Türker Armaner:
"Şiddetle ilişkim herkes kadar sıradışı"
Tolga Meriç, Akşam Kitap Eki, 30 Mart 2008
Türker Armaner’in Tahta Saplı Bıçak adlı romanı 1979 yazında, hayali bir sahil kasabasında, yirmi saatte geçiyor. Fakat kırk yıllık bir geçmiş, romanın yirmi saatine bütün huzursuzluğuyla dolanınca şiddet bütün sırlarını tek tek söylemeye koyuluyor.

Tahta Saplı Bıçak’ta sadece romanınıza adını veren bu nesnenin değil; bakanı göstermeyen aynalar, denizde atık buzağı kafalarının istilasına uğrayan kırmızı bot, içinde ne olduğunun tam olarak hiçbir zaman bilinemeyeceği sinsi küp, plaj kabininin rüzgârla çarpan uğursuzluk habercisi kapısı ya da demiryolları ve sahil kasabasına ölüm saçan çimento fabrikası gibi, bir dizi nesnenin huzursuzluğunu okuyoruz. Romanınızdaki nesnelerin huzursuzluğunu, tahta saplı bıçağa yüklediğiniz anlamlarla birlikte konuşalım mı?
Ben çevremizi saran nesnelerin tümünün bilincimizde yeniden kurulduğunu düşünüyorum, belki de bir nesne hakkında –çok sıradan bir şekilde de olsa– konuştuğumuzda aslında onun bilincimizdeki temsilini aktarıyoruz, bilmiyorum. Bazı nesneler ise, bizdeki bazı “patojen”lere karşılık geliyor olabilir. Dolayısıyla bir nesneye anlam yüklemiyoruz; şeyler bizim dışımızda, bizim varoluşumuzdan bağımsız, bir şey yüklememize ihtiyaç duymadan orada duruyorlar zira.
       Öte yandan, bir romana taşındığında, sizin de belirttiğiniz “ayna”, “bot”, “küp”, plaj kabininin kapısı”, “çimento fabrikası”, “demiryolları” ve “tahta saplı bıçak” birer nesne değil, birer imge (romanıma dair yazılan iki yazıda karıştırıldığına şahit olduğum için, izninizle, “simge” değil, “imge”) olarak yeniden üretiliyor. Bu imgeler, diğerlerinin yanında, romanda kurmaya çalıştığım sahnelerin temel öğeleri biçiminde oluştu. İki yüz yıldır makine endüstrisinin yaygınlaşması ve piyasa ekonomisinin ‘doğal’ bir iktisadi örtü biçiminde sunulması ile doğanın da siyasi biçimde dönüşüme uğradığını düşünüyorum. Bu nedenle, çimento fabrikasının etkisinin kuşaklar boyu süreceği bir zehri saçması, bu durumun tasviri, bazılarının sandığı gibi son yıllara ait bir “çevre duyarlılığı”nın anlatımından ibaret değil. Bu öğelerin de, bir geçiş dönemini (belki de bitmek bilmeyen bir “geçiş” dönemini) yaşayan karakterlerin, değişik açılardan çevrelerini saran (“saran”, ama aynı zamanda kısmen de olsa kendilerinin de müdahil oldukları) şiddetle örülü dünyayı ifade etme biçimleri halinde romanda yerleri oldu. Söz konusu olan, arkaik olduğu kadar güncel, uzakta olsa da ürkütücü, yakında olduğu zaman bazen fark da edilmeyen bir şiddet.

Tahta Saplı Bıçak’ın kapsadığı zamanın huzursuzluğuna da değinelim mi? Romanın hem kendi yirmi saatlik zamanı hem de hatırlayışlarla kapsadığı zaman dilimleri de huzursuz.
Romanda anlatı zamanı yirmi saat olsa da, roman kırk yıllık bir zaman diliminin çeşitli kesitlerinde geçiyor. Buradaki yirmi saati “nesnel zaman”, kırk yılı ise, karakterlerin bellekleri aracılığıyla aktarıldığı için, “öznel zaman” diye adlandırabiliriz, sanıyorum. Bu iki zaman boyutunun birbirinden bağımsız doğrultularda ilerlemesi, karakterlerin her seferinde yeniden biçimlendirdiği öznel zamanın yer yer herkesi bağlayan, herkesin tâbi olduğu nesnel zamanı da belrleyecek denli güçlenmesi, hem ortak, hem de kişisel olarak bir huzursuzluk hissine yol açmış olabilir.

Romandaki nesnelerden ve zamanlardan bağımsız olarak, doğrudan size sormak istiyorum: Tahta Saplı Bıçak’ın karakterleri romanınıza doğuşlarını sizin hangi huzursuzluklarınıza borçlular?
Bunu kesinliğiyle anlatabilmem mümkün değil tabii. Yine de şunu söyleyebilirim: Yaklaşık beş yıl kadar önce, aklımda belli belirsiz bir kurgu ve buna dair aldığım notlar vardı. Anlatı zamanının 1979 olmasına karar vermiştim, ama bu yılın hazırlayıcı koşullarının da romanda yer alması gerektiğini düşünüyordum. Kurguyu biçimlendirirken, olabildiğince geniş bir arşiv araştırması yaptım. Görebildiğim, 1939’un 1979’da belirgin izleriyle sürdüğü, bu kırk yılın izlerinin de 2000’li yıllarda hâlâ kaybolmamış, aksine, bazı yönlerinin daha da güçlenmiş biçimde var olduğuydu.

Romanın ana karakterlerinden Münevver Hanım, zamanın mekân halini alışından söz ediyor. Yazma aşamasında sizin mekânınız da romanın içerdiği zaman olduysa, o mekânda neler çektiğinizi, neler yaşadığınızı öğrenebilir miyiz?
Bir edebiyat metni üzerinde çalışırken, söyleşimiz çerçevesinde bu romanı yazarken, elbette bitmiş, basılmış halini elimde görmeyi istiyordum. Ama yazım sürecinin kendisi de, tüm sıkıntılarına, zaman zaman kalemi oynatamayacak duruma gelmeme rağmen, bana çok haz veriyor. Tümüyle kişisel olan yazarlık zamanı, tümüyle kişisel bir mekân kurmamı da sağlıyor ve bu mekân içinde, tüm şiddetine rağmen, 1939-1979 arasındaki dönemin romandaki temsilini kurmak, özgür olduğu kadar yorucu bir süreç oldu.

60’larındaki Münevver Hanım romanda 1939’a, Almanya’ya gidiyor; bir Nazi’yle sevgili oluşuna. Yine Münevver Hanım’ın kendi serüveninden bağımsız olarak sormak istiyorum; bir Nazi’yle sevgili olmak kendi zihninizde neye / nelere karşılık geliyor?
“Sevgililik” durumunu bir an için askıya alırsak, “nazizm” ile yakınlaşmak; akıl dışı bir kıyımın rasyonel biçimde planlanmasıyla, bu kıyımın düşünce yapısıyla, sembollerinden ritüellerine varıncaya dek örgütlenme biçimleriyle, temelde belirli bir kavim olmak üzere, giderek dar bir alanın haricindeki tüm farklılıkların yok edilmesi süreciyle de yakınlaşmak... Münevver ile Leonard’ın yakınlaşmasıysa, bu kıyımın hiç de sanıldığı kadar uzak bir yerde ve zamanda olmamasına –bir ölçüde– karşılık geliyor. Genç Münevver, ileriki yıllarında, bu ideolojik yapıya yakınlığıyla olduğu kadar, ahlaki bir tavrıyla da hesaplaşıyor, “sevgililik”i burada askıdan indirebiliriz.

Roman boyunca beklenen Erkan’ın kasap kancalarına asılarak derisinin yüzülmesi, etinin kasapta dövülüp biftek olarak roman kişilerine yedirilmesi, şiddetle ilişkinizin sıradan olmadığını düşündürdü bana. Doğru mu?
“Şiddet”e dair herkes kadar sıradışı bir ilişkim var. “Herkes kadar sıradışı”, çünkü şiddetten, tedhişten tümüyle muaf bir hayat yaşamamızın hiçbirimiz için imkânı yok – en azından burada, bugünlerde bunu iddia etmemiz mümkün olmasa gerek. Edebiyat açısından önemli gördüğüm, şiddetin temsilinin de şiddete karşı bir direnç oluşturması. Üstü örtülü bir şiddet, sürekli olarak, bulabildiği her yerde yeniden –önceki sorularınızdan birine cevap verirken anlatmaya çalıştığım gibi– daha güçlenmiş olarak karşımıza çıkar. Yine bence önemli olan, şiddetin doğal, sıradan bir durum olmadığının olabildiğince açık biçimde ortaya serilmesi.

Demiryollarındaki bir yolsuzluk Münevver Hanım’ın kardeşi Nigâr Hanım’ın imzası hileyle alınarak kurban seçilen bir memura yıkılıyor ve o memur demiryollarına karşı işlenen suçlar gereği idam ediliyor. Bu olayı şiddetin romandaki en şeytani yüzü olarak okudum. O kadar şeytani ki, Nigâr Hanım’ın aklını yitirmesine yol açıyor. Şiddete dolaylı yoldan, hileyle, mesela siyaset tarafından dahil edilmek, şiddete doğrudan taraf olmaktan daha mı korkunç sizce?
En az o kadar ürkütücü... En totaliter yönetimlerin de bir hukuki düzeni vardır, bu düzenin uygulanması sırasında en sık başvurulan söz de, “yasaların emrettiğini yapıyor olmak”tır. Bu totaliter hukuk düzeni içinde yasal bir eylemde bulunan kişi, başka bir düzende –bu daha totaliter bir başka sistem de olabilir– “suçlu” durumuna düşebilir. Bernhard Schlink’in Okuyucu adlı romanı, Marc Rothemund’un yönettiği Sophie Scholl filmi, bu durumu en iyi biçimde anlatan örneklerden ikisi. Pozitif hukuk hiçbir zaman tarafsız olmaz, bu nedenle “hukukun üstünlüğü” sözünü de “belirli bir tarafın, tarafların üstünlüğü” biçiminde yorumlayabiliriz. “Dolaylı olarak” dahil olmak, şiddetin yaygınlaşmasının en temel göstergelerinden biri. Artık bu durumda kimin doğrudan taraf, kimin yasa koyucu, kimin emir kulu olduğu belirsizleşir, bu ayrımlar silinir.

Münevver Hanım için kurduğunuz bir cümle: “Hafızasını yoklarken bilmediği bir kentte dolaşır gibi yolunu kaybetmişti.” Bu romanı yazarken bilmediğiniz kentler keşfedip yolunuzu şaşırdığınız oldu mu?
Her edebiyat metnine belirli bir temsili mekân kurmak için başlar, sonra kurduğunuz mekana göz attığınızda başlangıçtaki tasarımdan hayli farklı bir şey görürsünüz. Bu romanın içinde bilmediğim kentlerle olduğu gibi, bilmediğim karakterlerle, yapılarla, hatta bilmediğim günlerle karşılaştım. Yazma sürecinden haz almamın temel nedenlerinden biri de bu sanırım; edebiyatın şaşırtıcı özelliğinin her satırda, sayfada, bölümde karşıma çıkması.

Tahta Saplı Bıçak’a bir an için bir nesne–kitap olarak bakarsak, yıllar sonra bu “nesne”den geriye neler kalacağını hissediyor ya da umuyorsunuz?
Bilmiyorum, bende kalan bana ait belirli bir dönemim olacak.
Okuyabileceğiniz diğer Türker Armaner söyleşileri
▪ "Her sınırın diyalektik bir işlevi olduğunu düşünüyorum."
Anıl Çoban, İpek Bozkaya, Esin Hamamcı, Abdullah Ezik, Dilek Sarıboğa, sanatkritik.com, 12 Şubat 2021
▪ "Yerinden Edilmiş Öyküler"
Burak Kara, Yeni Binyıl, 17 Mart 2000
▪ "Ben dünyanın öykü geleneği içinde gördüğüm biçimini tasarlamaya çalışıyorum"
Nalan Barbarosoğlu, Varlık, Sayı 1127, Ekim 2001
▪ "Hayat, dilin sınırlarıyla ölçülür"
Sema Uludağ, Radikal, 14 Mart 2003
▪ "Kendinden kaçan ve kendini çoğaltan korkular üzerine..."
Duygu Durgun, Cumhuriyet Kitap Eki, 19 Temmuz 2007
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X