Türker Armaner:
"Hayat, dilin sınırlarıyla ölçülür"
Sema Uludağ, Radikal, 14 Mart 2003
“Eşik”, “Dalgakıran” ve “Sis Bileti” belli bir durumu ifade eden ve sizin de kitabınızda öykü ismi olarak seçtiğiniz üç kavram. “Eşik” bir yerden başka bir yere geçişin, “Dalgakıran” coşkuyu dizginlemenin, “Sis Bileti” ise belirsizliğin ifadesi adeta...

Sizin de söylediğiniz gibi, bu kitabı bir bütünlük içinde tasarlamıştım.
       İlk yazdığım öykü kitabın büyük bölümünü oluşturan “Dalgakıran” oldu. Kitabın çeşitli bölümlerini, çeşitli zamanlarda yazdım. Daha sonra
       “Eşik”in giriş mahiyetinde olabileceğine karar verdim. Bununla birlikte “Eşik”, karakter olarak öznenin birden fazla kurguya girmesine imkânı tanıyordu. “Sis Bileti” ise, yine sizin belirtmiş olduğunuz gibi, belirli bir kapanmaya doğru gidiyor ve ışıktan yoksun bir tabloda kitap bitmiş oldu. Metnin büyük bölümünü oluşturan “Dalgakıran”, yer yer karakterlerin taşıdığı özneye ket vuran bir biçimde oluştu. “Dalgakıran”ın hem kitabın belkemiğini oluşturduğunu düşündüğüm için hem de belirli bir sınırlamanın ve karakterin sınırlarının ötesinde de bazı tablolar olduğunu düşünmeleri kitabın büyük bölümünü oluşturan öyküye bu ismi koymama yol açtı.

Kitabın son iki sayfasında baktığımızda ikinci öykünün değil de, “Dalgakıran”ın etkilerini görmemizin nedeni de bu mu?

Evet, bir anlamda da başladığı yerde son buluyor. Metin zihinsel karanlıktan, kendisini çevreleyen ışık yoksunluğuna doğru ilerlediği için “Dalgakıran”da bitiyor.

Kitabın bütününe yayılmış bir belirsizlik duygusu var. Öyle ki, karakterlerin fiziksel hiçbir özelliği ve ismi yok...

Belirli bir eşikten geçtiğini düşünen karakterin, pek çok kurguda yer almasını arzuladığım için isimlerinin olmamasını özellikle tercih ettim. İsimsiz bırakınca işaret edilecek bir karakter olmaktan çıktılar. Mecazi anlamda yüzleri de silinmiş oldu, yine mecazi anlamda yazarın istediği, okuyucunun da tercih edebileceği kimlikler kuşanmaları mümkün oldu.

Eğer işin içine mekânları koymasaydınız, yani okura belli bir ülkede, belli bir ilde yaşadıklarını hissettirmeseydiniz öykülerin aidiyetsizlik üzerine kurgulandığını düşünürdük. Neden öykülerinizde kişileri değil de, mekânları ön plana çıkarıyorsunuz?

Mekân tasvirlerinin mümkün olduğunca ayrıntılı biçimde vermemin nedeni, kimlikleri belirsizleşmiş karakterleri geri plana çekmekti. Böylece karakterlerin mekânı oluşturmasını değil, son derece gerçek ve kuşatıcı mekânların karakterleri yönlendirmesini amaçlamıştım. İşaret edilemeyen, belirsiz karakterlerle mekânların kontrast oluşturmasını istedim. Mekânların dışsal olmaları yanında, her karakterin bulunduğu mekânı kendi zihninde tasarladığını düşündüm. Bu durumda ait olmama duygusu da, kişinin zihninde yarattığı ile bulunduğu mekânın birbirleriyle örtüşmemesiyle oluşuyordu. Böylece hem karakterin zihnindeki tasarım ile mekânı biçimlendirmesi hem de fiziksel mekânın bu tasarımı belirlemesi söz konusu olabildi.

Böyle bir kurguda, karakterlerinizin iç mekânlarına da bir gönderme var sanırım. Çünkü öykülerinizde, iç dünyalarına dönük karakterlerle karşılaşıyoruz...

Tabii, bir yerde öyle. Çünkü karakterlerin içinde bulundukları mekâna ilişkin aidiyetleri belirgin olmaktan çıktıkça, zihinlerindeki tasarımlarda yaşamaya başlıyorlarlar ya da öyküler bu biçimde gelişti.

Çok fazla tezadın iç içe geçtiği bir kurgu oluşturmuşsunuz. Karakterleriniz sürekli karşıt ruh halleriyle karşımıza çıkıyor...

Karakterler iç içe geçen düş ve uyanıklık durumlarında ya da maruz kaldıkları karşıt durumlarda kendilerini buluyorlar. Benim tasarlamış olduğum şey aslında; değişmeyen, zaman-mekândan ya da etkileşimde bulunduğu kişilerden bağımsız bir kimliğin olamayacağıydı. Karakterler hiçbir zaman ayaklarının altında sağlam bir zemin hissedemiyorlar. Her an, her şeyin olabileceği bir dünyada yaşıyorlar. Bu nedenle, “şu karakter bu özellikleri taşır” denilmesine neden olacak unsurları olabildiğince azaltmaya, onların eylemlerini ön plana çıkarmaya çalıştım. Böylece, "eylemlerde bulunan ama her an bu durumla tezat oluşturabilecek bir şey de yapabilen, bulunduğu durumun tam tersi bir şekilde tavır alabilen, hatta söylemesi beklenilmeyen sözleri sarf eden sabit bir karakter yerine, oluş içinde var olan karakterler" yaratmaya çalıştım.

Karakterleri belirginleştirecek fiziksel özelliklerinin olmamasını, karşı duruş olarak algılamak mümkün mü?

Karakterler birbirlerine karşı şeyler yapsalar da sonuçta bir zemin arayışı içindeler. “Ben neredeyim” sorusuna, cevap arayışındalar. Ama bu cevap bir türlü gelmiyor...

Peki, bu sorunun bir cevabı var mı?

Açıkçası, bana yokmuş gibi geliyor. Ama bu soru sorulduğu zaman, cevabının da olumlu olacağı varsayılıyor. “Ben neredeyim” sorusunu soran kişi, bir yandan birisinin ona “şuradasın” demesini bekliyor. Kabul görmek istiyor. Bu sorunun cevabı, aynı zaman “ben kimim” sorusuna vereceği cevabı da kolaylaştıracak.

Hayatla derdi olan karakterler kurgulamışsınız. Ama kimi zaman kendi istekleriyle kimi zaman da fiili olarak hayatın dışına çık(arıl)mış karakterler bunlar...

Belki de hayatın dışına atılmak diye bir şey yoktur. Dışarı atıldığını farz ettiği yer, yine o hayatın başka bir yüzüdür. Kendini, “ben neredeyim” ya da “ben kimim” sorusunu sormayacak kadar güvende hisseden biri de, mevcut durumu değişmese bile kendini hayatın dışına atılmış görebilir. Kendisini dışlanmış sayan karakter, belki de hayatın gördüğü yüzlerini tüketmiş olduğu için böyle hissediyor.

Bu tarz bir bakış sadece Dalgakıran'a değil, bundan önce çıkardığınız Kıyısız ve Taş Hücre'de de var. Bundan sonraki eserlerinizi yine aynı yöntemle mi oluşturacaksınız?

Bundan sonra nasıl bir yöntem kullanacağımı bilemiyorum tabii ama kitapların arasında böyle bir bütünlük olduğu tespitinize, onları yazanı kişi olarak ben de katılıyorum.

Üç kitabınızda ortak olan bir diğer unsur ise, dili kullanma tekniğiniz. Öykü okurlarının çok da alışık olmadığı ve sınırları belli olmayan bir dil kullanıyorsunuz...

Farklı bir dil kullanarak bu öyküleri yazabilirdim belki, ama o zaman ne onlar benim karakterlerim olurdu ne de ben bu öykülerin yazarı olabilirdim.
       En azından bu öyküler için istediğim metinler çıkmazdı. Çok iddialı olacak ama belirli bir anlamda, hayatın sınırlarının dilin sınırlarıyla çizildiğini düşünüyorum. Kendini hayatın dışında hisseden kişi, kendi sınırlarının da dışına çıkmış olacak. Karakter “ben hayatın dışındayım” diyorsa, dışında olduğunu varsaydığı hayatla aynı dili konuşamaz. Eğer hayatın sınırlarının dilin sınırlarıyla çizildiği söyleniyorsa, zihnin sınırlarının da bu çerçevede çizildiğini düşünmek gerekiyor. Dilin yapısının zorlanması, iç içe geçmiş kurgular için de uygun bir yöntem oldu. Bence asıl üzerinde durulması gereken, hangi dilin değil, kurguya uygun dilin kullanılıp kullanılmadığıdır.
Okuyabileceğiniz diğer Türker Armaner söyleşileri
▪ "Şiddetle ilişkim herkes kadar sıradışı"
Tolga Meriç, Akşam Kitap Eki, 30 Mart 2008
▪ "Her sınırın diyalektik bir işlevi olduğunu düşünüyorum."
Anıl Çoban, İpek Bozkaya, Esin Hamamcı, Abdullah Ezik, Dilek Sarıboğa, sanatkritik.com, 12 Şubat 2021
▪ "Yerinden Edilmiş Öyküler"
Burak Kara, Yeni Binyıl, 17 Mart 2000
▪ "Ben dünyanın öykü geleneği içinde gördüğüm biçimini tasarlamaya çalışıyorum"
Nalan Barbarosoğlu, Varlık, Sayı 1127, Ekim 2001
▪ "Kendinden kaçan ve kendini çoğaltan korkular üzerine..."
Duygu Durgun, Cumhuriyet Kitap Eki, 19 Temmuz 2007
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X