Elif Şafak:
"Karakterlerimin kâtipliğini yapıyorum"
Işıl Sönmez, Özlem Şimşek, Cumhuriyet Dergi, 2002
Romanlarınızda anlattığınız karakterler sizde, çevrenizde, yani hayatın içinde ne kadar nefes alabiliyorlar? Mesela ben Bit Palas kitabınızdaki Sidar ile Gabba karakterlerini çok sevmiştim. Onlar hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Romanın içinde kendi başlarına vardılar. Kendi kendilerine de yok oldular.

Bit Palas'ta anlattığım insanların hepsi takıntıları, kompleksleri, korkuları, kaygıları olan insanlar. Onları ve hallerini yakından biliyorum. Çünkü ben de öyle biriyim. Eğer bir karakteri hissedemiyorsam, yazmaya zorlamıyorum kendimi. Yazının zora koşulmasından yana değilim. Yazar kendini zora koşabilir ama yazıyı zora koşmamalı bence.
       Yazma tarzımla hayatı algılama biçimim arasında bir paralellik olduğunu düşünüyorum. Mahrem romanında topluma seyirlik malzeme gibi görünen insanları anlattım. Aşırı şişman bir kadını mesela. Başta bakınca o ben değilim belki. Şehrin Aynaları'ndaki Musevi de ben değilim. Ya da Pinhan'daki derviş ben değilim; ama bu insanlarla aramda bir ruhsal payda olduğuna inanıyorum. O ruhsal payda olduğu için de onları hissederek yazıyorum.

Kitaptaki hikâyeler ne kadar sizi yansıtıyor? Bit Palas'ın ilk bölümünde kendiniz için "saçmalarım"diyorsunuz. Ya da bebekleri küçümen çimento torbalarına benzetiyorsunuz...

Bazı bölümlerde kendimden yola çıkıyorum; başkalarını anlatıyorum. Ya da başkalarını anlatırken kendime varıyorum. Çok da kolay ayırt edilemiyor aslında, nerede "ben" başlıyor, nerede karakterin kişiliği başlıyor. Hep iç içe geçen şeyler.

"Yazı benim hayatımda sürekliliği olan tek şey" demiştiniz. Ne zaman ve nasıl başladı yazıyla ilişkiniz?

Ben, son derece yalnız ve kendine dönük bir çocukluk geçirdim. Yazı aracılığıyla yakaladığım evren, yaşadığım hayattan daha güzel, daha ilginçti. Bu anlamda yazıyla olan ilişkim çok küçük yaşta başladı. Çocukluktan itibaren uzun yıllar boyunca günlük tuttum. Ama bildiğimiz günlüklere benzemiyordu bunlar. İçlerinde öyküler, şiirler ve tabii bol bol kurmaca vardı. Günlüğe o gün ne yaptığınızı yazarsınız. Size "ben" demeyi öğretir. Benim hayatım o kadar sıkıcıydı ki ve o kadar yalnızdım ki "Biz bugün şunları şunları yaptık" diye yazmaya başladım. Ama öyle bir biz yok. Ya da biz var da; anlatılan olaylar yok. Hayalle hakikat iç içe geçmeye başladı. Neresi ben, neresi kurgu kurmaca, ayırt edilemez bir hal alıyor.

Kitaplarınızda zaman-mekân ilişkisi hemen göze çarpıyor. Kurgu, yazma sürecinin hangi aşamasında devreye giriyor?

Roman söz konusu olduğu zaman önceden bir kurgu yapıldığı gelir akla. Her şeyi şekillendirmek, kafada oluşturmak ve ondan sonra kâğıda aktarmak. Bu bir yol elbette; roman böyle de yazılabilir. Ağırlıklı olarak da böyle yazılıyor zaten, ama tek yol değil. Yazmanın başka başka yolları, başka başka halleri de var. Kabaca iki ayrı roman yazma sürecinden söz edebiliriz. Birincisinde, önceden kafanızda tüm kurguyu yaparsınız. Karakterleri biçimlendirirsiniz. Haliyle, hiçbir karakter de yalpalamaz, sizi şaşırtmaz. Gelelim öteki yola: Ben buna vecd hali diyorum ya da Diyonisyak yazma biçimi. Salt ve som akılla değil de, sezgiyi de işin içine katarak yazmak... Yazarken sezgi, yönümü bulmama yardım ediyor. Ama o yöne doğru nasıl ilerleyeceğimi de akıl ve bilgi söylüyor.

Karakterlerinizin her biri ince ayrıntılarına kadar işlenmiş. Onlar da mı yazma sürecinde ortaya çıkıyor?

Evet. Yazma sürecinde karakterlerin kendi kendilerini biçimlendirmelerine izin veriyorum. O karakterlerin de birer hikâyesi var. Kendi kendilerini bulmalarının, biçimlenişlerinin hikâyesi. Dolayısıyla kendi akışına bırakınca, her bir karakterin kendi ismini, cismini, kişiliğini bulmasına izin verince, o karakterler sizi şaşırtmaya başlayabiliyor. Wittgenstein, "Yazarken bazen elimi seyrederim hayretle. Elim neler biliyormuş meğer!" diyor. Bazen ben de elimi seyrediyorum hayretle. Karakterlerimin kâtipliğini yapıyorum. Canlılar onlar. Soluklarını duyabiliyorum.

Dili iyi kullanıyorsunuz...

Bugün okurlar, eleştirmenler dilimin yetkinliğini övdüklerinde buruk bir kıvanç duyuyorum. Zira ana dilimle ben çok erken yaşlarda koptuk birbirimizden. Belki de anadilimi yitirme tehlikesi yaşadığım için, pek çok insandan daha iyi biliyorum onun kıymetini ve kaybının nelere mal olabileceğini. Çocukluğumun belli dönemleri yurt dışında geçti. Hiçbir zaman Türkçeyi unutmadım, ama anadilime yabancılaştığım bir dönem oldu. Dil benim için çok önemli. Romanda dil önemsenmez pek. Dil, daha çok şiirin alanı gibi görülür. Oysa ne anlattığımız kadar, onu nasıl anlattığımız da önemlidir romanda. Öte yandan, yazarın dili alıp istediği gibi biçimlendirdiğini sanıyoruz genellikle. Oysa dil, istediğiniz gibi biçimlendireceğiniz bir çamur, bir hamur parçası değil. Dil de karşılığında bizi, düşünce sistematiğimizi biçimlendirir. Bazen bir kelimeyi oraya koyarsınız; çünkü bir önceki kelime böyle ister. O yüzden bir yazarın kendi metnine ve hatta karakterlerine yüzde yüz hâkim olabileceğine inanmıyorum.

Hayata bakışınız da böyle mi?

Hayata bakışım da böyle. Niye kahpe diyoruz feleğe, Fortuna'ya? Hayat bizim isteklerimiz ve beklentilerimiz doğrultusunda gitmediği için. Ama bakmasını bilen göz için, dört bir yan alamet demektir bence. Önemli olan akışkanlığa açık olmak, beklenmedik olanın sizi yönlendirmesine izin vermek.

Bit Palas'ta başlangıç noktasına takılıp kalmış insanları, denizdeki midye tarlalarına benzetiyorsunuz. Sizin de öyle yarım kalmış, bitiremediğiniz, takılıp kaldığınız şeyler var mı?

Elbette var. Yarım kalan, çeyrek kalan, başka bir şeye dönüşen. Bunu şöyle açıklayabilirim. Sürekli "şimdilik" duygusuyla yaşayan biriyim ben. Evet kitabım çıktı ama şimdilik. Evet İstanbul'da hayat var; ama şimdilik. Evet kıyamet kopmadı; ama şimdilik. Her türlü kopuşa, kesintiye, değişkenliğe açığım. Kosmostan ziyade kaosun dilini biliyorum. Bu dilin içinde rahat ediyorum. Çocukluğumdan itibaren böyleydi bu. Bir kültürden bir başka kültüre, bir şehirden bir başka şehre, bir sınıftan bir diğerine ani, kati dönüşümler yaşadım. Düzenli, oturmuş, kök salmış yaşantıları bilmem. Göçebenin ve göç hallerinin dilini bilirim.

Kitaplarınızda da farklı kültürel ortamları ve bu ortamlardaki farklı farklı insanları ayrıntılı olarak inceliyorsunuz. Bu sizde yorgunluk yapmıyor mu?

Yapıyor elbet. Yıpratıyor. Bir yerden sonra güven duygunuz yok oluyor. Hiçbir zaman ayağınızı bastığınız topraktan emin olamıyorsunuz. Bir aidiyet duygusu yok. Zaten aşırı endişeli bir insanım. Bende örselenmiş bir şeyler var. Ama buna farklı açılardan bakınca, beni belki hayatın parçalarına ve hikâyelerine daha açık, belki daha duyarlı kılıyor. Zırhınız varsa, dışarının etkileri yıpratamaz sizi. Ama aynı zırhlar, başkalarını hissetmenize ve hayatın titreşimlerini almanıza da mâni olabilir siz hiç farkında olmadan. Kabuksuzluk benimkisi...

Bu, insanlarla olan ilişkilerinize de yansıyor mu?

Tabii. İnsanlarla, şehirlerle, kendimle ilişkime yansıyor. Bir yandan daha özgür, daha hareketli, daha esnek, daha delişmen kılıyor. Ama bir yandan da beni daha buruk, güvensiz ve aidiyetsiz kılıyor.

Peki gelecek?

Bakın, Bit Palas'ta bir sürü birbirinden güzel hikâye var. "Neden birkaçını saklayıp sonra kullanmadınız?" sorusu çok soruldu bana. Oysa ben yazıya böyle yaklaşmıyorum. Edebiyatçılığın, kariyer yapmaktan farkı olmalı. Romanımın başında anlattığım dikey çizgi üzerinde yaşamak bunu ifade ediyor zaten. Hayatı, kat üstüne kat çıkarak yaşamak. Her şeyi inceden inceye hesaplayıp planlayarak. Mesela üniversitede öğrenciler dört sene sonra nerede olacaklarını, birinci sınıftan itibaren çok iyi biliyorlar. Beş sene sonra mezun olacak, mastır yapmaya İtalya'ya gidecek. Altı sene sonra babasının işinin başına geçecek. O kadar planlanmış ki hayat. Bir hedefe göre tayin edilmiş. Oysa ben kafası ve gönlü daha karışık insanları seviyorum. Hata yapan, dili sürçen, dizinde suratında yarası beresi olan, yalpalayan ve saçmalayan insanlar bana çok daha sahici, çok daha sevilesi geliyor.

“Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Döngüsellik ve Kadınsallık" sizin mastır tezinizdi. Bu kitaplarınıza özellikle Pinhan'a ne kadar yansıdı?

Bilginin akışkanlığına inanıyorum. Uzmanlaşmalardan ziyade, disiplinler arası çalışmaları destekliyorum. Farklı farklı disiplinlerin birbirlerine bir şeyler öğrettikleri takdirde, bilginin ilerleyebileceğine inanıyorum. O anlamda üniversitedeki birçok okumam –edebiyat içi ya da dışı– edebiyatımı da besliyor. Zaten sürekli okuduğum, araştırdığım belli alanlar var. Dinler tarihi, kültürel tarih, mikro tarihçilik çalışmaları, din felsefesi, siyaset felsefesi, siyasi coğrafya, çağdaş ve klasik düşünce kuramları, bilim felsefesi... gibi alanlarda okumayı, dolaşmayı seviyorum. Bunlar son derece dinamik, çok yönlü konular. Ayrıca edebiyatı besleyenin sadece kitaplar ve edebiyatçılar olmadığını düşünüyorum. Hayatın kendisi besliyor yazıyı ve sürekli bir şeyler eksiltmeye çalışıyor yazıdan.

Gözlem gücünüz çok yüksek. Bu sayede katmanları üst üste çok iyi yerleştirip, işleyebiliyorsunuz.

Evet bana bunu hep söylerler. Gözlem yapmak, insanın gözlerinin içe, kendi içine dönük olması anlamına da gelebilir. Kendinizin, bütün zaaflarınız ve takıntılarınızla insan oluşunuzun çokça farkında ve bilincinde olmaktan söz ediyorum. Böyle yaklaşınca hayata, karşıtlıkları kolaylıkla fark edersiniz. Günlük yaşantı içerisinde geveze bir insanın konuştuğu değil de, konuşamadığı nokta benim dikkatimi çeker. Çok cesur bir insanın, korkudan dizlerinin bağının çözüldüğü an dikkatimi çeker. Hep böyle kişiliğin içindeki karşıtları merak ederim. Her zaman bir "ama" vardır. O "ama"lar kişiliğimizde ve hayatımızda belirleyicidirler.

Yazı yazmak benim için de çok önemli. Ama öyle bir yere geliyorsunuz ki, "Bundan sonra ne olacak?" sorusuyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Önceden kurgulamak ne kadar aldatmaca?

Tam olarak ne yaşadığımız ile tam olarak ne yazdığımız arasında birebir örtüşme olmasını beklememek lazım. Edebiyat insanın kendi kendini anlatması demek değildir bence. Olduğumuz insanı anlatmak değil, ilk bakışta olmadığımız kişileri anlayıp anlatabilme gücüdür edebiyatı rafineleştiren. Önemli olan başka başka insanların hikâyelerinin kendi hikâyenizle nasıl örtüştüğü, kesiştiği...

Peki yazarken "Öyle bir şey yazayım ki şöyle şöyle olsun" diyor musunuz? Bu tür kaygılar da taşıyor musunuz?

Dört romanım için de şunu söyleyebilirim. Yazdığım hikâyeyi öyle sevdim ki, onun için risk aldım. Beni alıp götürmesine, bilmediğim yerlere taşımasına, hırpalamasına izin verdim. Yazdıktan sonra ortaya nasıl bir şey çıkacağı, insanların beğenip beğenmeyecekleri gibi kaygılar hep ikinci plandaydı. Yazarken "Nasıl bir şey yazsam iyi olur?" dediğiniz anda kitap sahiciliğini yitirmeye başlıyor.

Başkası okuyunca beğenmeyecek kaygısı mı?

Evet o zaman metin de bozulmaya başlıyor. Elbette, sonucu herkes düşünür. "İnsanların ne düşündüğünü önemsemiyorum" diyen insana çok inanmam. Ama tüm bunları kitap bittikten sonra düşünmekte fayda var. Aksi takdirde ısmarlama bir edebiyat olur bu. Talebe göre yazılmış, sipariş kitaplar...

Siz ödüllü bir yazarsınız. Sizce bu başarının kanıtı mı? Başarıya nasıl bakıyorsunuz?

Bakın iki ayrı damar var edebiyatla ilişkimde. Bir tarafta yoğun bir yazma sevgisi ve yazarlık tutkusu. Öte yanda tüm bunları hiçe sayan, hafife alan, kendi kendisiyle dalga geçen, faniliğin, geçiciliğin, her şeyin şimdilik yaşandığının fazlasıyla bilincinde olan bir alt ses. Kalemim ve kişiliğim sürekli bu iki uç arasında gidip geliyor. Bir sarkaç gibi. Bu çok yıpratıcı bir şey. Ama bir yandan da benim edebiyatımı, edebiyatçılığımı besliyor.

Kendinizi çok yakın hissetiğiniz insanlar, kitaplar, yazarlar var mı?

Elbette, ruhdaşım dediğim insanlar var, keza şehirler de. İstanbul, böyle bir şehir benim için. Edebiyat söz konusu olduğunda kendime yakın hissettiğim pek çok damar var. İhsan Oktay Anar'ı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı ve Sevgi Soysal'ı çok severim. Murathan Mungan'ın şiirlerini, dilini çok severim.

Bir sanatçının, yani bir ressamın, edebiyatçının, oyuncunun ne ürettiği mi, nasıl ürettiği mi, sizin için daha önemli?

Bizde üzücü olan şey çıkan kitap eleştirilerinin, kitaba değil de yazara odaklanmaları. Yazarın dili, hatta görünüşü, hatta cinsiyeti, hatta yaşı önemli bizim için. Bir roman çıktığında ya da bir film mesela, onu en hızlı nasıl tüketip atabiliriz diye bakıyoruz. Hemen bir kategoriye oturtmak istiyoruz. Beynimiz raf raf çalıştığı için, onu da beynimizde bir rafa yerleştirip orada bırakıyoruz. Kolaycı bir yol. Bence yazılan kitap konuşulmalı. O anlamda edebiyat eleştirmenlerine, edebiyat kuramcılarına çok ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Asıl olan yazılandır.
Okuyabileceğiniz diğer Elif Şafak söyleşileri
▪ "Beşi bir romanda!"
Sema Arslan, Milliyet Sanat, Haziran 2004
▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar"
Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004
▪ "Kelimelerin de insanlar gibi ömrü vardır"
Melih Bayram Dede, Dergibi.com, 2000
▪ "Sayılarda gizlenen 'Mahrem'"
Pınar Göksan Aker, Cumhuriyet Kitap, 18 Kasım 2000
▪ "Pislik tam da içimizde"
Filiz Aygündüz, Milliyet Kültür Sanat, 21 Mart 2002
▪ "Pislik, belki de sandığımız kadar pis değildir"
Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 22 Mart 2002
▪ "Sezgilerimle yazıyorum"
Hasan Öztoprak, E Dergisi, Nisan 2002
▪ "Tasavvuf benim edebiyatçılığımın ayrılmaz / ayrışmaz bir katmanı"
Melih Bayram Dede, Dergibi, 5 Nisan 2002
▪ "Sekiz ayrı yüzüm var, sekizi de birbiriyle çelişiyor"
Nuriye Akman, Zaman, 21 Nisan 2002
▪ "Yazmamayı da her zaman bir seçenek olarak gördüğüm için yazabiliyorum"
Feridun Andaç, Varlık, Temmuz 2002
▪ "Hikâye anlatmayı bilen bir yazar"
Feridun Andaç, Cumhuriyet Dergi, 11 Temmuz 2002
▪ "Elif Şafak kendini anlatıyor"
Alper İlhan, düşLE İnternet Edebiyat Dergisi, Sayı 25, 2003
▪ "Aslolan kitaptır, kâtibi değil"
Efnan Atmaca, Akşam, 28 Aralık 2003
▪ "Cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum"
Sevengül Sönmez, Zaman Turkuaz Eki, 18 Ocak 2004
▪ "İşittim ve itaat ettim, yabancılık hissi geçmeyecek!"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Mart 2004
▪ "Türkçenin geçirdiği 'dil budaması devrimi'nden üzüntü duyuyorum."
, Dünya Gazetesi, 21 Nisan 2004
▪ "Arafta kalmak, hudutları aşmaktır"
Elif Tunca, Zaman, 10 Mayıs 2004
▪ "Hep deliliğe yakın oldum"
Nuriye Akman, Zaman, 16 Mayıs 2004
▪ "'Çok olmak' mümkün!"
Fadime Özkan, Zaman gazetesi ve Dergibi, 25 Mayıs 2004
▪ "Beni anlatmak değildir edebiyat, ben olmaktan çıkmaktır."
Erdem Öztop, Cumhuriyet Kitap Eki, 15 Temmuz 2004
▪ "Med-Cezir, yazma mevsimiyle romandan kurtulma mevsimi arasındaki sarkaçtı"
İhsan Yılmaz, Hürriyet Cumartesi Keyif Eki, 3 Aralık 2005
▪ "Mozaik değil ebru modeli konuşulmalı"
Derya Sazak, Milliyet, 12 Aralık 2005
▪ "Derdimiz Nobel almak değil onaylanmak"
Fadime Özkan, Yeni Şafak, 3 Ocak 2006
▪ "Hafızamı Kaybettim, Hükümsüzdür"
Seda Arıcıoğlu, Cosmopolitan Dergi, Mart 2006
▪ "Kuşaklar arasında hafızayı kadınlar aktarıyor!"
Cem Erciyes, Milliyet Sanat Dergisi, Mart 2006
▪ "Geçmişi bir an evvel elimizden çıkarılacakbir bavul gibi görmüşüz"
İhsan Yılmaz, Hürriyet Pazar Keyif Eki, 5 Mart 2006
▪ "Ben siyasetçi ya da tarihçi değil yazarım, benim derdim insanla"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Nisan 2006
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X