faaliyetlerimizle telafi etmeye çalışıyoruz. Bu tabii insanın kendisinden yabancılaşmasına yol açabilecek bir olgu. İnsanlar "Yüreğinin götürdüğü yere git" diye okuyor. Yürek nerede? Kortekste değil ki! Korteks kumandasıyla yüreği bulmamızın mümkün olmadığına inanıyorum. Düşünce insanın duygusal dünyasını o kadar örtebiliyor ki, biz korteksten gelen sesleri duygusal dünyamızdan gelmişçesine yaşayabiliyoruz. İnsan, limbik sistemine yabancıysa bir yere gidemez. İsterseniz "aydın" demeyelim, "entelekt" diyelim. İnsanın bunu kendisine yabancılaşma aracı olarak, temel komünikasyon aracı olarak kullanması kasvet, yaşamsızlık yaratıyor gibi geliyor bana. Onun için değindim bu meseleye herhalde; laf atmış olabilirim, olsun.

Sizin üne karşı bir tepkiniz mi var?

Karşı değilim. Ama öyle bir çağdayız ki, insanlar imgelerle ilişki halinde. Çok fazla imge ilişkisi olduğu için birbirlerini unutuyorlar. Ben, imgelerle ilişkinin çok yaygınlaşmasına karşıyım. Tabii ben, her şeye rağmen bir "dinozor" olduğum için bu bana aşırı geliyor.

"İnsan taşıdığı maskede kendini yansıtır" diyorsunuz. Bu da imgeler dünyasına eleştiri mi?

Genel kanı, maskeleri kendimizi gizlemek için kullandığımızdır. Halbuki bence maskeler sayesinde kendimizi yansıtıyoruz, maskelerle konuşuyoruz.

Bir yerde karakteriniz "hayatın bir ayrılıklar, yeniden arayışlar, buluşamazlıklar dizisi olduğunu, bunu bildiğimiz halde hep bir süreklilik beklediğimizi" söylüyor. Sizin görüşünüz de bu mu?

Evet. Ayrılıklar derken ilişkilerdeki ayrılıklardan bahsetmiyorum. "Jules ve Jim" filminde Truffaut'nun bir cümlesi var: "Hayat bir ayrılıklar dizgesidir." Bunu çok beğenmiştim. Biz, beraberliklere doğru fazla kaydığımızda bunu yaşamdan korktuğumuz için yapıyoruz. Bir kısım insan da aşırı bireyselleşerek beraberliklerden uzak durmaya çalışıyor; bu da ölüm korkusu. Halbuki ya o ya o yerine, "fuzzy logic" (buğulu mantık diyorlar) diye bir şey var: İkisini bir arada yaşamak. Ama bunu kabul edebilecek, böyle yaşayabilecek noktaya gelmek zor.

Bu kitabı ne kadar sürede bitirdiniz?

Uzun sürmedi. Aslında ben yazar filan değilim, başka işlerim var. İnsan belli bir yaştan sonra rahatlık istiyor. Ben sürekli göç akımlarının bir parçası oldum. Herkesle birlikte Ankara'dan buraya göç ettim farkına varmadan. Sonra Bodrum'u şube haline getirdim. Orada bir hayat kurdum. İstanbul'da daha iyi yazıyorum ama. Burada kitap yazmaya daha çok öncelik veriyorum çünkü, dışarda olanlar beni çok ilgilendirmiyor.

İstanbul'da büronuz var mı?

Var. Ama çok yoğun çalışmıyorum. Bu konuda korunmaya ihtiyacım vardı. Randevularla ilgili problem oluyordu. Şimdi, 1.5 yıl sonrasına ancak randevu verebiliyorum.

Onlara "hasta" diyor musunuz?

Hayır. Terapiye gelen kişiler.

"İyileştirme" de yok…

Hayır, herkes istediği kadar iyileşir.

Alıp sonuna kadar mı götürüyorsunuz?

Sonu yok ki. Kısır döngüsünden biraz özgürleşinceye kadar.

Neden 35 yıllık meslek hayatından sonra roman yazmaya başladınız? Kendinizi bir romancı olarak görüyor musunuz?

Hayır. Ben roman nedir bilmiyorum ki! Roman okumuyor değilim. Arada bir birkaç romanla ilişki kuruyorum. Ama ilişki kurmama neden olan ne, onu bilmiyorum. Ben bilimsel kitaplarımı yazarken bu keyfi almadım. Burada ne istersem o oluyor; tümüyle özgürüm. İlginç olan bu yaştan sonra deli kitaplar yazmam. Şimdi herkes bir tarafa çekecek; kitabın aciz tarafı bu zaten. Yüreğinin Götürdüğü Yere Git ya da Simyacı gibi "İyi bir şey yaparsan evren de seninle işbirliği yapar" türünden şeyler demiyor. İnsanlar çok seviyor bunu ama, ben bunları söylemiyorum. İnsanların bunlara ihtiyacı var herhalde. Bazen bir slogan bile bir süre için insanı idare ediyor. Ama hayatın ucuza çıkarılmaya çalışılmasına itiraz edemem. İşsizken, bu haldeyken, insanlar ne yapsın?
Okuyabileceğiniz diğer Engin Geçtan söyleşileri
▪ "Bana sorarsanız Türkiye harika bir çılgın"
Filiz Aygündüz, Milliyet, 24 Şubat 2008
▪ "Esas hayat alanımızı daraltırsak… Kaybederiz! - Engin Geçtan"
Ayşe Arman, Hürriyet Gazetesi, 20 Mart 2016
▪ "Ülke olarak çok ilerledik ama toplum olarak çocukluk devrine geriledik. - Engin Geçtan"
Yenal Bilgici, Hürriyet, 24 Şubat 2018
▪ "Kaosun Kıyısındaki Çılgın Dansa Katılmanın Keyfi"
Mustafa Arslantunalı, Orhan Koçak, Virgül, Sayı 27, Şubat 2000
▪ "Sistem Benim İçin Deliyi İdare Etmek"
Filiz Aygündüz, Milliyet Kültür & Sanat Eki, 20 Haziran 2002
▪ "Engin Geçtan'la 'Hayat' Üzerine Bir Röportaj"
Ayşe Arman, Hürriyet Pazar, 30 Mart 2003
▪ "Tren nereye giderse..."
Ümran Kartal, Radikal Kitap Eki, 6 Şubat 2004
▪ "Uyuklayan Türkiye yerine çılgın Türkiye’yi tercih ederim"
Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet Pazar, 21 Şubat 2010
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X