Georgi Gospodinov:
"Romanlarımda şiir kaçakçılığı yapıyorum..."
Eylül Görmüş, K24, 4 Aralık 2025
Bir zamanların ünlü Ertuğrul Özkök yazılarının girişlerine benzeyecek ama (“telefon çaldı, arayan başbakandı”) af buyurun, bu hikâyeyi başından anlatmam lazım. Birkaç hafta evvel Nermin Mollaoğlu’ndan bir mesaj aldım: “Gospodinov’la görüşmek ister misin?” Cümle problemli, mantık hatası var, zira bu bir soru cümlesi olmamalı. İstemez miyim? Kim istemez ki? “Nermin Hanım, neler diyorsunuz, hem de nasıl isterim!” dememle beraber olaylar gelişmeye başladı.

Malumunuz, Georgi Gospodinov bu sene ikincisi düzenlenen Bursa Uluslararası Edebiyat Festivali (BUEF) kapsamında ülkemize geldi. Hem Bursa’da hem de sonrasında geldiği İstanbul’da büyük bir ilgiyle karşılandı. Bu ziyaret son kitabı Bahçıvan ve Ölüm’ün yarattığı fırtınanın tam ortasına denk gelince, kitabını alıp göz yaşını kurulayan herkes onunla tanışmaya koştu.

Ben de kendisiyle bir saat geçirme ve uzun uzun sohbet etme şansına eriştim. Dilimizde yayımlanan ve okuduğum beş kitabından kendisine dair bir fikir edinmiştim elbette ama sürprizlere karşı hazırlıklı olmam gerektiğini de biliyordum. Çok zeki bir insanla karşılaşacağımdan emindim, burası kesin. Peki acaba çok zeki insanların çoğu gibi içe dönük ve belki biraz suratsız biri mi çıkacaktı? Acaba dil bariyerine rağmen kelimeler bizi birleştirebilecek miydi, sohbet akacak mıydı? En hüzünlü metinlerinde bile sezilebilen mizahı sadece romanlarına yetecek kadar mıydı, yoksa konuşurken de muzip biri mi olacaktı karşımdaki? Kafamdaki bir sürü soru eşliğinde, yağmurlu bir İstanbul sabahında Gospodinov’la buluştum. İki metreye yakın boyuyla tezat oluşturan çocuksu gülümseyişini ve bu adamı kapıdan girdiği anda sevdim. Şanslıydım, Gospodinov’un tüm romanlarını Metis Yayınevi için kusursuz bir Türkçeyle dilimize çeviren, yazarı da çok iyi tanıyan çevirmeni Hasine Şen Karadeniz de bizimleydi. Kendisinin muazzam ardıl çevirisi sayesinde, sohbet tüm endişelerimi gideren bir tatlılıkla aktı. Dilerim siz de severek okursunuz.

Gospodinov’la konuşmaya şairlik meselesiyle başlamak var aklımda. Zira biz onu her ne kadar romancı olarak tanıyor olsak da, aslında yazmaya şiirle başlamış; romanlarında da bu şiirsel dilin ve ritmin izleri çok belirgin. Romanlarının parçalı, doğrusal olmayan yapısında şiirin nasıl bir etki bıraktığını soruyorum, çünkü hâlâ bir şair gibi düşünüyor ve yazıyor sanki, değil mi?

“Doğru,” diyor ve ekliyor, “romanlarımda şiir kaçakçılığı yapıyorum bence.” Bu sohbetin neşeli geçeceği ilk yanıttan belli oldu. “Bu yasal mı peki?” diye soruyorum, “Değil tabii ama şiir yayınlatmaya çalışmaktan daha kolay oluyor böylesi!” diye cevap veriyor, gülüşüyoruz. “Şaka bir yana,” diyor, “şiir benim için büyük bir okul. Yazdığım romanlardaki her cümlenin tek başına da çok iyi olmasını, kulağa çok iyi gelmesini önemsiyorum.”

Sonra gayet kendinden emin bir şekilde şiirin insana iki büyük ders verdiğini söylüyor. İlki çok az kelimeyle, okuru sıkmadan bir şey anlatmayı öğretmesi ve… “Şimdi ikinci dersi unuttum açıkçası” deyiveriyor. Ben iki büyük dersin birinden mahrum kaldık diye düşünürken, “Hatırladım!” diye bağırıyor: “Şiir insana beklenmedik bağlantılar kurmayı öğretir bence; gündelik olandan yüce olana kısa yoldan ulaşmamızı sağlar” diye ekliyor.

Bu “yücelik” meselesinin Gospodinov’un edebiyatında sık tekrarlayan bir tema olduğunu hatırlayıp gülümsüyorum. Hüznün Fiziği’nde aktardığı, Bahçıvan ve Ölüm’de de tekrarladığı, babasının manda boku görüp heyecanlanması öyküsü beliriyor zihnimde. Bahçıvan ve Ölüm’de bu hikâyeyi hatırlatıp şöyle yazmıştı:

"Eğer bir gün bir düşünce ekolüne ait olursam, bunun yüceliğin bir manda bokunda görülebileceğini öğreten, babamın o görünmez ekolü olmasını isterim. Yücelik her yerdedir."

Kimimiz manda bokuyla, kimimiz şiirle yüce olanı arıyoruz sürekli diye düşünmeden edemiyorum.

Daha büyük meselelere geçmeden evvel sormak istediğim bir soru var ama bir yandan da aptalca mı olur endişesiyle çekiniyorum. Cesaretimi toplayıp o soruyu yöneltiyorum kendisine; sorum yedi sayısına dair. Bir söyleşisinde tüm romanlarını yedi taslak halinde yazdığını söylediğini; Bahçıvan ve Ölüm’de de kendi aile öyküsünü “bodrum katından yedinci kata uzanan bir hikâye” olarak tanımladığını hatırlatıp soruyorum, “Yedi sayısıyla bir derdiniz var sanki?”

Gülüyor, üstüne de dikkatimden ötürü beni tebrik ediyor. Aptalca olabilir endişesiyle sorduğum soru şahane de bir haber almamı sağlıyor, hayata bakın.

"Çok dikkatlisiniz ve çok iyi fark etmişsiniz. Evet, yedi benim uğurlu sayım; ben 7 Ocak doğumluyum ve bu sayıya çok inanıyorum. Hatta burada ilk kez size söyleyeceğim, yedi senedir devam eden bir projem var; gittiğim tüm şehirlerde karşıma çıkan 7 numaralı kapıların fotoğraflarını çekiyorum. Nedenini anlatmayayım ama bir gün bu fotoğraflardan büyük bir sergi açacağım, şimdilik bu kadar söyleyeyim."

Bu şahane haberi mutlulukla karşılıyorum; dilerim bu sergi de içindeki fotoğraflar gibi dünyayı gezer ve bir noktada İstanbul’a da gelir. Gelecekten haber almak güzel olsa da, karşımda Gospodinov otururken elbette geçmişi ve geçmişe dair takıntısını konuşmak arzusundayım. Hayatta en sevdiğim nostalji tanımlarından biri Milan Kundera’ya aittir. Kundera, Bilmemek romanında nostaljiye dair uzun bir etimolojik akıl yürütme yapar ve sözlerini şöyle bitirir: “Bu etimolojik aydınlatmanın ışığında, nostalji, bilmemenin acısı olarak ortaya çıkıyor. Uzaktasın ve ben sana ne olduğunu bilmiyorum. Ülkem uzakta ve ben orada neler olduğunu bilmiyorum.”

Bu tanıma katılır mı acaba, yahut kendisinden bir nostalji tanımı istesem ne der; soruyorum.

"Kronostalji terimini kullanmamız gerekiyor artık. Şu anki nostalji hissimiz yitirdiğimiz bir mekânla değil, zamanla ilgili."

“Çok sevdiğim iki şey aynı sorunun içinde; Kundera ve nostalji” diye yanıtlıyor. “Evet, nostaljiyi çok seviyorum ve nostalji ihtiyacımızı çok insani buluyorum. Bir yazar olarak da, açıkçası geçmişi gelecekten daha ilginç görüyorum. Ama tabii benim de kendime ait bir nostalji teorim var” diyor ve ardından çok ilginç bir kavram kullanıyor: “Kronostalji.”

"Nostalji, 17. yüzyılda bir İsviçreli doktor tarafından, bir hastalığın ismi olarak tanımlanmıştı. İlk başta askerlerde görünen bir hastalıktı bu. Ülkelerinden uzaktayken, çan seslerini duyduklarında renkleri soluyor, kalp atışları hızlanıyordu; işte buna nostalji hastalığı dendi. Ama etimolojik açıdan bizim bence kronostalji terimini kullanmamız gerekiyor artık. Şu anki nostalji hissimiz yitirdiğimiz bir mekânla değil, yitirdiğimiz zamanla ilgili. Biz geçmişte kalmış bir eve değil, bir zamana dönmek istiyoruz. Zaman yerden daha önemli şu anda. Bu yüzden geçmişe dair bir tür acı çekiyoruz."

İlk anda anlayamadığım “kronostalji” kavramı şimdi kafamda yerini buluyor. Antik Yunancada “zaman” anlamına gelen “kronos” ile nostaljiyi birleştirerek icat ettiği bir kelime bu. Ve bu “kronostalji”nin nasıl riskler barındırdığını anlatarak devam ediyor:

"Zaman Sığınağı’nı bu yüzden yazdım. Nostalji eğer siyasetçilerin eline geçerse çok tehlikeli hale gelebilir. Özellikle de milliyetçilik üzerine kurulu bir nostalji çok büyük riskler barındırır."

Ben tam da nostaljinin bu türüne dair konuşmak istiyordum kendisiyle. Gospodinov’un eserlerine baktığımda sanki nostaljinin ya da geçmiş takıntısının farklı türlerini görüyorum. Doğal Roman’da kişisel, Hüznün Fiziği’nde kuşaklararası, Zaman Sığınağı’ndaysa kolektif ve politik bir nostalji görüyoruz. Bu son nostalji biçimini “silahlandırılmış bir nostalji” olarak tanımlıyordu kendisi de. Önümüzde beliren en somut tehlikelerden biri olduğu için bu kavramı biraz açmasını istiyorum.

Yaşamı bir ev gibi düşünebileceğimizi söylüyor. “Evin odalarından biri geçmiş odasıysa, o odaya gün içinde birkaç kez girmek son derece normal ve insanidir ama oradan çıkmayı bilmek gerekir; ayrıca içeri girerken kapıyı biraz aralık bırakmayı da öğrenmek şarttır. Çünkü içeride kilitli kalmanın son derece tehlikeli sonuçları olabilir. Düşünün ki, bir grup, milyonlarca insanın geçmişini, nostaljisini kopyalamaya başlıyor. Ben bu tür insanlara nostalji tüccarları diyorum. Ve bu tüccarlar bütün bir toplumu geçmişin mahzenine kapatmaya çalışıyor. Üstelik tek bir vaatleri var: 20 yaşında hissettiğiniz gibi genç ve enerjik olacaksınız. Asıl tuzak işte burada. Kişisel geçmişimizin geri dönmeyeceğini, tekrar 20 yaşında olmayacağımızı biliyoruz ama siyasal geçmişin geri dönülebilir bir zaman olduğuna hemen inanıveriyoruz? Bireysel ve kolektif nostalji arasındaki, dikkat kesilmemiz gereken fark işte burada yatıyor. Sıcak, samimi bir nostaljiyle propaganda için araçsallaştırılmış nostaljiyi ayırt etmeyi öğrenmemiz şart. Ben sadece yakın geçmişe özlem duyuyorum; örneğin 8. yüzyılı özlemiyorum tabii ki. Normal olan, ‘sıcak geçmiş’ olarak isimlendirdiğim bir dönemi özlemektir. Yani anne-babamın geçmişi, belki dedemin geçmişiyle kızımın geleceği arasındaki yaklaşık 100 yıllık zaman dilimi. Bunun ötesinde bir zamana duyulan nostalji büyük riskler barındırır.”

Romanlarında komünizm döneminde politikacıların parlak bir gelecek, şu anki sağ popülistlerin ise parlak bir geçmiş sattığını anlatıyor Gospodinov. İyi de bu çekler şu âna dek hep karşılıksız çıktı. Biz insanlar neden acaba bu çeklere yatırım yapıp duruyoruz peki? “Tüh, yanıtımı elimden aldınız, bunlar sahiden karşılıksız çekler! Çok zor bir soru oldu bu şimdi” diyor. Biraz düşünüp ekliyor:

"Bence temel mesele belleğimizin çok zayıf olması; neredeyse kolektif bir alzheimer yaşıyoruz. Toplumlar geçmişlerini unutunca, onlara çok kolay bir şekilde farklı bir geçmiş satabiliyorsunuz. Veya aynı geçmişi biraz süsleyerek, üzerine biraz fıstık serperek sunabiliyorsunuz."

“Geçmişin üstüne fıstık serpme” fikri ikimizi de gülümsetiyor. “İstediğiniz kadar fıstık serpin, artık son kullanma tarihi geçmiş bir geçmiş elimizdeki ve böyle bir geçmişin paketini açarsanız kolayca zehirlenebilirsiniz. Kısaca özetlemek gerekirse, size aydınlık bir geçmiş vaat eden hiç kimseye inanmayın demek isterim.”

Aydınlık bir geçmiş vaadine kolayca kanan, kolektif bir hafıza kaybından mustarip insanlar olarak ne yapacağız peki? Acil bir çareye ihtiyaç duyduğumuza kuşku yok; o çare edebiyatta saklı olabilir mi? Gospodinov’un neredeyse tüm kitaplarında karşımıza çıkan zaman yolcusu karakteri Gaustin’in, Zaman Sığınağı’nın epigraflarından öğrendiğimiz kadarıyla Acil Durum Romanı diye bir kitabı olduğunu hatırlıyorum. Çare edebiyatta olabilir mi acaba? Böyle bir dünyada romanı acil kılan nedir?

Edebiyatın bir zamanı yavaşlatma aracı olduğunu, aciliyeti ortadan kaldırabileceğini söylüyor. “Edebiyat yavaş okunur ve anlamın yavaşça birikmesini sağlar. Bu tür bir anlamanın ömrü daha uzun, etkisi daha fazla olur. Ekrandan kaydırarak okuduğumuz metinlerden bize kalan anlamla kıyasladığımızda, edebiyattaki anlamın başka bir kalıcılığı olduğunu görebiliriz.”

"Romanlarımı kategorize etmekte güçlük yaşandığının farkındayım. Bence onları ‘crazy-novel’ (deli-roman) olarak tanımlayabiliriz. Ben A noktasında başlayıp B noktasında biten bir roman yapısına inanmıyorum; ki zaten biz de hayatı belli bir tür ya da janra göre yaşamıyoruz. Ben gerektiğinde akışı durdurup okurla konuşma fırsatı yaratabileceğimiz türden romanlara inanıyorum. Ve bu tür romanları ‘aciliyet durumunda ortaya çıkan romanlar’ olarak tanımlıyorum. Açıkçası şu anda edebiyatı, olup biteni anlayabileceğimiz tek araç olarak görüyorum. Bu tür romanlar dünyayı anlamak için bir tür laboratuvar ortamı sağlıyor. Şu anda zaman o kadar hızlı akıyor ki, tarihçiler geriden geliyor. Ayrıca dışımızda olup bitenler bir yandan bizim içimizde de vuku buluyor; biz bu çağı yaşıyoruz ve tüm bu hengâmenin içinde bir anlam krizine giriyoruz. Bence yaşadığımız varoluşsal krizin sebebi bir tür gelecek yoksunluğu yaşamamız. Ve şu anda bizi bu krizden çıkaracak daha acil çözümleri arıyoruz: İki insan arasında geçecek bir sohbet, bir hikâye, bir kitap olabilir bu pekâlâ."

Tarihçiler geride kalıyor sahiden ve kimi zaman yazarlar birer gelecek tarihçisi görevini üstlenebiliyorlar, ki kendisi de aslında Zaman Sığınağı’nda tam bunu yapmıştı – dünyanın başına birkaç yıl sonra gelecek şeyleri romanın sonunda öngörüyordu.

"Avrupa her şeyin ötesinde bir mit, bir hikâye, bir efsane...
Avrupalı, gerçekten Avrupa’nın rüyasını kuran kişidir"

Bunu söylediğimde hararetle başını sallayıp, “Maalesef” diyor. “Evet, ben yazdıklarımın gerçekleşeceğini ama bunun çok daha uzak bir gelecekte vuku bulacağını öngörüyordum. Dünya benim öngörülerimin önüne geçti ve distopik olarak kurguladığım bir romanı maalesef son derece gerçekçi hale getirdi. Aslında dünyaya dikkatle bakan kişiler, ki bence yazarlar da bu gruptadır, gelmekte olanın işaretlerini daha 2016’da hissedebilirdi; bütün işaretler havadaydı. Geçmiş pandemisi çoktan başlamıştı, nostalji silahlanıyor, milliyetçilik yükseliyordu. Ama maalesef yazarlara kimse inanmıyor! Bu yüzden de edebiyatın sadece edebiyat olmadığını düşünüyorum. Kurmaca, dünya üzerine bir düşünme yöntemidir aslında. Ben de dünyadaki pek çok şeyi anlamadığım için, olup biteni anlama niyetiyle yazmaya oturuyorum. Ve bence yazdığımız kitaplar onları yazanlardan çok daha akıllı oluyor!”

Bu noktada aklıma yine Kundera geliyor. Kendisi de ta 1990’larda bugünlere dair bazı kehanetlerde bulunmuş biriydi. Özellikle pandemi deneyimini yaşarken sık sık aklıma düşen şu cümlelerini Gospodinov’la paylaşıyorum: “Avrupa’yı bir arada tutan ortak kültürün yerini çoktan terk ettiğini bildiğime inanıyorum. Böylece Avrupa kimliği imgesi geçmişte kalıyor. O halde Avrupalı nedir? Avrupalı yoktur, yahut Avrupalı, Avrupa özlemi çekendir.” Acaba Avrupa’nın çeperindeki bir ülkede yetişmiş ve Avrupa’ya dair çok akıl yürüten biri olarak, o nasıl görüyor Avrupa’yı?

Gülümsüyor ve “Tamamen katılıyorum, özellikle son cümlenin altına imzamı atabilirim” diyor. “Evet, Avrupa konusunda birçok şey yazdım. Bir-iki şey daha söyleyebilirim, tabii ikincisini yine unutmazsam! Avrupalı, gerçekten Avrupa’nın rüyasını kuran kişidir. Örneğin benim ninem ve dedem Batı Avrupa’ya hiçbir zaman gitmediler; komünizm döneminde bu imkânsızdı. Onların elinde tek bir seçenek vardı: Hayal etmek. Ve onların Avrupası son derece güzel ve ulaşılmazdı. Paris’e ilk defa gittiğimde babamı aradım; hiç gitmediği Paris’i çok seviyordu. Şanzelize’deydim ve ona ‘Buranın hiçbir özelliği yok, kocaman bir bulvar işte’ dedim. Babam bana çok öfkelendi. Onun Paris’i öyle değildi, onu ne hakla elinden alırdım! O zaman anladım ki, bazen yaşamadığımız şeyler, mesela annemle babamın aslında hiç yaşamadıkları Avrupa, gerçek Avrupa’dan daha uzun süre yaşayabiliyor. İşte asıl sorun burada başlıyor: Biz Avrupa’yı kurguluyoruz. Çünkü Avrupa her şeyin ötesinde bir mit, bir hikâye, bir efsane. Bu tıpkı âşık olduğunuz insanla beraber yaşamaya başladığımızda yaşanan değişim gibi. Aynı eve girmeden önce tahayyül ederiz ve o tahayyül güzeldir. Ne vakit ki tahayyülden gerçekliğe geçer, kurgulamayı, hayal kurmayı bırakırız, işte o zaman her şey değişir. Avrupa’ya dönecek olursam; Avrupa’nın belki pek doğal kaynağı yok ama doğal mit kaynakları var ve bunlar sonsuz görünüyor. O nedenle Avrupa’dan bahsederken aslında hep bir fikirden bahsediyoruz.”

"Evet, listelere bayılıyorum, onları hikâye anlatmanın atası olarak görüyorum. Yazı da bir şeylerin listesini tutabilmek için icat edilmişti."

Hüznün Fiziği’nin ilk epigrafı düşüyor aklıma. Bir Fernando Pessoa cümlesi: “Mitler, her şey olan hiçbir şeydir.” Hayatımda gördüğüm en epigraf zengini metinler onunkiler. Kimi zaman 3-4 sayfa boyunca uzanan bir epigraf listesiyle açılıyor romanları. Ki kendisinin de bir liste sevdalısı olduğunu romanlarından anlayabiliyoruz. Bu listelemenin, dünyayı kataloglama arzusunun ardında ne yatıyor acaba?

Kahkaha atıyor, “Evet, listelere bayılıyorum, onları hikâye anlatmanın atası olarak görüyorum” diyor. “Zaten yazı da bir şeylerin listesini tutabilmek için icat edilmişti. Listeleri de az önce konuştuğumuz aciliyet çerçevesinde düşünebiliriz aslında; liste yaparken genelde aceleniz vardır. Bir yerden ayrılmak üzeresinizdir, şunu şunu almam gerekiyor diye yazarsınız. Ben bununla oynamayı seviyorum. Örneğin, Hüznün Fiziği’nde ‘koleksiyonculuğa yaramayan şeyler’in listesi var. Mesela elma koleksiyonu yapamazsınız, çünkü bozulurlar. Sevgiliden de koleksiyon olmaz, onlar da elmalar gibidir. Dikkat ederseniz, doğal olan, organik olan hiçbir şeyin koleksiyonunu yapamazsınız – ben de tam böyle şeyler hakkında yazmayı seviyorum.”

Doğal olan deyince aklıma gayrı ihtiyari ölüm geliyor. Bu kadar doğal olmasına rağmen baş edemediğimiz, kocaman bir şey ölüm ve tabii ona eşlik eden bekleme hali. Son kitabı Bahçıvan ve Ölüm’de de babasının, “Korkacak bir şey yok, bekleyeceğim” cümlesi etrafında şekillenen bu bekleme temasını görüyoruz. Ancak ben Gospodinov’un edebiyatının tümünde bir bekleme teması görüyorum aslında. Sovyet deneyiminin uzun bir bekleyiş hali olduğunu anlıyor insan onu okurken. Gelecek güzel günleri ve büyük ideali beklemek ya da daha pratik şeyleri, ev sahibi olma hakkını beklemek mesela. Acaba beklemeye dair bize ne söyleyebilir?

O zarif gülümsemesiyle gözümün içine bakarak Bulgarca bir şey söylüyor. Ne tuhaf diye düşünüyorum, insan hiç konuşmadığı bir dilde bile kendisine güzel bir şey söylenince onu hissedebiliyor. Nitekim çevirmenimiz Hasine Şen Karadeniz içgüdümü doğruluyor: “Çok iyi tasvir ettiniz, bunu konuşmak isterim sahiden” demiş. Devam ediyor:

"Bence beklemenin o güzel sanatını kaybetmiş durumdayız. Örneğin bir mektubu bekleme sanatını. Mesele mektup olduğunda mektubu beklemenin kendisi, ona eşlik eden heyecan asıl olaydır. E-postalarla beraber bu heyecanı yitirdik biz. O yüzden ben e-postalarımı hiçbir zaman hemen açmıyorum. Bana yazarsanız aklınızda olsun, mutlaka bekletirim!"

Gülüşüyoruz, devam ediyor:

"Bahçıvan ve Ölüm’e gelince; evet, orada çok zor bir bekleyiş var. Beklerken ne yaptığınız çok önemlidir. Korkuya teslim mi oluyorsun, yoksa babamın dediği gibi korkacak bir şey yok mu diyorsun? Kötüyü beklerken cesur olmak son derece zordur. Ben böyle bekleyişlere hayranlık duyuyorum. Korku duymadan beklemek – işte bunu öğrenmemiz lazım."

Bahçıvan ve Ölüm üzerine konuşmak benim için güç. Pek çok insan gibi ben de mesele yas olunca iyi bir sınav veremeyenlerdenim. Ancak bu röportaja hazırlanırken, 10 yılı aşkın bir zaman önce, Hüznün Fiziği’nde yazdığı bir cümleyi hatırlatmadan edemiyorum. Orada, gittiği her şehirde mutlaka mezarlıkları ziyaret ettiğini anlatıyor ve oralarda yetişen çiçekleri, bitkileri anlatıp ekliyordu: “Ölüm iyi bir bahçıvandır.” Bu cümle şimdi ne söylüyor acaba ona? Ve bir yandan, bahçıvanlık da, yazmak da birer bekleme hali aslında; bu ikisinin benzerliği üzerine bize neler söyleyebilir?

“Haklısınız, ama ben beklemek yerine farklı bir kelime önermek istiyorum yazmak için: ertelemek!” diye yanıtlıyor.

"Bence yazmak da, bahçıvanlık da özünde ertelemektir; ölümü ertelemek, sonu ertelemek. Bu açıdan aslında hepimiz Şehrazad gibiyiz. Nasıl ki o her gece bir hikâye anlatarak bir gün daha kazanıyor ve ölümünü erteliyordu, biz de aynısını yapıyoruz. İnsan hikâye anlattığı sürece ölümsüzlüğün alanında kalır. Ben diye anlattığın öyküde ölmezsin. Ve eklemek isterim, babam tanıdığım en iyi hikâye anlatıcısıydı, ama onun hikâyesi bahçesiydi. Ve onun bahçesi benim romanıma dönüştü."

Bahçeler, bitkiler, kiraz ağaçları, salyangozlar, sinekler ve hatta bir Minotaur… Romanlarında insanlık durumunu anlatmak için sık sık insan olmayan varlıklara başvuruyor, neden acaba?

“Birkaç sebebi var” diye yanıtlıyor. “Özellikle Hüznün Fiziği’ni yazarken bir çevre duyarlığı perspektifi kullanmak istedim. Bana sorarsanız biz insanlar kendimizi çok fazla önemsiyoruz; artık biraz susmamızın vakti geldi. Dünyaya yeterince zarar verdik. Başka yaşayan varlıklara söz hakkı tanıma zamanının geldiğine inanıyorum, onların hikâyelerini de dinleme zamanı geldi. Minotaur’u kullanma sebebimse biraz daha farklı. İnsanların son derece masum bir çocuğu nasıl bir canavara dönüştürebileceğini anlatmak istedim.”

“İnsan hikâye anlattığı sürece ölümsüzlüğün alanında kalır.
Ben diye anlattığın öyküde ölmezsin.”

Süremiz bitiyor, ancak sevdiğim yazarlara sormayı çok sevdiğim bir soruyu da sıkıştırmayı başarıyorum. Kendisi için bir edebi soy ağacı yapsa, yahut sevdiği yöntemle bir liste; kimler olurdu acaba orada? Borges’i, Thomas Mann’ı çok sevdiğini biliyoruz, ancak romanlarında aslında örtülü referanslar da veriyor; örneğin Zaman Sığınağı’ndaki “Köye ilk defa buz getirdiklerini ve babamın beni çingenenin yanına götürdüğünü hatırlıyorum” cümlesiyle Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ındaki Aureliano Buendia’ya verdiği gizli selamı hiç unutmuyorum. Acaba başka kimler var o listede?

“İlk olarak babam” diye yanıtlıyor. “Önce babam; dediğim gibi, tanıdığım en iyi hikâye anlatıcısı. Sonra babaannem ve Borges. Hepsi de B harfiyle başlıyor, iyi mi?” Gülüyoruz, “Türkçede de öyle üstelik” diyorum. “Tüm şiir geleneğinden beslendiğimi söyleyebilirim. T.S. Elliot, Dylan Thomas, Walt Whitman, Emily Dickinson… Tabii ki Kavafis. Bunları da sayabilirim.”

Şiirle başlayıp şiirle bitirmiş olduk böylece. Tıpkı onun gibi bir Borges-sever olduğumdan, ben de sarmallara ve döngülere çok inanıyorum; bu sohbetin burada bitmesinde saklı olan matematik beni gülümsetiyor. Teşekkür edip, Gospodinov’u dışarıda heyecanla bekleyen okurlarıyla kucaklaşmaya uğurluyorum. Biz sohbet ederken şiddetle çatıları döven yağmur sakinlemiş, yumuşamış; tıpkı bu sohbetten sonra benim sakinlediğim gibi. Kafamda onun kelimeleriyle sokağa çıkıyorum, gördüğüm her 7 numaralı binanın önünde birkaç saniye durup gülümseyerek yürüyorum. Hayat bazen ne kadar lezzetli!

NOT: Bu röportajı mümkün kılan Nermin Mollaoğlu’na, Kalem Ajans’a ve kusursuz çevirisi için Hasine Şen Karadeniz’e teşekkürlerimle.
Okuyabileceğiniz diğer Georgi Gospodinov söyleşileri
▪ "Yazmak hayata ve ölüme eşit derecede yakındır: İçinde her iki durumdan da bir şeyler vardır."
▪ "Hikâye anlatarak hayatta kalabilirsin"
Eray Ak, K24, 25 Nisan 2019
▪ "Herkesin kıyameti kendine"
Merve Erol, birartibir.org, 19 Nisan 2020
▪ "Biz geçmişten yapılmışız. Hem de her dakika yeniden üretiyoruz geçmişi."
Aylin Kaplan, K24, 3 Ağustos 2022
▪ "Kitaplarım tek bir türe sığmasın, yeni boyutlar arasın istiyorum."
Aynur Kulak, K24, 21 Eylül 2023
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2025. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X